DERSAADET VE UC ISTANBUL http://www.istanbullife.org/dersaadet_ve_uc_istanbul.htm Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılıın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir. Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı; fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir. Aynı zamanda bu dörtlü yapı, İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir. SURIÇI İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz, güneyde Marmara tarafından sınırlanır. Tek kara bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ve sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır. Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yy başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir. Topkapı Sarayı incelendiğinde aslında klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ” olduğu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediği görülür. Öte yandan devletin merkez bürokrasisinin oturduğu Babıali de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların yaşandığı ve önemli siyasi olayların vuku bulduğu bir mekan olmuştur. 19.yy.dan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok Osmanlı aydını da yetiştirmiş; ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır. 19.yy ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıali Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman üzerinde taşımıştır. Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne Batılı Hristiyanlarda pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Balat’ın Yahudileri de buna dahil edilmelidir şüphesiz. Fethedildiği dönemde nüfusu 50.000’e düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi Osmanlının gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500.000 ‘i aşmıştır. Bunun yanısıra padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheselerle süslemeye gayret etmişler; şehre İslami özelliğini veren tipik camili silüetini oluşturmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymanüye Medresesi’nde yer alan Meşihat ve Suriçi’nin dini bir merkez olma özelliğini tamamlar. Suriçi’ni süsleyen taş ve mermerden yapılma anıt eserlerden gözümüze biraz da halkın oturduğu mahallelere çevirelim. Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle “Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler ciddi bir tehlikeyi de yüzyıllarca hep yaşayagelmişlerdir. Yangın Suriçi’nin sık sık karşılaştığı bir felakettir. Çıkan yangınlar ise hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği Cibali’den başlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde; ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı:Tulumbacılar Su fışkırtttıkları tulumbalarını surtlarında taşıyarak koşar adım yangın yerine gelen tulumbacılar Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştur. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır. Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı sürülerini zaman zaman meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür. Suriçi canlı bir ticari merkezdir de. Ticaretin merkezi, Suriçi’nin çeşitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiş; çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu ünvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi. Evet, anıt eserleri, sarayı, Babıali’si, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalıçarşı’sı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlıyla büyüdü, önem kazandı; Osmanlı çökmeye yüz tutunca, oda önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmişe şahitlik ediyor. GALATA Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu. Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) yada İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere dayandırılır. Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da hep Avrupalı’dır. Doğulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti Kostantinapol’ün hemen yanı başında Batı’lı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu. Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi ama hep Latin ve Katolik kaldı. İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleştirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı başındaki gayrimüslim bir öğedir. Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını ifade etmez. Aynı zamanda kültürel bir diğer tarafta olmayı da ifade eder. Sadece bununla da kalmaz, Galata zaman zaman İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. Evet, Galata ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ihanet etmiştir. Bu işgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yağmalanıp talan olmuştur. Bu olay Bizans’ın çöküşünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz Galata. Osmanlı’nın çöküşünde önemli rolü bulunan Kapitülasyonların yürütülmesinde Galata önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerlerle Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir. Galata kuruluşından itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiştir.Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839 Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Pera ‘sı görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır. Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş kısa zamanda caddenin etrafında da yerleşim başlamıştır. Levantenlerin pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu genişlemiş hali halk Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede alt yapı sorunları çözülecektir. Caddeler taş döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik,su ve havagazı şebekeleri döşenecek ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır. Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. Diğer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi haline gelmiş sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir. Cafeleri , tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri le bir eğlance merkezidir. Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası haline getirmiş bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi elitleri içinde Galata büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu’nun Avrupa’lı mekanlarından ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi ,giymeyi ,eğlenmeyi, konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu. Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar Kozmopolitti. Başta Fransızca olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin,Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre değil, etnisiteye göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti.Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yanyana bulunmaktaydı. Şüphesiz Galata’da müslüman unsurlarda yok değildi.Galata Mevlevihanesi Arap Cami ve etrafında iskan edilen Endülüs Arapları Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk anda akla gelenler ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel olmaya kafi gelemediler. Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır.Buralara Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde çocuklarının göndermiştir.Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının bir çoğu bu okullarda yetişecektir. Dedik ya hep farklıdır Galata. İstanbul’un diğer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaşmaz. Balkan Savaşı’nın başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata, tarihinin en parlak dönemlerini yaşayacaktır. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın savaş zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası işgal kuvvetlerini ağırlayan ve eğlendiren bir mekan olur. Ama savaş sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levanterlerin ışıltılı Pera’sı da yavaş yavaş çöker. ÜSKÜDAR Anadolu yakasında, Boğaz’ın girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur. Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a bağlı üçüncü kadılıktır. Sadece coğrafi değil, yanı sıra kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, Anadolu’luğu ve Anadolu Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar herşeyden önce coğrafi olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde ise Anadolu’dan olan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve bunların, az bir kısmı hariç Anadolu’dan göç ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduğunu ve bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder. Bu demografik yapı Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak oldukça homojenleştirmiştir. Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi Üsküdar’dır. Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir. Fakat buna rağmen Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdar’lıya hem herşeyin faniliğini anlatır, hem de hayatın güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan çok bir park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük bir park. Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uğurlandığı bir ayrılık mekanı değildir. Her yıl Hac’ca giden hacı adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri götüren Surre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. O yüzden alışkındır ayrılıklara; cenazeleri de, hacı hacı adaylarını da törenle uğurlar. İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem büyük fethin ilk aşamasıdır bu, hem de habercisi. Bir asır ve bir yıl boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki parçasından. Ama nihayet 1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuşmayı. Artık Marmara’nın serin suları ayrılığın sebebi değil, ulaşmanın vasıtasıdır. Bu sulardan Üsküdar’a gittiğinizde sizi ilk oalrak Kız Kulesi karşılar.Üsküdar’ın sembollerinden ve güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya vardığınızda ise bir başka zarif yapı size “hoş geldiniz” der. Mimar Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde durduğumuz meydana güzellik veren bir diğer unsur olan Sultan III. Ahmet Çeşmesi de hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha kıyıya varmadan yakalar insanı, kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre kuşatır. İstanbul diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok değişti. Özellikle 18.yüzyıldan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri betonlaştı. İki katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen yaşayabiliyor. Ama herşeye rağmen Üsküdar o sakin Anadolu’lu havasını muhafaza edebildi. EYÜP İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba Eyyub El- Ensari’den alır. Eyüp semtinin gelişimi fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy. ‘da İstanbul’u kuşatması sırasında şehid düşen Eyyup El-Ensari’nin mezarının Akşemseddin’in gördüğü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile başalr. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donanırken sahilleri ise yalılar ve köşkler süslenmiştir. Eyüp El-Ensari’nin türbesi yada yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin bir çoğu bugünde sürmektedir. Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padişahların culus(tahta geçme) merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir. Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makam da sahipti. Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka özellik, bu türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah Dostu) bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan kişilerin yanısıra birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü seçtiler. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuştur. Hem bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal değerleri, hem de çağlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini vurgular. Eski Eyüp bunların yanı sıra, bayramlar ve kandillerde dolup taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyunçakçı dükkanları ile de ünlü idi. Düdüklü testiler, fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiğine inanılan Eyüp Sultan’ın manevi rehberliğinde faaliyet gösterirlerdi. 19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaşma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır. ISTANBUL’DA BIZANS SANATI http://www.istanbullife.org/istanbul_bizans.htm Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun doğu parçası olan ve 1453’de Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans devletinin sanatıdır. Doğu Roma İmparatorluğu ya da kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Bu devleti, Roma İmparatorluğu’nun bir devamı olarak da kabul edebiliriz. Bizans, İstanbul’un eski adı olan Byzantion’dan gelmektedir. Batı dünyası bunu, İstanbul’un fetihden önceki adı olarak kullanmıştır. Anlam olarak imparatorluğun tümünü kapsayan Byzantion, aslında yalnızca kentin adıdır. Bizans, modern tarihçilerin ortaya attığı bir deyimdir. Doğu Roma İmparatorluğu’na, anlam ve ruh açısından Batı Roma’dan farklı bir ad verilmek istenmiş ve sonuçta bu deyim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun bir ömür süren bu imparatorluk, kendini hiçbir zaman Bizans devleti olarak nitelememiş, Büyük Roma İmparatorluğu’nun bu doğu parçası sonuna kadar bir Roma devleti olarak yaşamıştır. Öyle ki, bu topraklarda oturanlar kendilerine “Romaios” (Romalı) demişler, imparatorlarını da “Romalıların İmparatoru” olarak adlandırmışlardır. Bu arada 6. yüzyıldan itibaren latincenin yerini resmi dil olarak yunanca almış, bu dil, kültür alanında da tümüyle etkili olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi oluşmuştur. Aslı Romalı olan Bizans bir Ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Balkanlar, Trakya, Anadolu, kısa bir süre Mısır ve Suriye topraklarında egemen olmuş, buralardaki eski uygarlıkların gelenek ve beğenilerini bünyesinde toplayarak kendine özgü yüksek bir uygarlık oluşturmuştur. Bu uygarlığın ana kaynağı Anadolu olmuş, ama Doğu’dan da geniş ölçüde ilham ve etki almıştır. Bizans sanatının bizim açımızdan önemi ise, sahip olduğumuz topraklarda yaşamış ve gelişmiş olmasıdır. Uygarlık tarihi açısından da Ortaçağdaki en parlak ve güçlü uygarlık olması önem taşır. ılkçağ uygarlığının bilgi ve kaynaklarını doğuda İslam ve Bizans yaşatmış, geliştirmiş ve Rönesans Avrupası’na aktarmıştır. Bu nedenle de Bizans sanatı bir bilim dalı olarak incelenmeye başlandığında, yalnızca batıda bulunan Bizans el yazmalarının minyatürleri, bazı küçük yapıtlar ile ıtalya’nın Ravenna kentindeki binalar ve bunların duvarlarını süsleyen mozaikler dikkat çekmiştir. 19. yüzyıl sonlarından başlayarak Bizans sanatı araştırmaları çok hızlanmış, yapıtların, anıtların incelenmesi sonucunda yeni görüşler ortaya çıkmıştır. Bizans sanatı başlangıçta Roma sanatının devamcısı olmuş, ama daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke ve toplulukları içine alması, gerek resmi din haline gelen Hıristiyanlığın güçlü etkisi ile tümüyle yeni, orijinal bir üslup oluşturmuştur. Bizans sanatında sürekli iki güçlü akım egemen olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine bağlı ince, hassas hatta bazı durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. ıkincisi ise, form güzelliğine önem vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru bir sanat akımı olan Eyalet üslubudur. Ancak bu akımları, adlarında geçtiği gibi, kesin bir biçimde bölgelere ayırmak olanaksızdır. Sonuçta Bizans sanatı için, ılkçağ ve Roma sanatından aldığı bilgileri, doğu beğenisi ve deneyimlerini Hıristiyanlıkla kaynaştırarak uygulayan ve yerli geleneklerden de faydalanarak doğu Akdeniz çevresinin bütün Ortaçağ’ı kaplayan Hıristiyan sanatıdır, denebilir. Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul’dur. Bizans mimarisi başlangıçta ılkçağ’ın mimari tiplerinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir. Esası bir çarış, bir toplantı yeri olan bazilikayı Hıristiyanlaştırarak kilise haline getirmişlerdir. Ufak tefek ticari anlaşmazlıkları çözümleyen hakimin yerini ise Hıristiyanlıkta ısa almıştır. Bazilika planlı kilise uzun bir yapıdır. ıçi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmış, bunlardan ortadaki yandakilere oranla daha geniş tutulmuştur. Doğu ucunda ise yarım yuvarlak bir biçimde dışarı taşan apsis bulunur. Batı yönünde de narteks adı verilen bir hol vardır. Bunun iki yanındaki merdivenlerden yan neflerin üstünde yer alan ve kadınlara ait olan galerilere çıkılır. Bir bazilikanın üstü, çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu basit ve yalın kilise tipi, Hıristiyanlığın özellikle ilk yıllarında ve Bizans sanatının ilk döneminde hayret verici derecede tutulmuş ve çok sayıda örnekleri inşa edilmiştir. Bu tipin karakteristik örneklerinden biri de başkent İstanbul’dadır. 461’de kurulan Studios Manastırı’nın Aziz Ioannes Prodromos’a ithaf edilen kilisesi olan bu bina, ımrahor ılyas Bey Camii adını alarak zamanımıza kadar gelmiştir. Yıkık bir halde olan bu binada bazilika tipi en yalın biçimde uygulanmıştır. Yapının iç mekanı bütün normal bazilikalarda olduğu gibi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmıştır. 18. yüzyıldaki yangından sonra sağ taraftaki sütunlar kaldırılmış, ahşap çatıdan da hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran soldaki sütun dizisinin, yangın nedeniyle süslemelerini tümüyle yitirmiş başlıkları üzerinde zengin bir biçimde işlenmiş mermer bloklardan oluşan bir arıitrav bulunmaktadır. Dışarı taşkın apsis dıştan üç cepheli, içerden ise yarım yuvarlaktır. Bir gereksinmenin en yalın biçimde giderilişini yansıtan bazilikanın yanında bir hayli gözde olan ikinci tip ise merkezi planlı yapılardır. Yuvarlak bir ana mekan oluşturacak biçimde inşa edilen bu binalarda mekanın üstü, yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu tipin en yalın örneğinde kubbe, sekiz köşeli bir plana göre inşa edilen dış duvarlara oturur. Buna karışn, aynı tipin daha gelişmiş biçiminde kubbe dış duvarlara değil, yapının içinde yer alan ve ortada bir çember halinde sıralanan sütun ile payelere biner. Kaynağını ilkçağ sanatının türbe ve hamamlarından alan ve Hıristiyan mimarisi tarafından özellikle anı yapılarında kullanılmak üzere benimsenen bu tipin güzel bir örneği, İstanbul’da bugün Küçük Ayasofya Camii adını taşıyan eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’dir. İmparator I. Justinianos tarafından 526-530 yıllarındayaptırılan bu yapının dış duvarları, pek düzgün olmayan bir kare oluştururlar. Batıya bakan cephe önündeki sütunlu son cemaat yeri, bir Türk dönemi eklentisidir. ıçerde sekiz güçlü paye ile oluşturulan sekizgen bölümü basık, dilimli bir kubbe örtmektedir. Bu orta mekan doğu yönünde ileri doğru uzanan ve dışarı taşan bir apsise sahiptir. Payeler ve bunların arasındaki sütunlar ile dış duvarlar arasında kalan dehliz, orta kısmı bir atnalı gibi sarmakta, üst kısımda ise bir galeri bulunmaktadır. Bizans mimarisi bu iki ayrı tipi, bazilika ve merkezi planı birleştirerek yeni bir mekan yaratmaktan da geri kalmamış, bunun sonucunda 5. yüzyılın sonlarına doğru kubbeli bazilika denen tip doğmuştur. ılk örnekleri Anadolu’da yapılan kubbeli bazilikaların en görkemlisi ise, İstanbul’daki Ayasofya’dır. Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın) Anthemios ve Miletoslu (Balat) Isidoros’un Justinianos’un emri ile 532-537 yıllarında, yanmış olan eski bir kilisenin yerine yaptıkları Ayasofya, kubbeli bazilika tipini açık bir biçimde verir. Bu yapıda merkezi planlı yapılarda görülen mimari sistemin özünü orta nefin üst mimarisinde ve ana mekanda bulmak olasıdır. Ama bunun yanında klasik bazilika mekanının karakteristiği olan yan neflerin yardımcı, hatta orta mekanın görkemi ve genişliği uğruna “harcanmış” bölümler olduğu da gözden kaçmaz. Ayasofya’da önceleri atrium ile bağıntılı olan dış narteksi, çapraz tonozlarla örtülü geniş bir ana narteks izlemektedir. ıç kısım ise adeta çatılı bir bazilika gibi, paye ve sütun dizileri ile üç nefe ayrılmıştır. Orta nefin üstüne rastlayan bölümde, esas ağırlığı dört payeye binen 31 m. çapında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Ana eksen üstünde iki yarım kubbe daha yer almaktadır. 77 m. uzunluğundaki orta nefin doğu ucu, dışarı taşkın ve üstü yarım kubbeli bir apsis ile sonlanmaktadır. Bizans sanatının ilk dönemi siyasal ve askeri gerilemelerle birlikte, 726’da ortaya çıkan ve kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak eden bir akım ile sarsıntı geçirmiş, bu durum kısa bir ara ile 842’ye kadar sürmüştür. Bu akıma ıkonoklasma adı verilir. ıkonoklasma’nın 842’de ortadan kalkması ile başlayan Orta Dönem Bizans sanatı, 1204’de IV. Haçlı seferinin Bizans’a yönelmesi ve İstanbul’u ele geçiren Latinlerin bir Latin İmparatorluğu kurmalarına kadar sürmüştür. Makedonyalılar ve Komnenoslar sülaleleri zamanına rastlayan bu dönemde Bizans sanatı, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı zaferle yeni bir yön tutmuştur. Ancak ilk dönemdeki özgürlüğünü yitirerek kilisenin artan egemenliği altında sert kurallara bağlanmak zorunda kalmıştır. Orta dönemde küçük boyutlar kullanılmış ama dış çizgilerin zarif, ölçülerin uyumlu olmasına önem verilmiştir. Yunan Haçı planı, bu dönemde mimari tiplerin başında gelmekte, hatta uzun süre tek mimari tipi oluşturmaktadır. Bu tipin bu denli önem kazanmasının altında, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı zaferden duyulan coıku ve bunun itici gücü ile Hıristiyan sembolizminin bir anda sanat dünyasını kaplaması yapmaktadır. Bu tipte yapının orta kısmı bir Yunan haçı biçimindedir. Tam ortada ise bir kubbe bulunmaktadır. Başlangıçta hayli kaba ve ağır bir görünüşe sahip olan Yunan Haçı planı, sonraları geliştirilerek iç çizgilerin incelmesi ile daha hafif bir görünüş almıştır. Bu ikinci aşamada kubbe, Kalenderhane Camii’nde olduğu gibi ağır ve masif köşe duvarlarına değil de paye ya da sütunlara bindirilmiştir. Yunan Haçı planının dört sütunlu tipi dediğimiz bu biçimdeki yapılardan İstanbul’da çok sayıda örnek günümüze gelmiştir. Laleli’deki Bodrum Camii bu yapılardan biridir. Yüksek bir kripta üzerine kurulmuş olan yapıda, dört sütunlu Yunan Haçı planını açık bir biçimde görmek olasıdır. Narteksi izleyen naos, dört ince payenin yardımı ile oluşturulmuş bir Yunan Haçı biçimindedir. Yapının dış cephelerinde yarım yuvarlak payeler, bunların arasına yerleştirilen kör kemerler büyük bir hareket ve plastik ifade sunarlar. 10. yüzyılda inşa edilen Lips Manastırı’nın kilisesi olan Fenari ısa Camii’nin kuzey kanadı da aynı tipin karakteristik bir örneğidir. Yalnız 13. yüzyılda güney yönüne ikinci bir kilise eklenmiş olan yapıda, 17. yüzyıldaki bir tamir sırasında dört sütun kaldırılarak yerlerine iki büyük kemer inşa edilmiştir. Eski adı bilinmeyen ve 10. ya da 11. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin edilen Molla Gürani Camii (Vefa Kilise Camii) ise, 14. yüzyılda eklenmiş olan büyük ve anıtsal dış narteksi bir yana bırakılacak olursa, dört sütunlu Yunan Haçı planlı bir orta dönem yapısıdır. Kommenos sülalesi zamanında 1081-1118 yıllarında yapılan ve Pantepoptes Manastırı’nın kilitesi olan Eski ımaret Camii, aynı tipin en güzel örneğidir. Komnenos sülalesi tarafından kurulan ve aslı 1136’da yapılan Pantokrator Manastırı’nın kilisesi olan Zeyrek Kilise Camii, bu dönemde büyük kiliselerin ancak ufak çaptaki bitişik kiliselerden oluşturulduğunu gösteren karakteristik bir örnektir. Yunan Haçı planlı kiliselerin en büyük örneklerinden olan Zeyrek Camii güney kanadı, ancak 16 m. uzunluğundadır. Kubbesinin çapı ise 7.m.’dir. bu yapı, dört payeli iki kilise ve aralarındaki tek nefli bir türbe şapelinden oluşmaktadır. Yapılması oldukça kolay olan bu yapı tipi, İstanbul’da Çarşamba’daki Ahmet Paşa Mescidi gibi küçük yapılarda da kullanılmıştır. Öte yandan bu dönemde, az sayıda uygulanmış olan bir başka plan tipi de vardır. “Kiborium plan” dediğimiz bu tipin İstanbul’daki örneği, Kariye Camii olarak tanınan Khora Manastırı kilisesinin naos kısmıdır. Son Bizans döneminde İstanbul’da yeni bir mimari tipin doğduğunu ve bunun 1284-1294 yıllarında yapıldıkları bilinen üç kilisede uygulandığını görmekteyiz. Bu yapılar, fetihden sonraki adları ile Koca Mustafa Paşa Camii, Fenari ısa Camii ve Fethiye Camii ana binasıdır. Bu planın orta dönemin gözde tipi Yunan Haçı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü naos kısmında dört kemer üzerine yükselen bir kubbe kulunmakta ve orta mekan bu kare alanın altında kalmaktadır. Bu orta kısmı, üç yandan atnalı gibi saran basık tonozlu dehlizler çevreler. Bu yüzden bu plana kısaca Dehlizli Tip denir. ılk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden İstanbul’da hiçbir örnek kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ıkonoklast (Resim kıran) akım sırasında tahrip edilmiş olmasıdır. Yine de ılk Bizans dönemine ait İstanbul dışındaki bazı mozaik ve minyatürlerin yardımı ile bu dönemin resim sanatının karakterini saptayabiliriz. ılkçağın Helenistik resim sanatı üslubu kendini, ilk dönem sanatı içinde kuvvetle belli eder. Ama bu arada, Doğu’dan gelen daha farklı etkilerin de sanata yansıdığı görülür. İstanbul’da bu döneme ait figürlü duvar mozaiği yoksa da çok dikkat çekici bir döşeme mozaiği yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik, Sultan Ahmed Camii’nin Marmara yönünde Arasta denen eski çarışnın yerindeki Bizans sarayının yıkıntıları arasında bulunmuştur. 5. yüzyıl başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme saf bir Bizans yapıtı sayılmaz. Çünkü her bakımdan, ılk Bizans döneminin başındaki geçiş aşamasının özelliklerine sahiptir. Mozaiklerde zemin beyaz küplerden oluşturulmuştur. Çevrelerini ise geniş ve çok zengin dal kıvrımlarını içeren bir bordür dolaşır. Beyaz zemin üstündeki figürler birbirlerine bağlı olmadıklarından, bu mozaiklerde belli bir kompozisyona rastlanmaz. Zemin üstüne adeta serpiştirilmiş gibi bir takım insan, hayvan, ağaç, kaya hatta mimari tasvirleri yerleştirilmiştir. Bu yapıtta süslemeci bir amaç ön plandadır. Bu dağınık figürlerin arasında bir sepetle tavşan avlayan çocuk, bir eşeğin önünde yem torbasını tutan bir başka çocuk, otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir ırmak perisi, aslanla mücadele eden bir fil, elinde mızrağı ve kalkanıyla bir savaşçı, ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylanı parçalayan iki pars gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bu mozaikler, gerek konuları gerek renkleri ve gerek çizgileriyle ilkçağın Helenistik resim beğenisinin izlerini taşımaktadır. ıkonoklast akım resim sanatına büyük bir darbe indirmişti. Kiliselerdeki dini resimler tahrip edilmiş, ancak bir haç resminin yapılmasına izin verilmiştir. Aya ırini Kilisesi’nin apsis yarım kubbesindeki mozaik haç, bu dönemden (8. yüzyıl) kalmadır. Aslında ıkonoklastlar sanat düşmanı değillerdi. Yaptıkları binaların duvarlarını da desenlerle süslemekten geri kalmıyorlardı. Ama 842’de kilise ıkonoklastlara karış galip gelince sanat büyük bir kontrol altına alındı. Her şeyde Hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek sembollerin yer alması isteniyordu. Nitekim mimaride de Yunan Haçı planı denilen tip, bu amacı en iyi yanıtlayan biçim olduğundan büyük taraftar bulmuş ve adeta dönemin değişmez mimari tipi olmuştur. Bu dönemde kilise başlıca üç bölüme ayrılıyordu. Bunların en önemlisi kubbe, gökyüzünü temsil ediyordu. Bu kubbenin altındaki mekan (naos) ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşıyan kemerler ve pandantifler yalnız mimari unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü arasındaki bağıntıyı sağlayan sembolik bölgelerdir. Kilisenin bema kısmı ise Hıristiyanlığın özünün sembolüdür. Zaten ibadet sırasında da bu esrarı ifade eden merasim burada yapılmaktadır. Apsis yeryüzü kilisesinin sembolüdür. Yapının girişindeki narteks ise, daha dünyasal karaktere sahip bir hazırlık mekanıdır. Mimarideki bu sembolik öz, saydığımız yerlerin her birinin aynı ilkelere uygun resimlerle süslenmesi yoluyla dahada belirgin bir hale getiriliyordu. Orta Bizans döneminde büyük bir ciddilikle uygulanan bu resim programının tam bir örneğine İstanbul’daki yapılarda rastlanmaz. Buna karışlık, Ayasofya’da 842’den sonra yapılmış olan bir takım tek mozaikler bulunmaktadır. Bunlar, dönemin resim programına bağlı olmamakla birlikte, üslup açısından zamanın kalite ve beğenisini çok iyi yansıtırlar. Son Bizans döneminde sanatta bir “Rönesans” niteliğinin belirdiği görülür. Bu dönemde sanat kilisenin sert kurallarından sıyrılmış ve dini konuları daha özgür bir biçimde dile getirmiştir. Bu arada, ilkçağın Helenistik üslubunun temel ilkeleri de yeniden canlanmak olanağı bulmuştur. Son Bizans döneminin en görkemli resim kolleksiyonu, bugün Kariye Camii olarak bilinen Khora Manastırı kilisesindedir. Çok eski tarihlerden beri var olan bu yapı, Komnenoslar zamanında ciddi bir biçimde tamir görmüş, bugünkü naos kısmı da o dönemde yapılmıştır. Latin istilası sırasında harap olan bina, İstanbul’un yeniden imparatorluğun başkenti olmasından kısa bir süre sonra, 1305 yılına doğru devlet ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından tamir ettirilmiştir. Bu sırada kilisenin kuzey ve güneyine birer kanat eklenmiş, batı yönünde de bir narteks daha yapılmıştır. Güney yönündeki kanadın içi ise fresklerle süslenmiştir. Narteksden ana mekana açılan kapının üzerindeki mozaik panoda bu resimleri yaptıran Metokhites, ısa’ya kilisenin bir modelini sunar vaziyettedir. Kariye Camii mozaiklerinde ısa ve Meryem’in hayatı ile ısa’nın mucizeleri tasvir olunmuştur. Kariye mozaikleri ifade açısından canlı ve hareketli tablolardır. Bu kompozisyonlarda Orta Bizans döneminin sert ve korkunç ifadesini bulamayız. Orta Bizans dönemi mozaiklerinde olmayan ve Avrupa’da da ancak Rönesans ile ortaya çıkan önemli bir özellik, bu kompozisyonlarda açıkça görülür. Bu da derinliği belirten bir takım unsurların kompozisyon içinde yer almış olmasıdır. Sahnelerin hepsinde zemin dekoru olarak mimari ve Helenistik peyzaj motifleri kullanılmıştır. Kademeli kayalardan oluşan bu peyzajlarda yer yer, üst kısımları budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış olan ağaç gövdeleri görülür. İstanbul’da Bizans’ın sivil mimarisiyle ilgili örnekler çok azdır. Büyük Saray diye bilinen kompleks, İstanbul’un ilk büyük imparatorluk sarayı olup Topkapı Sarayı gibi çok geniş bir alan içinde çeşitli yapılardan oluşmuştur. Saray, sultanahmet’ten Küçük Ayasofya’ya kadar olan sahayı kaplıyor ve denize doğru uzanıyordu. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar sürekli inşa ve tadil edilmiş olan irili ufaklı yapılarıyla, adeta küçük bir kent görünümündeydi. Tümüyle harap olmuş bu kompleksten günümüze yalnızca bazı cephe kalıntıları gelmiştir. Bizans imparatorlarının ikinci saray kompleksi ise Edirnekapı yakınlarındaki Blakhernai Sarayı’dır. Bu yapı grubundan da günümüze yalnızca bir pavyon kalmıştır. Tekfur sarayı adı ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ile yapım tarihi kesin olarak bilinemiyor. Ama 12. yüzyılın ikinci yarısı olarak düşünülebilir. Bizans Latinlerden geri alındıktan sonra saray onarım görmüş ve bazı bölümler eklenmiştir. Önünde bir avlu olan yapı bir bodrum katı ve iki tam kattan oluşmaktadır. Bodrum katın kemerleri ise avluya açılmaktadır.Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemenin bulunduğu yapıda özel olarak imal edilen süs tuğlaları yer alır. Fetihten sonra ise çini fabrikası ve cam atölyesi olarak da kullanılmıştır. İstanbul’da Roma döneminden bu yana su tesisleri yapılmıştır. Bu alanda Bizanslıların da çalışmaları bulunmaktadır. Bizans döneminin başında yapılan tesislerin Bizanslılarca ne zamana kadar kullanılmış olduğu belli değildir. İstanbul’a gelen su, özel tesislerle kente girer, baş havuzlara gider ve yeraltı kanallarıyla çevreye yayılırdı. Su, İmparator Valens (364-368) zamanında yaptırıldığı ileri sürülen Bozdoğan Kemeri yardımıyla İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerdeki ana havuza ulaşırdı. Her iki ucundan da parçaların eksildiği Bozdoğan Kemeri, günümüze bir hayli harap olarak gelebilmiştir. İstanbul’da çok sayıda bulunan sarnıçlarsa kente gelen suyu barındırma görevi görürlerdi. Sarnıçlar, kare ya da dikdörtgen planlı, üstleri kemerler ve tonozlarla örtülü tesislerdir. Bu örtü sistemi içeride taş sütunlara oturur. İstanbul’daki kapalı sarnıçların içinde en büyüğü ve en tanınanı hiç kuşku yok ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan Sarnıcı’dır. İmparator Justinianos döneminde genişletilmiş olan sarnıç 140 x 70 m. ölçülerindedir. ıçinde, her dizide 28 sütun olmak üzere 12 sütun dizisi bulunmaktadır. Sütunlar ve başlıkları devıirmedir. Bir başka örnek ise Konstantin dönemine ait olduğu düşünülen Binbirdirek Sarnıcı’dır. 64 x 56 m. boyutundaki sarnıçta 224 sütun bulunur. Ortalarında bilezik bulunan ve üst üste oturtulmuş izlenimi veren sütunlar alışılmamış bir formdadır. İstanbul’da kapalı sarnıçların yanı sıra açık su hazneleri de bulunmaktadır. Bunlar kent dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Buralarda biriken su kente basınçlı olarak dağıtılıyordu. Tümüyle Roma inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece sağlam ve büyük havuzlardır. Başlıca örnekleri arasında Sultan Selim Camii yanındaki havuz, Karagümrük Çukur Bostan (Vefa/Fatih Stadı), Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa arasındaki Altı Mermer ve Bakırköy-Veliefendi Fildamı yer almaktadır. Bizans döneminde İstanbul’un çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da bulunuyordu. Bunların en önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, kentin eğlence ve siyaset merkezi ile politik mücadelelerin yapıldığı yerdir. Hipodrom, Sultan Ahmet Camii ile Adliye Sarayı arasındaki düzlükte uzanan “U” biçiminde bir saha idi. Anıtlar, ortada yer alan ve “Spina” adı verilen bir eksenin üzerinde sıralanırdı. Burada yer alan Dikilitaş (Obelisk) meydanın simgesi olmuştur. Bu anıt aslında bir Mısır yapıtı olup ı.Ö. 1600 yılında Firavun IŞI. Tutmosis adına Karnak’ta dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olan bu dikilitaş, 390’da İstanbul’a getirilmiş ve Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaidenin üzerindeki dört bronz ayağa oturur. Kaidenin dört yüzü de kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda I. Theodosius, oğulları, karısı ve yardımcıları ile Hipodrom sahneleri, anıtın dikilişini gösteren tasvirler yer alır. Anıtın kaidesinde biri latince, biri grekçe olmak üzere iki kitabe vardır. Latince kitabede anıt kendi ağzından konuşur ve dikiliş nedeni ile kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim, fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini taşımam için gerekli her şey, Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim”. Grekçe kitabede anlatım daha yalındır. Burada konuşan taş değildir: “Devamlı yerde yatan dört taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebildi. Yardıma Proklos’u çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi”. Bu tür obelisklerin dikilme amaçları tümüyle psikolojiktir. Amaç, İmparatorun halk üstündeki görkem ve gücünün artmasını sağlamaktır. Hipodrom’daki anıtlardan biri de 4. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş olan Yılanlı Sütun’dur. Birleşmiş Yunan sitelerinin ıranlılara galip gelmesi üzerine elde edilen ganimetlerin eritilmesiyle oluşturulan bu sütunun üzerinde altın bir kazan vardı. Bu kazanı tutan burmaların her biri yılan biçiminde sonlanıyordu. Yılan kafalarından birinin yarısı, geçen yüzyıl içinde kazıda bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne konmuştur. İmparator VIŞ. Konstantin Porphyrogennetos zamanında dikilmiş olan Örme Obelisk de Hipodrom’dadır. Bu anıtın üstünün zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinmektedir. Sultanahmet’teki Hipodrom dışında, kentin öteki semtlerinde de çeşitli anıtlar bulunmaktadır. Bunlar genelde, yaptıranların ve bulundukları yerlerin adları ile tanınırlar. Bu tür anıtlardan biri olan Gotlar Sütunu Gülhane parkındadır. Kesin tarihi belli değildir ama 4. yüzyılı ait olması düşünülebilir. Bir kaide üzerinde monolit gövde halinde yükselen anıtın tepesinde Korint üslubunda bir başlık vardır. Çemberlitaş’ta meydanın ortasında hâlâ ayakta duran bir anıt bulunmaktadır. Bu anıt, daha Bizans döneminde çatlamış ve demir çemberlerle takviye edilmiştir. Bu nedenle de Çemberlitaş olarak tanınan anıt, mermer kaide üzerine üst üste oturtulan yuvarlak porfir taşlardan oluşur. Her bir parçanın üst kısmında ek yerlerini gizleyen kabarık taşkın kısımlar bulunur. Anıtın üzerinde kendini tanrı “Apollon Helios” olarak tasvir ettirmiş İmparator Konstantin’in heykeli bulunuyordu. Bu tür yapıtlardan biri de bugünkü Beyazıt Meydanı eski adıyla Theodosius Forumu’ndaki Theodosius Zafer Takı ile sütundur. Zafer takının parçalarının bir kısmı yerinde durmakta, 557 yılındayer sarsıntısında yıkılan ve 16. yüzyıl başlarında da tümüyle kaybolan sütunun parçaları ise IŞ. Bayezid Hamamı’nın temellerinde temel taşı olarak bulunmaktadır. Helezoni yükselen bu sütuna ait kabartmalar, bugün bile hamamın temellerinde yoldan geçerken görülmektedir. Arkadius Anıtı ise, bugünkü Cerrahpaşa semtinde Arkadius adına yapılmış olan forumun ortasında bir kaide üzerine helezoni olarak yükselen bir sütundu. Bu helezoni kısım da sürekli bir kabartma ile süslüydü. bu kabartmada Barbarlara karış kazanılmış olan bir zafer anlatılıyordu. Daha Bizans döneminde harap olmuş olan bu anıtın bugün yalnızca kaide kısmı ayaktadır. Fatih semtindeki Kız Taşı ise 452 yılında Markianos için dikilmiştir. Ufak ölçüde, yalın görünümlü bu anıtın kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidesindeki bu figürler nedeniyle Türk döneminde “Kız Taşı” olarak anılmıştır. Biraz da Bizans’ın askeri mimarisinden söz edelim. İstanbul’un özünü oluşturan Byzantion’un antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur. İmparator Konstantin 11 Mayıs 330’da İstanbul’u yeniden kurup tören ile açmıştır. Kentin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez. Ancak, Konstantin’in kente kara tarafından sınır çizdiği bilinmektedir. İstanbul surları zamanla büyüyen kente uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir. Batı yönüne doğru büyük bir genişletme ise 408-450 yıllarında İmparator olan Theodosius zamanında olmuştur. Theodosius Surları ya da kara tarafı surları adı verilen bu surların 96 kulesi bulunmaktadır. Marmara’da Mermer Kule ile başlayıp Haliç yönüne doğru uzanan surlar, Edirnekapı’nın biraz ilerisinde kesilir. Daha ilerideki surlar geç dönemlere aittir. Surların yer yer dışarıyla bağlantı kuran kapıları vardır. Bu kapılara Türk döneminde çeşitli adlar verilmiştir. Sur kapılarından bir kısmının eski adları bilinmemekle birlikte, yalnızca üçünün adı üstlerindeki kitabelere dayanılarak tam ve kesin olarak saptanabilmiştir. Bunlar, Porta Aurea (Altın kapı), Pege (Silivri kapı) ve Rhegium’dur (Mevlevihane Kapısı). Surlar üç bölümden oluşuyordu: Anasur, Hendek, Önsur. Önsurun burçları, ana surun burçları arasına gelecek biçimde yapılmıştı. O dönemde hendeğin içinde su bulunup bulunmadığı ise tartışma konusudur. Bu biçimde bir hendeğin içinde su yokken aşılmasının daha güç olduğu düşünülürse, su bulunmadığı düşüncesi akla yakın gelmektedir. Hitit ve Sasanilerde kullanılan bu sur sistemi Doğu’dan alınmıştır. Surların Ayvansaray tarafındaki ucu, Thedosius zamanından sonra kentin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar döneminde burada İmparatorluk Sarayı bulunduğu için, bu bölge (Blakhernae) özel olarak genişletilmiştir. Kara surlarının sürekli olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve kulelerdeki kitabelerden öğrenilmektedir. Marmara ve Haliç surları kara surları kadar önemli değildi. Özellikle Haliç’tekiler iyice zayıftır. Marmara surları da kara surları gibi güçlü değildir. Çünkü deniz bu bölgede çok akıntılı olduğundan gemilerin buraya yanaşması bir hayli güç oluyor, bu da bir saldırıyı zorlaştırıyordu. Haliç surlarının zayıf olmasının nedeni de Haliç’in sürekli olarak kapalı tutulmasıdır. Altınkapı kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Bu kapının özel bir durumu vardır. Via Egnetia adı verilen İstanbul-Roma anayolu buradan başlıyordu. Kendine özgü bir cephe mimarisine sahip olan kapıda normal kapılardaki tek açıklık yerine, ortadaki daha geniş olmak üzere üç açıklık vardır. Ana giriş imparatora aitti, halk ise yan kapıları kullanıyordu. mermer bloklarla kaplı cephede büyük kemerin iç ve dış tarafında kitabe bulunuyordu. Kapı 5. yüzyılı, IŞ. Theodosius dönemine aittir. Burada yalnızca başkent İstanbul’daki yapıtları ele aldık. Oysa Bizans, Avrupa, Asya, Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış çok geniş bir imparatorluktu. Buralardaki sanat yapıtları da çok sayıdadır ve incelendiğinde Ortaçağ’a damgasını vurmuş olan bu uygarlığın daha yakından tanınmasına yardımcı olurlar. OSMANLILAR http://www.istanbullife.org/osmanlilar.htm Osmanli Beyligi Turk-Bizans sinirinda yasayan turkmen boylarindan biri tarafindan kurulmustur. Bulundugu cografi bolgenin onemi ve o sirada Bizans icinde cikan ayaklanmalar ve sorunlar Osmanli Beyliginin kisa surede 14. Yuzyilin Islam dunyasinin en guclu devleti haline gelmesine yol acti. Fatih Sultan Mehmet (2. Ehmet) Bizans’in baskenti Constantinapolis’i (Istanbul) 1453’te fethettiginde Osmanli Deveti zamaninin en guclu devleti haline geldi. Fatih Sultan Mehmet’in diger dinlere inananlara gosterdigi tolerans devletin ekonomik belkemigini olusturan bu azinliklarla barisik bir hayatin yuzyillar boyu yasanmasina yol acti ve bu gelenek Istanbul’un mozaik yapisinin temellerini olusturdu. Bu baris ve birliktelik ortaminin ilk adimini Fatih, Ortodoks Kilisesine ic islerinde tam bagimsizlik verip Katolik Kilisesinden tamamen ayrilmasina on ayak olarak atti. Ote yandan, Osmanli ordusunun teknik yonden ustunlugu 1. Selim (Yavuz Sultan Selim) zamaninda doruk noktasina ulasti. Osmanlilar doguda kutsal topraklar Mekke ve Medine dahil bircok yeri ve Anadolu’nun buyuk bir kismini topraklarina kattilar. Osmanli Devleti’nin en parlak donemi, sinirlarinin Viyana’dan Iran’a, Kirim’dan Habesistan’a kadar uzandigi Kanuni Sultan Suleyman’in padisahlik yaptigi 1520-1555 yillarina rastlar. Osmanli Devleti 17. Yuzyilin ortalarina kadar toprak kazanmaya devam etti. Ilk buyuk yenilgisini 1683’te Viyana sinirinda aldi. Toprak kayiplari ve yenilgiler devam ettikce Osmanlilar modernlik yarisinda geri kaldiklarinin farkina vardilar ve cozume bir dizi reform hareketiyle ulasmaya calistilar. Bu reformlarin amaci bir Osmanli kimligi olusturmak ve parlamenter bir rejime gecis yapmakti. Ordu ve egitim alanlarinda bircok kurumsal duzenlemelere gidildi ve 1. Dunya Savasina kadar Osmanli Devleti topraksal acidan kuculurken modernlesme acisindan buyuk gelismeler kaydetti. Yaklaşık 8000 kadar geriye uzanan tarihiyle İstanbul, çok eski bir yerleşim alanıdır. Günümüzden 5000 yıl kadar önce İstanbul’da yoğun bir iskan başlamış ve bu devirden itibaren kent beylikleri ortaya çıkmıştır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453’te Osmanlılar’ca fethinden sonra İslam dünyasının en önemli merkezi haline gelmiştir. Aşağıda, günümüzde de dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İstanbul’un, tarih öncesi çağlardan bugüne kadar olan tarihi, çeşitli dönemler esas alınarak anlatılmaktadır. FETIHTEN ONCE ISTANBUL TARIH ONCESI DÖNEM İstanbul ve yakın çevresinde yerleşmiş ilk insan topluluklarına ait izler M.Ö. 6.000’li yıllara uzanır. Yapılan araştırmalarda hem Anadolu, hem de Avrupa yakasında bu topluluklara ait yerleşim alanlarına rastlanmışır. Yarımburgaz Mağaraları, Büyükçekmece, Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos, Fikirtepe ve Ambarlı bu yerleşim alanlarından bazılarıdır. Bu ilk topluluklar, göçebelik ve yarı göçebelik aşamalarından sonra balıkçılık, tarım ve hayvancılığa bağlı yaşam biçimleri geliştirmişlerdir. Mesela Fikirtepe araştırmalarında M.Ö. 6.000 yılından itibaren köpek, koyun, keçi, sığır ve domuz gibi hayvanların evcilleştirdiği ve balık avcılığı yapıldığı ortaya çıkmıştır. Bu araştırmalarda bazı mezarlara ve yontma taştan aletlere da rastlanmıştır. M.Ö. 3.000’li yıllarda İstanbul ve çevresinde yoğun bir iskan olmuş ve küçük kent beylikleri kurulmuştur. Araştırmalar bugünkü Sultanahmet Meydanı ve çevresinin bu yıllarda önemli bir yerleşim merkezi olduğunu göstermektedir. BİZANTİON DÖNEMİ İstanbul’un üzerinde yeraldığı topraklarda yerleşim tarih öncesi çağlardan beri vardır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. Yunanistan’dan gelen Megara’lılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy’de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. “Körler Ülkesi” olarak da anılan Halkedon’un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660’larda da Trak kökenli komutanlar Bizans önderliğinde yola çıkan Mega’lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu’nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı’ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara’lılar, komutanlarının adından hareketle, kente “Bizantion “ adını verdiler. Bu yörede Megara’lılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşamaktaydı. Muhtemelen Megara’lılarla yerli halk kaynaşmışlardır. Bizantion bir ticaret kenti olması ve savunma açısından avantaj sağlayan konumu nedeniyle kısa zamanda büyüdü ve parası Yunan Kolonilerinde geçen bağımsız ve güçlü bir site haline geldi. M.Ö. 513 yılında Bizantion ve Halkedon Anadolu’yu fethederek ilerleyen Perslerin eline geçti. Ama M.Ö. 489’da Persleri yenen Sparta’lı komutan Pausantas, Bizantion’u Perslerden kurtardı ve M.Ö. 4777ye kadar kente egemen oldu. Bu tarihte Atinalılar kenti ele geçirdi ve Bizantion M.Ö. 4767da Atina’nın önderliğindeki Delos Birliği’ne katıldı. Bu birliğin dağılmasından sonra bir müddet bağımsız kalan kent, M.Ö. 405’te Atina-Isparta savaşları sırasında Ispartalıların eline geçti. M.Ö.340’da Makedonya Kralı Filip (Büyük İskender’in babası) tarafından kuşatılan kent Arkhon Leon tarafından savunuldu ve surları tamir ettirildi. Fakat daha sonra bir dönem Büyük İskender’in haleflerinin egemenliği altına girdi. M.Ö. 3189’de Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos’a tabi oldu ama bu dönemde kent yine yerel yöneticiler tarafından idare edildi. M.Ö. 278’de batıdan gelen Germen kavimlerinin akınına uğradı. Ele geçirilip yağmalandı ve haraca bağlandı. Daha sonra Makedonyalıların baskısı altında kaldı ve M.Ö 202 yılında bu baskıdan kurtulmak için Bergama Krallığı ve Roma Krallığı'nı yardıma çağırdı. Romalılar Makedonya savaşlarından sonra M.Ö. 146’da egemenliklerini Balkanlar’a Küçükasya’ya yayarlarken Bizantion Roma’ya tabi oldu. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyeletinin bir parçası haline geldi. ROMA IMPARATORLUĞU DONEMI Bizantion’un Roma egemenliği altına girmesi biraz da kendi isteğiyle olmuştur. M.Ö.2.yy.da uzun sürmüş bir Bitinya-Makedonya çekişmesinin odağı olmaktan bıkan Bizantion, Kizikos ve Rodos’la birlikte Roma’yı yardıma çağırdı ve M.Ö 146’da Roma’nın egemenliğine girdi. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline geldi. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü bitmiş oldu ama önemini korumaya devam etti. Roma idaresinde nispeten sakin bir 350 yıllık devir yaşayan Bizantion’u M.S 2 yy.a dek sarsan tek olay, Septimus Severus ve Pescenius Niger arasındaki savaşta Pescenius’u tutmasıdır. M.S 195-196’da savaşı kazanan Septimus, bu ihanetin intikamını Bizantion’u yıkarak ve halkını kılıçtan geçirerek alır. Ancak daha sonra şehrin tekrar inşasına yardım eder. Yine de Bizantion’da Büyük Konstantin dönemine dek kayda değer bir gelişme olmamıştır. Roma imparatoru I.Kontantin 330 yılanda Bizantion’u yeni başkent olarak ilan etti. Şehir yeniden inşa edildi ve “Constantinopolis” ismini aldı. I. Kostantin’in döneminde Hristiyan dünyasının en önemli dini ve siyasi merkezlerinden biri haline geldi. Şehir 4. ve 5. yüzyıllar boyunca bazı saldırılara maruz kaldı. Özellikle Got’ların ve Vizigot’ların akınlarına uğradı. 440 yılında Hun imparatoru Atilla şehre saldırdı. 450 yılına kadar Hunlara haraç ödendi. Özellikle 5. yüzyılda İstanbul’da mezhepler arası tartışmalar ve çatışmalar yaşandı ve bunlar bazen ayaklanma veya iç savaşa dönüştü. Fakat herşeye rağmen İstanbul, bu süre içerisinde önemini korudu. Dışarıdan, özellikle Trakya’dan getirilen toplulukların da etkisiyle, 5. yüzyılda kentin nüfusu Roma’yı aştı. Bu dönemde bugünkü Galata’nın yerinde Sykai adlı yarı kent özellikleri taşıyan bir dış mahalle kuruldu. Gittikçe büyüyerek bir ticaret kenti haline gelen Sykai, kurulan bir köprüyle kente bağlandı. Bu esnada ise Batı Roma imparatoluğu sürekli güç kaybediyordu. 476 yılında Ostrogorlar Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus’u tahttan indirdiler ve imparatorluk alametlerini Doğu Romu İmparatoru Zenon’a teslim ettiler. Böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe karışıyordu, fakat aynı zamanda da İstanbul Roma İmparatorluğu’nun tek başkenti haline geliyordu. BIZANS IMPARATORLUĞU DONEMI 476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra başkenti İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparaatorluğu’na dönüşmüş ve böylece İstanbul, bir “Roma Şehri” olmaktan çıkarak doğuya özgü bir Ortodoks şehri haline gelmiştir. 6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu için dolasıyla İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcı oldu. Okuma yazma bile bilmeyen selefinin aksine dindar ve eğitilmiş biri olan İmparator I. Jüstinyen döneminde kent mamur bir Ortodoks Hristiyan başkenti görüntüsünü kazandı. Daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle bu dönemde inşa edildi. 543’lerde kentte görülen veba salgını halkın yarısına yakınını öldürdü. Şehir sürekli felaketlerle karşılaştı. Fakat özellikle İmparator I. Jüstinyen’in kurduğu yapı İstanbul’a her türlü savaşı ve felakete karşı direne kazanmıştır. 7. yüzyıl sonları ve 8. yüzyıl İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar’ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda da Bulgarlar ve Müslüman Araplar kuşattılar. Dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kenti ele geçirmek için saldırılar düzenlediler. Bu arada imparatorların da taraf olduğu Hristiyan mezhep kavgaları şiddetlendi, özellikle tasvir taraftarları ve karşıtları biçimindeki bölünme sadece kenti değil imparatorluğu ve Hristiyan öğretisini de derinden etkiledi. İstanbul’un bu yükselme dönemi Latin istilasıyla sona erdi. 1204’de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve acımasızca yağmalandı. Ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü. LATIN ISTILASI İstanbul, Haçlılarla ilk olarak 1096’da tanıştı. İmparaator Aleksios 1071’de Malazgirt’te kaybedilen toprakları alabileceğini umarak bu ilk Haçlıların gelmesine sevindi. Sözde, Müslümanlardan alınan topraklar Bizans’a verilecek, Bizans da Haçlıları destekleyecekti. Ama Haçlılar buna uymadılar ve 1099’da Kudüs Latin Krallığı’nı kurdular. İstanbul halkı Haçlıları hiç sevmedi ve sürekli tepki gösterdi. Bu arada Haçlı seferleri devam etti ve dördüncü sefer, İstanbul’un işgali ve paylaşılması ile sonuçlandı. O dönemde Bizans’ta bir taht kavgası yaşanmaktaydı. Bunu fırsat bilen Haçlılar, Venedikliler’in de yardımıyla Haliç’e girdiler. Saldırı 9 Nisan’da başladı ve 13 Nisan 1204’de şehir ele geçirildi. Üç gün boyunca benzeri görülmemiş bir barbarlıkla İstanbul yağmalandı ve insanlar katledildi. Ayasofya’da dahil olmak üzere bütün anıtsal yapılar tahrip edildi, yüzlerce yıllık yazma kitaplar yakıldı. Birçok değerli Bizans eseri Avrupa’ya taşındı. Bu üç günün sonunda yağma düzenli hale getirildi ve Bizans, Haçlılarla Venedikliler arasında paylaşılarak bir Latin İmparatorluğu kuruldu. Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmis hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi. IKINCI BIZANS DONEMI İstanbul’da ikinci Bizans Dönemi, Palailogos Hanedanı’nın 1261 yılında İstanbul’u Latinlerden geri almasıyla başlar. Ama bu dönem boyunca, İstanbul eski önem ve özelliğini bir daha kazanamayacaktır. Latinler tarafından bütün zenginlikleri talan edilen kent,bu süreç içerisinde bir ticaret merkezi olma vasfını da tamamen kaybetmişti. Bu durumun olumsuz etkileri İkinci Bizans Dönemi boyunca devam edecek ve bütün ticari üstünlüklerini tamamıyla Galata’ya kaptıran İstanbul, etrafı surlarla çevrili bir tarım kenti haline dönüşecektir. Bu dönem boyunca elde ettiği imtiyazlar sayesinde, Galata İstanbul’dan daha önemli bir kent haline gelmiştir. İkinci Bizans Dönemi’nde İstanbul için olumlu bir gelişme, mezhep çatışmalarının durulmasıdır. Bu dönem içerisinde İstanbul tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hristiyanlığının merkezi durumuna gelmiş, yine bu dönemde Bizans sanatı en olgun dönemini yaşamıştır. O yıllarda Kariye (Khore) Kilisesine yapılan mozaikler, Bizans sanatının zirvesi olarak kabul edilmektedir. İkinci Bizans Dönemi aynı zamanda, İstanbul’un Osmanlı’lar tarafından gittikçe daralan bir çembere alınması ve yavaş yavaş fethedilmesi sürecidir. 1373’ten itibaren İstanbul Osmanlı’ya haraç ödemeye başladı. 1393 yılında Sultan Yıldırım Bayezid, 1422’de Sultan II. Murad İstanbul’u kuşattı, ama başarılı olamadılar. Orhan Gazi’den itibaren Boğaz’ın Anadolu yakası Osmanlı’nın eline geçti. Aynı şekilde, 15. yüzyılda bir kaç önemsiz kasaba hariç bütün Trakya da fethedilmiş bulunuyordu. Bu nedenle 15. yüzyılda Bizans İmparatorları Katolik Roma’dan sürekli yardım taleplerinde bulunmak zorunda kaldılar. Fakat Papalık, otoritesi altında birleşmesini şart koşuyordu. Bizans 1452'de bu talebe boyun eğmek zorunda kaldı. Bu birleşmenin İstanbul’da Ayasofya’da kutlanmak istenmesi çok sert tepkilere ve protestolara neden oldu. 1453 Mayıs’ında İstanbul’un fethedilmesiyle Bizans İmparatorluğu tarihe karıştı. Fakat İstanbul için yeni ve parlak bir dönem başlıyordu. FETIH VE ISTANBULA ISTANBUL MUSLUMAN ARAPLARIN KUŞATMALARI İstanbul, müslümanların sefer tarihlerinin başlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiştir. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemişler, bunların bir kısmında şehri kuşatmışlardır. Hz.Muhammed’den rivayet edilen, Kostantiniye’nin fethine ilişkin olan ve şehri fethedecek komutan ve askerlerin övüldüğü hadiseler bu seferlerin düzenlenmesini teşvik eden faktörlerden olmuştur. Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz.Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye valisi Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarıındaa yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır. Müslümanların ilk İstanbul kuşatması ise, 668’de Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu döneminde gercekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’un baharına kadar sürdürdüyse de şehri ele geçiremedi. Salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in bayraktarı Hz.Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehid düştü ve surların dibinde toprağa verildi. Bu seferden sonra, Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. 7 yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı. Ağustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da başarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koşulları, açlık ve hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre bu kuşatma sırasında İmparator III.Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiştir. Araplar’ın son kuşatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’de yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” ünvanını bu seferle almıştır. Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuştur. Ama daha sonraki bu seferlerin hiçbiri kuşatmayla sonuçlanmamıştır. OSMANLILARIN ISTANBUL KUŞATMALARI Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce, bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleşim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Yanısıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın iç işlerine de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetihe kadar süren dönemde de sürekli İstanbul civarında manevralar yaptılar. 1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuşatmaya dönüşmedi. Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan başlattığı sefer de Hrıstiyan dünyasının oluşturduğu güçlü ittifakla durduruldu. İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuşatma Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. İmparator ile yapılan anlaşma sonucu Yıldırım Bayezid’in kuvvetleri şehre giremedi. Sultan Yıldırım Bayezid, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını sağladı. Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek İmparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir. Sultan Yıldırım Bayezid’in dönemindeki son kuşatma girişimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı. Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin başarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin Bursa’daki kardeşi Çelebi Mehmed’in desteğini alarak kuşatmanın kaldırılmasını sağladı. Daha sonra Osmanlı padişahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi. Fetihden önceki son kuşatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleşti. Uzun bir hazırlık dönemine ve sağlam bir stratejiye dayanan bu kuşatma öncekilerden çok daha zorlu geçti. Kuşatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taşraya bağlayan bütün yolları kesmeleriyle başladı. Dönemin en etkili manevi otorilerinden olan Emir Sultan’ın da Bursa’dan gelerek yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin çoşkusunu artırdı. 24 Ağustos’da Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok şiddetli oldu ise de, şehrin alınmasına yetmedi. Bu kuşatma Sultan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı. Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oğlu’na kalmıştır. FETIHTEN ONCE ISTANBUL Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk Konstantinopolis şehriyle sınırlı hale gelmişti, toprakları Konstantinopolis’ten başka Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da Osmanlılar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden değil, buraların çok ciddiye alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuşatmaların başarısız olmasının sebebi ordu değil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı. Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü değildi. Bizans imparatorları da artık Osmanlılara itaatini sunmuş ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmişlerdi. Osmanlılar için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk başkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve kesinlikle düşmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliğiinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı Seferleri örgütleniyordu. Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuşatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu, Hristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı. Bu ayrılık Hristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına geliyordu. Bu ikiliği gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa bir ittifak dönemi başladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması, Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaşma Konstantinopolis halkı tarafından hiç de hoş karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert protestolarıyla karşılaştı. Bizans halkı Konstantinopolis’de Avrupalı’yı görmek istemiyor, yeni bir latin dönemi yaşamaktan korkuyordu. Floransa Konsili’nde sağlanan birleşmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi 1443 ve 1444’de istila etti.Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların önünü kesti. Bu son savaş Kostantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadoluya ve Rumeliye yayılan genç İmparatorluğu için Kostantinopolisi fethetmek artık tersi düşünülemez bir mecburuyetti. İmpaaratorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan kaldırılmalıydı; çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirene bağlanması Kostantinopolisin fethiyle mümkündü. ISTANBUL’UN FETHI İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ıın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz’lilerin elinde bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin kronlojisi şu şekildedir : 6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St.Romanüs Kapısı (Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuşatıldı. 6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı. 9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı. 9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi. 11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı.Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı. 12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine havan topları ile Haliç’deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı. 18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü. 20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyemedi. Bu başarısızlık Osmanlı Ordusunda bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye başladı. Hemen sonra bu durumden istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu. Sadrazam Çaldarlı Halil Paşa’nın desteğiyle bu öneri reddedilerek, kuşatmaya ve surların büyük toplarla dövülmesine devam edildi. Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmet’e şeyhi ve hocası Akşemseddin’in fetih müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmet bu manevi desteğin de etkisiyle bir yandan saldırıyı şiddetlendirirken, öte yandan herkesi şaşırtan yeni girişimlerde bulundu: Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti. 22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiği gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç’e inmişlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı. 28 Nisan 1453: Haliç’deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surlarıda ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı. İmparator’a Ceneviz’liler aracılağıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. Eğer teslim olunursa serbetçe istediği yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi kabul etmedi . 7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı. 12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü. 16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç’deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı. 18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizans’lılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan herdekleri boşalttılar. Sonraki günlerde surların yoğun top ateşiyle dövülmesi sürdürüldü. 25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey’i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi. 26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çaldarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmayı kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi Zağanos Paşa’ya verildi. 27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu. 28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaşarak askeri yüreklendirdi. İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizansın son töreni oldu. 29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu. Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle gögüş göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Belgrad kapıdan Yeniçeriilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direnişçileri ardından çevrilmeleri üzerine Bizans savunması çöktü. Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed öğleye doğru Topkapı’dan şehre girdi, doğruca Ayasofya ‘ya girerek burayı camiye çevirdi. Böylece bir çağ açılıp, bir çağ kapandı. FETHIN SONUÇLARI İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek olan sonuçları vardır. Bu nedenle bir çok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini kabul eder. Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk Beyliğine karşı üstünlüğünü pekiştirmiş bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un fethi, Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir.Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başlar . Böylece Osmanlı Beyliği bir dünya devleti haline gelecektir. Fetihten sonra, Osmanlı liderliğindeki İslam, dünya politakasının temel dinamiklerinden biri olmuştur. O dönemde Eski Dünya’da yaşanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların belirleyici bir rolü vardır. Avrupa Hrıstiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyeti Ön-Asya’dan çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu işlevi görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hrıstiyan dünyasınca kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüğün başlangıç noktasıdır. İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de Rönensans üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra bir çok Bizans’lı düşünür ve sanatçı yanlarına çok değerli yazma eserleri de alarak, çoğunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan kültürüne dönüşte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönensans hareketi başladı. FATİH SULTAN MEHMED 1432-1481 yılları arasında yaşamış yedinci Osmanlı padişahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır. Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan, Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiştirildi. Dönemin geleğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa Sancakbeyliğine tayin edildi. Mükemmel bir eğitimle, matematik, geometri, hadis, tesir, fıkıh, kalem ve tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpca öğrendi. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü birfikir adamı olarak yetişti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, şiirde devrinin üstadları arasında yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan Fatih’e aittir. Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II.Murad’ın tahttan çekilmeye karar vermesi üzerine padişah ilan edildi. Tahtta çocuk yaşta birinin olmasından cesaretlenen Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladılar. Osmanlılar’ı Avrupa’dan atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II.Murad ordunun başına geçti ve Varna Meydan savaş’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Sultan II.Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci şehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü. Sultan II.Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul‘un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak oldu. Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da Avrupa’da görülmemiş büyüklükte toplar ısmarladı ve bir donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı doğrudan üstlendi. İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi. Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini sağladı. Fetih hareketlerine devam ederek Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından Sinop’u alarak Candaroğulları’na, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki Balkanları Osmanlı idaresinde birleştirdi. Karamanlılar’dan Konya ve Karaman’ı alarak Karaman Eyaleti’ne dönüştürdü. Venedikler’den Eğriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye (Alanya) Beyleri’nin egemenliğine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılar’a bağladı. Daha sonra Batıya yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılar’a bağladı. Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlılar’ın eline geçti. Bunun üzerine Papalık büyük bir telaşa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa devletlerine çağrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler. Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat etti. Bazı araştırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüştür. DEVLET VE BİLİM ADAMI FATİH SULTAN MEHMED Benzerine çok rastlanmayan son derece yoğun bir eğitimden geçen Fatih Sultan Mehmed, daha çocukluğundan itibaren büyük ber devlet adamı olmak üzere yetiştirildi. Üstün bir komutanlık özelliğine sahipti. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi şekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleşmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 30 yıl süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşide dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını elegeçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II.Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 katına çıkardı. Fatih Sultan Mehmed, fetihleriyle olduğu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak için getirdiği düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin işleyişini düzenledi. Geniş görüşlü ve açık düşünceli bir padişah olarak kültür ve sanat alanında gelişmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eşi görülmemiş bir hoşgörü gösterdi. İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı. Ortodoksluğun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokülüne göre vezir rutbesine eş tutuldu. Patrik II.Gennadios’a Hristiyan inancının temel ilkelerine ilişkin bir eser hazırlattı ve Osmanlıca’ya çevirtti. Fatih Camii’nin çevresinde kurduğu sekiz medrese, İslam ilimleri alanında yüz yıl boyunca imparatorluğun en önemli öğretim kurumu oldu. Zaman zaman “ulema” adı verilen İslam ilahiyatçılarını bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi. Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye erişti. OSMANLI'DAN CUMHURIYET'E ISTANBUL FETIHTEN SONRA ISTANBUL İstanbul, fetihten sonraki ilk üç günde karışıklıklar içinde kaldı. Üçüncü gün şehir sakinleşti. Ardından görkemli şenliklerle fetih kutlandı. Şenlikten sonra Fatih Sultan Mehmed askerin şehirde dolaşmasını yasakladı. Hızla şehir kontrol altına alındı. Rumların kendi dinleri ve gelenekleri ile yaşayabileceği duyuruldu. Fatih Sultan Mehmed Ortodoks Rumlara boş bulunan Patriklik makamına birini seçmelerini emretti. Fetih sırasında olumlu davranışları görülen Yahudi cemaatine Havralarına sahip olma hakkı tanındı ve Haham’a iltifatlarda bulunuldu. Türk-Yahudi topluluğu Karayim Cemaati’ine Arpacılar Mescidi’nin bulunduğu yerde bir ibadethane tahsis edildi. Daha sonraları Ermeni Cemaati için de bir patrik tayin edilmiş ve cemaatler arası denge gözetilmiştir. Fatih Sultan Mehmed şehirde düzeni sağlar sağlamaz hızla imar faaliyetine girişti. İlk ciddi imar faaliyeti, fetih esnasında harap olan surların tamiridir. Hendekler temizletildi ve yıkık yerler tamir edildi. Fatih Sultan Mehmed bakımsız ve harap durumda olan Ayasofya’yı satın alıp, tamir ettirdi ve camiye dönüştürdü. Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı veya vakfettiği çok sayıda yapının bir kısmı şunlardır: Bugünkü Vefa semtinde Şeyh Ebu’l-Vefa adına yaptırılan cami, bugünkü Eyüp’te Ebu Eyyub el-Ensari’nin türbesi ve civarına yayılan külliye, devlet hazinesi olarak da kullanılan Yedikule, şehrin yedi tepesinden biri üzerine kurulan ve kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Külliyesi, bugünkü Beyazıt Meydanı civarında yaptırılan ve günümüze izi kalmayan Saray-ı Atik ve Saray-ı Cedid (bugünkü Topkapı Sarayı). Bu dönemin diğer önemli eserleri arasında, Mahmud Paşa Camii, Gedik Ahmet Camii, Karamani Mehmed’in Nişanca Camii, Rum Mehmed Paşa Camii, Has Murad Paşa Camii, İbrahim Paşa Camii ve bunların çevresinde sıralanan imaret ve benzeri yapılar, Belgrad Ormanlarındaki kaynaklardan şehre su taşıyan tesisler, çok sayıda darüşşafaka, imaret, han,kervansaray gibi yapılar ve bu günkü Kapalıçarşı sayılabilir. Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Boş mülkler fetihde hizmeti geçenlerin yanısıra hemen her isteyene parasız olarak verildi. Anadolu ve Rumeli’den müslüman nüfus şehre göçe özendirildi. Bu da yeterince fayda sağlamayınca vilayetlere ferman gönderilerek her sınıftan belli sayıda kişinin İstanbul’a sürgün edilmeleri buyruldu. Çeşitli bölgelerden Hıristiyan ve Yahudiler de şehre getirilerek belli yerlerde iskan edildiler. Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve sürgünlerle oluşan mahalleler daha sonraki İstanbul idari yapısının temelini oluşturdu. 1459’da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü ise surdışında yeralan ve “Bilad-i Selase” olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar’dı. 1457 sonunda eski başkent Edirne’nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi. İstanbul, fetihten elli yıl sonra Avrupa’nın en büyük şehri haline geldi. 16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 45 gün süren depremde binlerce bina haraboldu, yıkılmadık tek minare kalmadı. İstanbul, 1510’da Sultan II. Bayezıd tarafından 80.000 kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır. KANUNI SULTAN SULEYMAN DONEMI Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtta kaldığı 1520-1566 yılları arasındaki 46 yıllık dönem, devlet için olduğu gibi İstanbul için de bir yükseliş dönemi olmuştur. Bu dönem boyunca İstanbul’da birçoğu günümüze de ulaşmış çok sayıda paha biçilmez eser inşa edilmiştir. 1509 depreminde büyük hasara uğrayan kent yeniden ve daha planlı bir biçimde restore edilmiş, şehir yeni bentler, su kemerleri, su yolları ve çeşmelerle bol suya kavuşmuştur. Medreseler, kervansaraylar, hamamlar, hasbahçeler ve köprülerle donatılan İstanbul tam bir büyük kent görünümü kazanmıştır. Yine bu dönemde Haliç-Galata Limanı Akdeniz’in en işlek limanlarından biri haline gelmiştir. Bu dönemde inşa edilen eserler, özellikle Mimar Sinan tarafından yapılanlar şehre yepyeni bir görünüm kazandırmışlardır. Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesi, Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Cihangir Camii, Mihrimah Sultan adına Edirnekapı ve Üsküdar’da yapılan camiler, Hurrem Sultan adına yaptırılan Haseki Külliyesi ve Haseki Hamamı bu dönemde inşa edilen eserlerin önemlileridir. Bu devirde açılan Sahn-ı Süleymaniye Medreseleri de İstanbul’a bir eğitim ve bilim merkezi olma özelliği kazandırmıştır. Kanuni dönemi İstanbul için bir planlı kentleşme dönemi olmuştur. Bir yandan kente yeni göçlerin gelmesi engellenmiş, diğer yandan da surların çevresine ev yapımı yasaklanarak, her evin pencerelerine kepenk konulması ve Galata’daki tüm yapılarda taş kullanılması zorunluluğu getirilmiştir. İstanbul’a bol su sağlamak için birçok tesis hazineden ayrılan ödenekle ve angarya sistemine başvurulmaksızın tamamlanmıştır. Şehir, Sarayburnu, Tersane, İskender Çelebi, Dolmabahçe, Tokat, Çubuklu, Sultaniye, Üsküdar, Haydarpaşa, Kandilli hasbahçeleri ve Büyükdere Korusu ile bezenmiştir. Kentin tüm iaşe ve ihtiyaçları devletçe üstlenilmiş; bu maksatla Rumeli şehirleri, Karadeniz Kıyıları ve Mısır’a bir takım yükümlülükler getirilmiştir. Yine İstanbul bu dönemde “kahvehane"lerle tanışmıştır. İstanbul’un büyüyerek eski sınırları dışına taşması ve yeni semtlerin ortaya çıkışı da Kanuni devrinde gerçekleşmiştir. Kasım Paşa, Piri Paşa, Piyale Paşa ve Ayas Paşa mahalleri bu dönemde kurulmuştur. Galata da bu dönemde çok canlıdır ve tek başına bir şehir büyüklüğüne ulaşmıştır. Yine bu yıllarda ilk kez olarak Beyoğlu’nda elçilik binaları açılacaktır. Kanuni dönemi İstanbul’u bazı büyük felaketlere de şahit olmuştur. Veba salgınları bu dönemde bu dönemde İstanbul’u sık sık etkilemiştir. 1554’te çıkan yangın Ayasofya’dan Tahtakale’ye kadar olan kısmı, 1555’te çıkan yangın ise Galata’yı büyük hasara uğratmıştır. 1554’teki şiddetli fırtınada deniz kabarmış, dereler taşmış, bir çok insan boğulmuştur. 1563’teki aşırı yağmur neticesi oluşan seller ise bundan da büyük zararlara yol açmış, hatta bu esnada Yeşilköy’de avlanmakta olan Kanuni Sultan Süleyman da tehlike atlatmıştır. LALE DEVRI’NDE ISTANBUL Lale Devri 1718-1730 yılları arasında ve Sultan III. Ahmed ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve varlıklı kesimler arasında başlayan lale yetiştirme merakından alır. Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve değişiklikler yaşadı. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiği projelerden esinlenerek İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi ve Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme furyasının doğuşuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköyü, Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köşk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap olmuş semtler yeniden inşa edildi. Lale Devri’nde İstanbul’un yaşadığı yenilikler sadece imar sahasında değildi. İlk olarak bu dönemde itfaiye teşkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaş fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu yıllar içerisinde açıldı. Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaşandı. Özellikle şair ve ressamlar saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son şaheserlerini vermiştir. Emetullah Gülnuş Valide Camii, Sultan III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeşmeler, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi ve Damat İbrahim Paşa Külliyesi bunların başlıcalarıdır. Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiştir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü olan lale bahçeleri ve köşklerin birçoğu tamamen tahrip edilmiştir. TANZIMAT DONEMI 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı. Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü. Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padişahlar, diğer taraftan da devlet erkanı, gayrımüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı. Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir. Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi terkedildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa edildi. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfus etti. Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması , tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır. Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüşdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime başlayan okullardandır. Tüm bu değişmeler doğal olarak kentin sosyal yaşamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da yerleşmiş bulunan Levantenlerin yaşam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu dönemde Beyoğlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla tam bir eğlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte; Beyoğlu’nun yanısıra Şehzadebaşı ve Gedikpaşa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eğlence alışkanlıklarıyla birlikte, zevkleri de değişiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler değil orta halli aileler de Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu değişti; masa, sandelye ve koltuk gibi eşyalar evlere girmeye başladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti başladı. Suriçi ve Beyoğlu kışlık; Boğaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi. Bu nedenle önceden Boğaz’da yalı satın alacak paralar, mevsimlik kira olarak ödenir hale geldi. İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok değişiklik yaşadı. Geleneksel esnaf örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı şirketleştirmek için krediler vermeye başladı. Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak grevlerle de tanıştı. Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de şahit olacaktı. Galata bankerleri artık doğrudan saraya borç veriyor veya Osmanlı’nın kombiyo işlemlerini yönlendiriyordu. Devlete ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoğalmış; kurulan Galata Borsası sadece Galatalı bankerlerin değil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı. Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diğer taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya başlayacaktır. 1844 ilk nüfus sayımı, 1870 Beyoğlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya değer diğer olaylarıdır. MESRUTIYET DONEMI Sultan Abdülaziz’in gürültülü bir şeklde tahttan indirilişi ve meşrutiyeti ilan sözü alınarak II. Abdülhamid’in tahta çıkarılışı ile İstanbul’da yeni bir dönem başlar (31 Ağustos 1876). Sultan II. Abdülhamid 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’i ilan etti. Ancak kısa süre sonra başlayan Türk-Rus Savaşı (27 Nisan 1877) İstanbul’u paniğe boğdu. Bu savaşta Rumeli cephesine yakınlığı nedeniyle İstanbul savaşın birçok acısını yaşadı. Kentin içinden batıya asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaştan kaçan Rumeli’li muhacirler kentte bir çok sıkıntıya yol açtı. Bu muhacirler sefalet içinde cami ve medreselerde ve boş alanları saran tahta ve teneke barakalarda yaşamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yaşananlar nedeniyle, bu savaş halk arasında “Doksanüç Harbi Faciası” diye anılır. 13 Şubat 1878’de Sultan Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı. 3 Mart 1878’de Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos antlaşması imzalandı; uzun bir barış dönemi başladı. 1881’de Devlet’i Osmani’nin ödenmeyen borçları için Duyun-u Umumiye kuruldu. Devletin birçok vergilerine el konulmasına rağmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleşime açılması, Terkos su şebekesi, Hamidiye suları, havagazı şebekesinin genişletilmesi sayılabilir. Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem felaketi de yaşadı. Halk arasında “Üçyüzon Depremi” denen 1894 depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım çalışmalarına girişildi. Bu dönem İstanbul’unda yaşanan diğer önemli olaylar arasında 1895, 1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da teşebbüs edilen iki suikasti de zikredebiliriz. Birincisi başarısız olarak padişaha yapıldı; diğerinde Şehremini Rıdvan Paşa hayatını kaybetti. Diğer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret sayılabilir. Bunlar arasında İran Şahı Nasıreddin ve oğlu, eski ABD başkanı General Grant ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyaretleri zikredeğer. II. Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman Çeşmesini’ni yaptırtmıştır. Sultan II. Abdülhamid eğitim konusuyla da ilgilenmiş; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u Maliye, Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi, Hamidiye Baytar Mektebi, Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek Sanayi Mektepleri, Darülfünun (Üniversite), rüşdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar) açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuştur. Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt Umumi Kütüphanesi, Yıldız Arşiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak (başbakanlık arşivi) gibi değerli kültür müesseseleri de o yıllarda kurulmuştur. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Şişli Etfal Hastenesi ve Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde İstanbul’un ve imparatorluğun fotoğraf albümlerini hazırlatmıştır. Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etti ve 31 Mart Vakası’ının ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine Sultan V. Mehmet Reşad tahta geçti (27 Nisan 1909). İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaşlar ve karışıklıklar içinde geçti. Sultan V. Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart Vakası’ndan sonra İstanbul’lular artık meydanlardaki darağaçlarında sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular. 19 Ocak 1910’da Çırağan Saray’i yandı. Bu bir seri kötü olayın ilki oldu. 9 Haziran 1910’da gazeteci Ahmed Samim Bey suikastle öldürüldü. 6 Şubat 1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18 Ekim 1912’de Balkan Savaş’ı başladı. İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaştı. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti silah tehdidi altında istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şeket Paşa suikaste kurban gitti. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başladı. Rüşvet ve hırsızlık meblağları onbinlerce altını buluyordu. Artık bu olan bitene Sultan V. Mehmet Reşat seyirci kalmıştır. Onun döneminin gerçek hakimi ise İttihat ve Terakki olmuştur. 14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamadı. Kısa sürede paralarını Beyoğlu’nun balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi harcayan bir savaş zenginleri sınıfı oluşmuş: Açlık ve sefalet, yıkık dökük mahalleler ve zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaş gazileri ve kantocuların, şarkıcıların ve yabancı artistlerin ayağına dökülen paralar bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleri olmuştur. ISGAL VE MUTAREKE YILLARI I.Dünya Savaşında Osmanlı müttefikleriyle birlikte mağlup oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa açıklarına demirledi ve böylece İstanbul’un işgali başladı. Ama Londra Konferansı’nda kararlaştırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak şehir topyekün işgal edilmedi. Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti. 4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali kararlaştırıldı. 14 Mart’ta telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün işgal hareketi başladı. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Sabah erken saatlerde bir İngiliz birliği Şehzadebaşı’ndaki karargahı basarak askerlerin üzerine yaylım ateşi açtı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı. Ve 150 kadar siyası şahsiyet Malta’ya sürgün edildi. İşgal ve Mütareke yıllarında İstanbul pek aşina olmadığı büyük gösterilere şahit oldu. 19 Mayıs 1919’da ilk kez kadın hatiplerin de konuşma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50 binden fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise Sultanahmet Meydanı’nda 150 bin kişinin katıldığı başka bir miting daha yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz 1922 tarihleri arasında da Darülfünun öğrenci ve öğretim üyeleri dersleri boykot ettiler. Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu ve Müdafa-i Milliye teşkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli örgütlerdi. Bunlar gösteriler düzenlemek, Anadolu’da başlayan bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevketmek ve istihbarat yapmak gibi faaliyetlerde bulundular. Bu yıllarda İstanbul çok hareketli bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u terkederek işgal altında bulunmayan Anadolu şehirlerine göç ederken, diğer taraftan da çok sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok etkileyenler, Bolşevik İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200 bin civarındaydı. Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca benimsendi ve moda haline geldi. İlk kez bu dönemde İstanbul’lular Rus’lardan etkilenerek denize girmeye başladılar. İstanbul’un gece hayatı da işgale rağmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve sinamalar bu dönemde yoğun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastahaneler bu dönemde meyhane ve muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi. Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirdi. Bu eğlence yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuş çok yaygınlaştı. Bu dönem için bir diğer önemli gelişme de işçi hareketlerinde ve sosyalist faalyetlerdeki canlanmadır. Bu dönemde bir çok sosyalist ve işçi kuruluşu ortaya çıktı. Grevler ve diğer işçi eylemlerinde de büyük artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak kutlanmaya başlandı. 9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. 11 Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aşamalı olarak Trakya’yı boşaltması kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilgasına karar verdi. Böylece İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki başkent olma özelliğini sürdürmesine rağmen, fiili olarak başkent olmaktan çıktı. 16 Kasım’da son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan ayrıldı. 4 Kasım 1923’te ise işgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terketti. Böylece Latin işgalinden sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci işgali de sona erdi. OSMANLI PADIŞAHLARI Osman Gazi 1299-1326 Sultan Orhan Gazi 1326-1359 Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389 Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403 Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421 Sultan Murad II 1421-1451 Fatih Sultan Mehmed 1451-1481 Sultan Bayezid II 1481-1512 Yavuz Sultan Selim 1512-1520 Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566 Sultan Selim II 1566-1574 Sultan Murad III 1574-1595 Sultan Mehmed III 1595-1603 Sultan Ahmed I 1603-1617 Sultan Mustafa I 1617-1623 Sultan Osman II 1617-1622 Sultan Murad IV 1623-1640 Sultan İbrahim I 1640-1648 Sultan Mehmed IV 1648-1687 Sultan Süleyman II 1687-1691 Sultan Ahmed II 1691-1695 Sultan Mustafa II 1695-1703 Sultan Ahmed 1703-1730 Sultan Mahmud I 1730-1754 Sultan Osman III 1754-1757 Sultan Mustafa III 1757-1774 Sultan Abdülhamid 1774-1789 Sultan Selim III 1789-1807 Sultan Mustafa IV 1807-1808 Sultan Mahmud II 1808-1839 Sultan Abdülmecid 1839-1861 Sultan Abdülaziz 1861-1876 Sultan Murad V 1876-1876 Sultan Abdülhamid II 1876-1909 Sultan Mehmed Reşad 1909-1918 Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922 TEK PARTILI YILLARDA ISTANBUL İstanbul Cumhuriyet’i kan kaybetmekte olan bir şehir olarak karşıladı. Yüzyılın başlarında 850.000 civarında olan nüfus, 1927 sayımlarında 700.000 ‘ e kadar düştü. İstanbul’un kimliğini oluşturan nüfusunun kompozisyonu da değişti. İstanbul, Cumhuriyet ile birlikte imparatorluk başkenti olma özelliğini kaybedecektir. Üç büyük imparatorluğun başkenti, artık bir ulus devletin sadece en büyük kenti olarak varlığını sürdürecektir. Yine Cumhuriyet ile İstanbul, İslam dünyasının hilafet merkezi olmaktan da çıkmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıylada tarihin en zengin mistik alanları İstanbul’lunun günlük hayatında çekilmiştir. Bütün bu olanlar yüzlerce yılın oluşturduğu İstanbul ve İstanbul’lu kimliklerini yok edecektir. Öncelikle bu tarih şehri olan İstanbul, tarihinden, tarihinin taşıdığı zenginliklerden (kültürel, dini, sosyal, mimari, folklorik.....) koparılmıştır. Bu yandan batılılaşmaya, öte yandan imparatorluğa ait her türlü sembol ve kurumdan kurtularak ulus devlet olmaya çalışan genç devlet bu yıllarda bütün enerjisini kültürel, politik, ekonomik, mimari, ideolojik vs. her anlamda Ankara’ yı kurmaya kullandı. İstanbul ciddi biçimde ihmal edildi. O kadar ki bir dönem İstanbul’a ayrıca bir belediye başkanına bile gerek görülmedi. O esnada dünyanın sayılı şehirlerinden biri olmayı sürdüren İstanbul’un belediye başkanlığı valini ikinci işi oldu. Şehre ilişkin bütün kararlar Ankara merkezli ve Ankara gözüyle, masa başında alındı. İstanbul, ikibin yılı aşan kent tarihinde ilk kez dışarıdan yönetilmeye başlandı. İktisadi ve ticari merkez olmayı sürdüren şehire bu dönemde, ürettiğinden çok daha az kaynak ayrıldı. Bu dönemde şehricilik adına hiçbirşey yapılmadı. Sadece genç devletin ideolojisini yansıtan değişiklikler gerçekleşti; Sokak adlarının değiştirilmesi, Osmanlı Hanedanına ve İmparatorluk kurumlarına ait binaların yeni fonksiyonlar için kullanılmaya başlanması, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, imparatorluk kurumlarının yeni isim ve düzenlemelerle açılması gibi daha çok sembolik anlamlar taşıyan uygulamalar yapıldı. MENDERES DONEMI Cumhuriyet döneminde İstanbul ‘un imarına ilişkin ilk uygulamalar Adnan Menderes döneminde oldu. Bir yandan 1950 sonrasında başlayan sosyal hareketlilik ve bunun neticesi olan göç patlaması, diğer taraftan DP yöneticilerinin zihinlerindeki modern kent imajı İstanbul’da yoğun imar çalışmalarına yol açtı. Tarihi kent dokusunu yok edilmesi pahasına açılan yollar kentin çehresini oldukça değiştirdi. 1950 -1960 arasında birçok büyük yol açıldı ve varolanlar genişletildi. Bunların başlıcaları Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Beyazıt-Aksaray arasındaki Ordu Caddesi, ŞehzadebaşıEdirnekapı arasındaki yol; Sirkeci-Florya arasında sahil yolu, Eminönü- Unkapanı yolu, Karaköy-Azapkapı yolu, Karaköy-Dolmabahçe yolunun genişletilmesi, Kemeraltı Caddesi ve Barbaros Bulvarı’dır. Bu yollar açılırken binlerce bina yıkıldı. Bu imar faaliyetlerinden Murad Paşa Hamamı, Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı, Bayezid Hamamı, Fatih Külliyesinin Akdeniz Medreseleri, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi ve Sıbyan Mektebi gibi birçok tarihi eserde zarar gördü. Birçok eser ya yer değiştirdi , yada yok edildi. Yine bu dönemde Belediye Sarayı, Hilton Oteli ve Divan Oteli gibi kentin mimari anlayışındaki değişimi yansıtan büyük binalar yapıldı. Menderes’in uygulamaları sonucu İstanbul ulaşım açısından uzun yıllar son derece rahat bir şehir oldu. Menderes Döneminde İstanbul sadece yeni yollar ve yeni binalarla tanışmakla kalmadı.Daha önce kuzeyden ve batıdan göç eden unsurlarla taşınan şehir, gerçek anlamda Anadolu ile bu yıllarla tanıştı. Şehir yoğun göç almaya başladı. 1950’li yıllar zaten oldukça zayıflayan İstanbul’lu kimliğinin ve İstanbul’un geçmişten kalabilen alışkanlıklarının hepten yok olduğu yıllar oldu. 70’LERDEN BUGUNE ISTANBUL 1950-1960 yılları arasında, Demokrat Parti’nin başlattığı imar çalışmalarından sonra, 1970’li yıllara kadar İstanbul şehircilik anlamında fazla bir şehircilik yaşamadı. 70’li yıllarda eski hızı ile olmasa da imar faaliyetleri canlandı. 1973 yılında Boğaziçi Köprüsü açıldı. Çevre yollarıyla birlikte Boğaziçi Köprüsü yeni yerleşim birimlerinin doğmasına ve metropoli kuşatan çevrede yeni rant alanlarının oluşmasına yol açtı. İlki çapında olmasa bile, 1980’li yıllardan sonra ikinci bir imar faaliyeti başlatıldı. Haliç çevresinin sanayi kuruluşlarında temizlenmesi, 1988 yılında Boğaz üzerindeki ikinci köprü olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılması, Tarlabaşı Bulvarı, Boğaz’ın Avrupa yakasındaki kazıklı yol, Kadıköy-Bostancı arasındaki kıyının doldurularak yol yapılması, hızlı tramvay, Taksim-Levent arasındaki metro projesi bu faaliyetlerinin önemlilerindendir. Yine bu yıllarda İstanbul’a göç artarak sürdü. Kent çepeçevre gecekondularla ve bunlarla benzerlikler taşıyan ucuz kooperatif konutlarıyla sarıldı. 1980’li yıllar sanayi kuruluşlarının şehir dışına taşımaya başladığı yıllardır.Halen Tem otoyolunun Avrupa yakasındaki bölümü sağlı sollu sanayi siteleriyle çevrilmiş durumdadır. Yine son yıllarda basın kuruluşları da şehrin merkezini terketmişler, İkitelli civarında inşa ettirdikleri modren gökdelenlere taşınmışlardır. Çöp, su, gecekondu, ulaşım gibi bir sorunla boğuşan kentte, son yıllarda hava kirliliğide aşırı boyutlara ulaşmıştır. Ama 1994’te işbaşına gelen yeni belediye yönetiminin döneminde, doğalgaz şebekesinin hızla yaygınlaştırılması ve kalitesiz kömür kullanımı üzerindeki titiz kontroller sayesinde İstanbul’lular son kışı hava kirliliği açısından oldukça rahat geçirmişlerdir. Ayrıca şehre su sağlayacak yeni imkanların devreye sokulması ile su arıtma ve dağıtım şebekelerindeki yeni yatırımlar neticesinde, kentin en çileli sıkıntılarında olan su problemi de büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. Son yıllardaki İstanbul açısından en önemli olay ise hiç şüphesiz HABİTAT II Kent Zirvesi’nin şehrimizde yapılmasıdır. Esat Bey Ali Haydar Bey Raşit Bey Süleyman Sami Bey Mithat Bey Muhittin Üstündağ Dr. Lütfü Kırdar Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay Mümtaz Tarhan Ethem Yetkiner General Refik Tulga Niyazi Akı Vefa Poyraz Namık Kemal Şentürk İhsan Tekin Orhan Erbuğ Nevzat Ayaz Cahit Bayar Hayri Kozakçıoğlu Rıdvan Yenişen Kutlu Aktaş Erol Çakır ESAT BEY Valilik dönemi: 7.10.1922-4.4.1923 1875 YILINDA Şebinkarahisar’da doğdu. Sadrazam Müşir Ahmed İzzet Paşa’nın kardeşidir. Harp Okulunu süvari teğmeni olarak bitirdi. Balkan ve Çanakkale savaşlarında bulundu. Kafkas ve Sina cephelerinde de görev yaptı. Yaralandığı için savaş sonuna kadar tedavi gördü. 1919’da binicilik okuluna müdür oldu. Aynı yıl İstanbul Merkez Komutanlığı’na getirildi. 1922-23 yılları arasında İstanbul’da valilik yaptıktan sonra 1924’te general oldu, 1925’te kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1932 yılında İstanbul’da vefat etti. ALİ HAYDAR BEY Valilik dönemi: 11.6.1923-3.6.1924 RAŞİT BEY Valilik dönemi: 15.6.1924-24.9.1924 SÜLEYMAN SAMİ BEY Valilik dönemi: 17.11.1924-11.7.1928 MİTHAT BEY Valilik dönemi: 24.12.1927-11.7.1928 MUHİTTİN ÜSTÜNDAĞ Valilik dönemi: 14.7.1928-14.12.1938) 1884 yılında Sakız Adası'nda doğdu. Hukuk Mektebi'ni bitirdikten sonra savcılık yaptı. 1915'te İstanbul Şehremaneti Müfettişliği, 1918'de Üsküdar Belediye Dairesi Müdürlüğü görevlerine getirildi. 1920'de Şehremaneti Genel Müfettişi oldu. Cumhuriyet döneminde Elniyet Genel Müdürlüğü görevi verildi. Bu görevdeyken 14 Temmuz 1928'de İstanbul Vali vekilliğine atandı. Üstündağ, Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra görevinden alınarak yerine Lütfü Kırdar getirildi. Kırdar, 1953 yılında İstanbul'da öldü. DR. LÜTFÜ KIRDAR Valilik dönemi: 8.12.1938-24.10.1949 1889'da Kerkük'te doğdu. Bürokrasinin çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra, 8 Aralık 1938'de, Manisa Vililiği'nden İstanbul Valiliği'ne tayin olundu. O dönemde Belediye Başkanlığının görevleri valilerin uhdesinde bulunduğu için, aynı zamanda belediye başkanlığı da yaptı. H. Prost'un hazırlamış olduğu (o yıllarda ve bugün bir çok yönden eleştirilen) imar planını uygulamaya koydu. Belediyecilik alanında önemli hizmetler verdi. Kırdar, 18 Şubat 1961'de İstanbul'da öldü. Ord. Prof. Dr. FAHRETTİN KERİM GÖKAY Valilik dönemi: 24.10.1949-25.11.1957 1900 yılında Eskişehir'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri ordinaryüs profesörü iken 24 Ekim 1949'da İstanbul Valiliği'ne atandı. Gökay'ın döneminde de önemli belediye hizmetleri görüldü. Süleymani Camii ve çevresinin, Murat Paşa Camii'nin onarılması, Eyüp Sultan Camii çevresinde yeni düzenlemeler yapılması onun döneminde yapılmış çalışmalardı. Zamanın Başbakan'ın Adnan Menderes'in bazı açılardan olumlu, bazı açılardan olumsuz görülen imar faaliyetlerinin büyük çoğunluğu da F. Kerim Gökay'ın döneminde gerçekleştirildi. 1957 yılında Bern Büyükelçiliği'ne atanan, 1961 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisi'nden milletvekili seçilen Gökay 1962-63 döneminde kurulan İsmet İnönü hükümetinde İmar ve İskan Bakanlığı da yaptı. 1965 yılında siyasetten çekilen Gökay 22 Temmuz 1987'de öldü. MÜMTAZ TARHAN Valilik dönemi: 25.10.1957-17.5.1958 1908 yılında İstanbul'da doğdu. Ankara Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Sayıştay başkanlığı yaptı. 1954-1957 yılları arasında milletvekili oldu. 1955-57 yılları arasında Çalışma Bakanlığı yaptı. Daha sonra İstanbul Valiliği'ne tayin edildi. Valiliği sırasında İstanbul'un temizliği konusunda önemli çalışmalar yaptı. Daha sonra İstanbul'da Tarhan Koleji adıyla bir ortaöğretim kurumu kurdu ve bu kurumun yöneticiliğini yaptı. 1970 yılında İstanbul'da hayata gözlerini yumdu. ETHEM YETKİNER Valilik dönemi: 17.5.1958-17.5.1960 GENERAL REFİK TULGA Valilik dönemi: 27.5.1960-26.2.1962 1907 yılında Kütahya'da doğdu. Harp Okulu ve Harp Akademisi'ni bitirdikten sonra Vichy ve Washington'da ateşe-militerlik yaptı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi tarafından İstanbul Valiliği'ne tayin edildi. Daha sonra 2. ve 3. Ordu Komutanlıkları, Genelkurmay 2. Başkanlığı ve NATO Türk Askeri Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Orgenerallikten emekliye ayrıldı. 1981 yılında İstanbul'da öldü. NİYAZİ AKI Valilik dönemi: 6.3.1962-20.1.1966 VEFA POYRAZ Valilik dönemi: 18.1.1966-20.6.1973 1917 yılında Nevşehir'de doğdu. Kara Harp Okulu ve Harp Akademisi'nden mezun olduktan sonra orduda görev yaptı. Albaylığa kadar yükseldikten sonra emekliye ayrıldı. 1966-1973 yılları arasında İstanbul Valiliği görevi yaptı. 1973-1980 arasında da Cumhuriyet Senatosu'nda İstanbul senatörü olarak bulundu. Bir süre Köy İşleri Bakanlığı yaptı. NAMIK KEMAL ŞENTÜRK Valilik dönemi: 26.6.1973-25.10.1977 1922 yılında Amasya Merzifon'da doğdu. Ankara Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitirdi. Bir süre kaymakamlık ve mülkiye müfettişliği görevlerinde bulundu. Dana sonra, Van, Diyarbakır, İzmir ve İstanbul Valiliklerini yürüttü. 1977-1980 yılları arasında kontenjan senatörü olarak Cumhuriyet Senatosu'nda görev yaptı. 1983 yılında Milliyetçi Demokrasi Partisi kurucuları arasında yer aldı. 1983-1987 yılları arasında 17. dönem İstanbul milletvekilliği yaptı. İHSAN TEKİN Valilik dönemi: 7.2.1978-9.4.1979 ORHAN ALAATTİN ERBUĞ Valilik dönemi: 29.5.1979-6.12.1979 NEVZAT AYAZ Valilik dönemi: 7.12.1979-18.1.1988 1930 Çankırı Bayramören doğumlu. Yönetici ve siyaset adamı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı ve Zonguldak Valiliği görevlerinde bulundu. 1979'da İstanbul Valiliği'ne atandı. İstanbul Valiliği'nden sonra İzmir Valiliği'ne getirildi. 1991 yılında milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanlıkları yaptı. CAHİT BAYAR Valilik dönemi: 18.1.1988-19.8.1991 HAYRİ KOZAKÇIOĞLU Valilik dönemi: 19.8.1991-1.11.1995 RIDVAN YENİŞEN Valilik dönemi: 4.11.1995-24-7-1997 KUTLU AKTAŞ 24.7.1997-4.8.1998-12-21 EROL ÇAKIR