DERSAADET VE UC ISTANBUL http://www.istanbullife.org

advertisement
DERSAADET VE UC ISTANBUL
http://www.istanbullife.org/dersaadet_ve_uc_istanbul.htm
Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılıın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal
açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve
İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten
oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı
Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.
Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil yanı sıra sosyolojik ve kültürel
bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki
birbirinden farklı; fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir.
Aynı zamanda bu dörtlü yapı, İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı
kılan faktörlerin başında gelir.
SURIÇI
İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz, güneyde Marmara tarafından
sınırlanır. Tek kara bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ve sur
yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.
Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği
asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk
merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yy başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür.
Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları Suriçi’nde oturdukça devletin
başarıları devam etmiştir.
Topkapı Sarayı incelendiğinde aslında klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ”
olduğu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediği görülür. Öte yandan devletin
merkez bürokrasisinin oturduğu Babıali de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve
karışıklıkların yaşandığı ve önemli siyasi olayların vuku bulduğu bir mekan olmuştur.
19.yy.dan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok Osmanlı aydını da
yetiştirmiş; ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır.
19.yy ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da
Babıali Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman
üzerinde taşımıştır.
Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin
verilen Suriçi’ne Batılı Hristiyanlarda pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun
yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Balat’ın Yahudileri de buna dahil
edilmelidir şüphesiz.
Fethedildiği dönemde nüfusu 50.000’e düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan
Suriçi Osmanlının gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500.000 ‘i aşmıştır.
Bunun yanısıra padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheselerle
süslemeye gayret etmişler; şehre İslami özelliğini veren tipik camili silüetini oluşturmak için
birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa
edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı
Seman Medresesi’dir. Yine Süleymanüye Medresesi’nde yer alan Meşihat ve Suriçi’nin dini
bir merkez olma özelliğini tamamlar.
Suriçi’ni süsleyen taş ve mermerden yapılma anıt eserlerden gözümüze biraz da halkın
oturduğu mahallelere çevirelim. Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan
cumbalı ahşap evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle
“Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahşap
evlerden oluşan mahalleler ciddi bir tehlikeyi de yüzyıllarca hep yaşayagelmişlerdir. Yangın
Suriçi’nin sık sık karşılaştığı bir felakettir.
Çıkan yangınlar ise hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından koca mahalleler alevlerle bir anda
ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği
Cibali’den başlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde; ya da
Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.yangınlara karşı uzun süre tek önlem
vardı:Tulumbacılar Su fışkırtttıkları tulumbalarını surtlarında taşıyarak koşar adım yangın
yerine gelen tulumbacılar Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştur. Tulumbacı
gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu
folklorun parçalarıdır.
Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama
döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar
aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu
kabadayı sürülerini zaman zaman meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp
mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür.
Suriçi canlı bir ticari merkezdir de. Ticaretin merkezi, Suriçi’nin çeşitli merkezlerine
dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye
arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber
yükselmiş; çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde
Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu ünvanı almak
zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek
güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi.
Evet, anıt eserleri, sarayı, Babıali’si, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalıçarşı’sı ve diğer
özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlıyla büyüdü, önem kazandı; Osmanlı çökmeye yüz
tutunca, oda önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmişe
şahitlik ediyor.
GALATA
Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış
olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu.
Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar
iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik”
anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir.
“Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) yada İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere
dayandırılır.
Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da
hep Avrupalı’dır. Doğulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti
Kostantinapol’ün hemen yanı başında Batı’lı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu.
Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi ama hep Latin ve Katolik kaldı.
İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya
Rum ve Yahudileri yerleştirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı
başındaki gayrimüslim bir öğedir.
Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını
ifade etmez. Aynı zamanda kültürel bir diğer tarafta olmayı da ifade eder. Sadece bununla da
kalmaz, Galata zaman zaman İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. Evet, Galata
ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ihanet etmiştir. Bu
işgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yağmalanıp
talan olmuştur. Bu olay Bizans’ın çöküşünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz
Galata. Osmanlı’nın çöküşünde önemli rolü bulunan Kapitülasyonların yürütülmesinde Galata
önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir
borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum
bankerlerle Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.
Galata kuruluşından itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de
rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiştir.Ama Galata en parlak
günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839
Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek,
dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık
Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve
15.yüzyıldan beri iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan
günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Pera ‘sı
görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır. Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve
kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence
yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş kısa zamanda caddenin etrafında da yerleşim
başlamıştır. Levantenlerin pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu genişlemiş hali halk
Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede alt yapı sorunları çözülecektir. Caddeler
taş döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik,su ve havagazı şebekeleri
döşenecek ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski
üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır.
Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. Diğer yandan Galata
Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand
Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi haline
gelmiş sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan
ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir. Cafeleri , tiyatroları, barları, operaları, kantocuları,
Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri le bir eğlance merkezidir. Tanzimat döneminden
itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası haline getirmiş bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi
elitleri içinde Galata büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu’nun Avrupa’lı
mekanlarından ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi ,giymeyi ,eğlenmeyi,
konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu.
Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar Kozmopolitti. Başta Fransızca
olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların,
İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin,Macarların ve Rusların kendi cemaatleri
vardı. Sadece mezheplere göre değil, etnisiteye göre de her grup kendi ibadethanesine
sahipti.Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yanyana
bulunmaktaydı.
Şüphesiz Galata’da müslüman unsurlarda yok değildi.Galata Mevlevihanesi Arap Cami ve
etrafında iskan edilen Endülüs Arapları Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk
anda akla gelenler ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel olmaya kafi gelemediler.
Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir.
Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır.Buralara
Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde
çocuklarının göndermiştir.Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının bir çoğu bu
okullarda yetişecektir.
Dedik ya hep farklıdır Galata. İstanbul’un diğer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaşmaz.
Balkan Savaşı’nın başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların
içine yuvarlanırken, Galata, tarihinin en parlak dönemlerini yaşayacaktır. Bir yandan Birinci
Dünya Savaşı’nın savaş zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim
Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı
gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası işgal kuvvetlerini ağırlayan
ve eğlendiren bir mekan olur. Ama savaş sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken
Levanterlerin ışıltılı Pera’sı da yavaş yavaş çöker.
ÜSKÜDAR
Anadolu yakasında, Boğaz’ın girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında
yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde
doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur.
Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a bağlı üçüncü kadılıktır.
Sadece coğrafi değil, yanı sıra kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde
Üsküdar, Anadolu’luğu ve Anadolu Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar herşeyden
önce coğrafi olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından çizilen
sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından
fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır.
Fatih Sultan Mehmed döneminde ise Anadolu’dan olan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda
yaşamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve
bunların, az bir kısmı hariç Anadolu’dan göç ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi
mahallesi olduğunu ve bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder. Bu demografik yapı
Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak oldukça
homojenleştirmiştir.
Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19.
yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi
Üsküdar’dır.
Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret
kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve
17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir.
Fakat buna rağmen Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep
uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en
büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdar’lıya hem herşeyin faniliğini
anlatır, hem de hayatın güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan
çok bir park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük
bir park.
Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uğurlandığı bir ayrılık mekanı değildir. Her yıl Hac’ca
giden hacı adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri götüren
Surre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. O yüzden alışkındır ayrılıklara; cenazeleri de, hacı
hacı adaylarını da törenle uğurlar.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem büyük fethin ilk
aşamasıdır bu, hem de habercisi. Bir asır ve bir yıl boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki
parçasından. Ama nihayet 1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuşmayı.
Artık Marmara’nın serin suları ayrılığın sebebi değil, ulaşmanın vasıtasıdır. Bu sulardan
Üsküdar’a gittiğinizde sizi ilk oalrak Kız Kulesi karşılar.Üsküdar’ın sembollerinden ve
güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya vardığınızda ise bir başka zarif yapı size “hoş
geldiniz” der. Mimar Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde
durduğumuz meydana güzellik veren bir diğer unsur olan Sultan III. Ahmet Çeşmesi de
hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha kıyıya varmadan yakalar insanı,
kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre kuşatır.
İstanbul diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok değişti. Özellikle 18.yüzyıldan sonra
kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri
betonlaştı. İki katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen yaşayabiliyor. Ama
herşeye rağmen Üsküdar o sakin Anadolu’lu havasını muhafaza edebildi.
EYÜP
İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney
kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba
Eyyub El- Ensari’den alır.
Eyüp semtinin gelişimi fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy. ‘da İstanbul’u kuşatması
sırasında şehid düşen Eyyup El-Ensari’nin mezarının Akşemseddin’in gördüğü bir rüya ile
bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile başalr. Kanuni döneminde ise
Eyüp büyük gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan
mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donanırken sahilleri ise yalılar ve
köşkler süslenmiştir.
Eyüp El-Ensari’nin türbesi yada yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin
toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin bir çoğu bugünde
sürmektedir.
Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padişahların culus(tahta geçme)
merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve
kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha makamının anlamını
hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir. Zira Bizans döneminde burada
bulunan Leon Makelos manastırının başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve
asilzadelere kılıç kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makam da sahipti.
Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka özellik, bu
türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah Dostu) bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için
Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet
yıllarında halktan kişilerin yanısıra birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü
seçtiler. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuştur. Hem
bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal değerleri, hem de çağlara tanıklık eden
üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve
yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi
ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini vurgular.
Eski Eyüp bunların yanı sıra, bayramlar ve kandillerde dolup taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni
evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli
balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel
manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan
mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyunçakçı dükkanları ile de ünlü idi. Düdüklü testiler,
fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana
zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiğine inanılan Eyüp Sultan’ın manevi
rehberliğinde faaliyet gösterirlerdi.
19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı
gecekondulaşma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır.
ISTANBUL’DA BIZANS SANATI
http://www.istanbullife.org/istanbul_bizans.htm
Bizans sanatı, İ.S. 395 yılında ikiye bölünün Roma İmparatorluğu’nun doğu parçası olan ve
1453’de Osmanlı Türkleri tarafından ortadan kaldırılan Bizans devletinin sanatıdır. Doğu
Roma İmparatorluğu ya da kısaca Bizans İmparatorluğu adı ile tanınan bu devlet, aslında
Hıristiyanlaşmış Roma İmparatorluğu’dur. Bu devleti, Roma İmparatorluğu’nun bir devamı
olarak da kabul edebiliriz.
Bizans, İstanbul’un eski adı olan Byzantion’dan gelmektedir. Batı dünyası bunu, İstanbul’un
fetihden önceki adı olarak kullanmıştır. Anlam olarak imparatorluğun tümünü kapsayan
Byzantion, aslında yalnızca kentin adıdır. Bizans, modern tarihçilerin ortaya attığı bir
deyimdir. Doğu Roma İmparatorluğu’na, anlam ve ruh açısından Batı Roma’dan farklı bir ad
verilmek istenmiş ve sonuçta bu deyim ortaya atılmıştır. Oldukça uzun bir ömür süren bu
imparatorluk, kendini hiçbir zaman Bizans devleti olarak nitelememiş, Büyük Roma
İmparatorluğu’nun bu doğu parçası sonuna kadar bir Roma devleti olarak yaşamıştır. Öyle ki,
bu topraklarda oturanlar kendilerine “Romaios” (Romalı) demişler, imparatorlarını da
“Romalıların İmparatoru” olarak adlandırmışlardır.
Bu arada 6. yüzyıldan itibaren latincenin yerini resmi dil olarak yunanca almış, bu dil, kültür
alanında da tümüyle etkili olmuştur. Din önem kazanmış, böylece yeni bir devlet sistemi
oluşmuştur. Aslı Romalı olan Bizans bir Ortaçağ Hıristiyan toplumudur. Balkanlar, Trakya,
Anadolu, kısa bir süre Mısır ve Suriye topraklarında egemen olmuş, buralardaki eski
uygarlıkların gelenek ve beğenilerini bünyesinde toplayarak kendine özgü yüksek bir uygarlık
oluşturmuştur. Bu uygarlığın ana kaynağı Anadolu olmuş, ama Doğu’dan da geniş ölçüde
ilham ve etki almıştır. Bizans sanatının bizim açımızdan önemi ise, sahip olduğumuz
topraklarda yaşamış ve gelişmiş olmasıdır. Uygarlık tarihi açısından da Ortaçağdaki en parlak
ve güçlü uygarlık olması önem taşır. ılkçağ uygarlığının bilgi ve kaynaklarını doğuda İslam
ve Bizans yaşatmış, geliştirmiş ve Rönesans Avrupası’na aktarmıştır. Bu nedenle de Bizans
sanatı bir bilim dalı olarak incelenmeye başlandığında, yalnızca batıda bulunan Bizans el
yazmalarının minyatürleri, bazı küçük yapıtlar ile ıtalya’nın Ravenna kentindeki binalar ve
bunların duvarlarını süsleyen mozaikler dikkat çekmiştir.
19. yüzyıl sonlarından başlayarak Bizans sanatı araştırmaları çok hızlanmış, yapıtların,
anıtların incelenmesi sonucunda yeni görüşler ortaya çıkmıştır. Bizans sanatı başlangıçta
Roma sanatının devamcısı olmuş, ama daha sonra gerek çeşitli kültürlerin izlerine sahip ülke
ve toplulukları içine alması, gerek resmi din haline gelen Hıristiyanlığın güçlü etkisi ile
tümüyle yeni, orijinal bir üslup oluşturmuştur.
Bizans sanatında sürekli iki güçlü akım egemen olmuştur. Birincisi, özellikle saray ve ileri
gelen çevrelerce tutulan, kökü eski sanat geleneklerine bağlı ince, hassas hatta bazı
durumlarda Hıristiyanlığa yabancı unsurların bile göze batmadığı görkemli, zengin ve göz
kamaştırıcı bir sanat akımı olan Başkent üslubudur. ıkincisi ise, form güzelliğine önem
vermeyen, dini konuları esas alan ve sanatı dinin bir anlatımı olarak kabul eden ilkel ve kuru
bir sanat akımı olan Eyalet üslubudur. Ancak bu akımları, adlarında geçtiği gibi, kesin bir
biçimde bölgelere ayırmak olanaksızdır. Sonuçta Bizans sanatı için, ılkçağ ve Roma
sanatından aldığı bilgileri, doğu beğenisi ve deneyimlerini Hıristiyanlıkla kaynaştırarak
uygulayan ve yerli geleneklerden de faydalanarak doğu Akdeniz çevresinin bütün Ortaçağ’ı
kaplayan Hıristiyan sanatıdır, denebilir.
Bizans mimarisinin en iyi görüldüğü yer başkent İstanbul’dur. Bizans mimarisi başlangıçta
ılkçağ’ın mimari tiplerinden faydalanmış ve bunları yeni amaçlarına uydurmasını bilmiştir.
Esası bir çarış, bir toplantı yeri olan bazilikayı Hıristiyanlaştırarak kilise haline getirmişlerdir.
Ufak tefek ticari anlaşmazlıkları çözümleyen hakimin yerini ise Hıristiyanlıkta ısa almıştır.
Bazilika planlı kilise uzun bir yapıdır. ıçi iki sütun dizisi ile üç nefe ayrılmış, bunlardan
ortadaki yandakilere oranla daha geniş tutulmuştur. Doğu ucunda ise yarım yuvarlak bir
biçimde dışarı taşan apsis bulunur. Batı yönünde de narteks adı verilen bir hol vardır. Bunun
iki yanındaki merdivenlerden yan neflerin üstünde yer alan ve kadınlara ait olan galerilere
çıkılır. Bir bazilikanın üstü, çift meyilli ve kiremit kaplı ahşap bir çatı ile örtülü olurdu. Bu
basit ve yalın kilise tipi, Hıristiyanlığın özellikle ilk yıllarında ve Bizans sanatının ilk
döneminde hayret verici derecede tutulmuş ve çok sayıda örnekleri inşa edilmiştir.
Bu tipin karakteristik örneklerinden biri de başkent İstanbul’dadır. 461’de kurulan Studios
Manastırı’nın Aziz Ioannes Prodromos’a ithaf edilen kilisesi olan bu bina, ımrahor ılyas Bey
Camii adını alarak zamanımıza kadar gelmiştir. Yıkık bir halde olan bu binada bazilika tipi en
yalın biçimde uygulanmıştır. Yapının iç mekanı bütün normal bazilikalarda olduğu gibi iki
sütun dizisi ile üç nefe ayrılmıştır. 18. yüzyıldaki yangından sonra sağ taraftaki sütunlar
kaldırılmış, ahşap çatıdan da hiçbir iz kalmamıştır. Henüz ayakta duran soldaki sütun
dizisinin, yangın nedeniyle süslemelerini tümüyle yitirmiş başlıkları üzerinde zengin bir
biçimde işlenmiş mermer bloklardan oluşan bir arıitrav bulunmaktadır. Dışarı taşkın apsis
dıştan üç cepheli, içerden ise yarım yuvarlaktır.
Bir gereksinmenin en yalın biçimde giderilişini yansıtan bazilikanın yanında bir hayli gözde
olan ikinci tip ise merkezi planlı yapılardır. Yuvarlak bir ana mekan oluşturacak biçimde inşa
edilen bu binalarda mekanın üstü, yapının bütününü kaplayan bir kubbe ile örtülmüştür. Bu
tipin en yalın örneğinde kubbe, sekiz köşeli bir plana göre inşa edilen dış duvarlara oturur.
Buna karışn, aynı tipin daha gelişmiş biçiminde kubbe dış duvarlara değil, yapının içinde yer
alan ve ortada bir çember halinde sıralanan sütun ile payelere biner.
Kaynağını ilkçağ sanatının türbe ve hamamlarından alan ve Hıristiyan mimarisi tarafından
özellikle anı yapılarında kullanılmak üzere benimsenen bu tipin güzel bir örneği, İstanbul’da
bugün Küçük Ayasofya Camii adını taşıyan eski Sergios ve Bakkhos Kilisesi’dir. İmparator I.
Justinianos tarafından 526-530 yıllarındayaptırılan bu yapının dış duvarları, pek düzgün
olmayan bir kare oluştururlar. Batıya bakan cephe önündeki sütunlu son cemaat yeri, bir Türk
dönemi eklentisidir. ıçerde sekiz güçlü paye ile oluşturulan sekizgen bölümü basık, dilimli bir
kubbe örtmektedir. Bu orta mekan doğu yönünde ileri doğru uzanan ve dışarı taşan bir apsise
sahiptir. Payeler ve bunların arasındaki sütunlar ile dış duvarlar arasında kalan dehliz, orta
kısmı bir atnalı gibi sarmakta, üst kısımda ise bir galeri bulunmaktadır.
Bizans mimarisi bu iki ayrı tipi, bazilika ve merkezi planı birleştirerek yeni bir mekan
yaratmaktan da geri kalmamış, bunun sonucunda 5. yüzyılın sonlarına doğru kubbeli bazilika
denen tip doğmuştur.
ılk örnekleri Anadolu’da yapılan kubbeli bazilikaların en görkemlisi ise, İstanbul’daki
Ayasofya’dır. Anadolulu iki mimar, Trallesli (Aydın) Anthemios ve Miletoslu (Balat)
Isidoros’un Justinianos’un emri ile 532-537 yıllarında, yanmış olan eski bir kilisenin yerine
yaptıkları Ayasofya, kubbeli bazilika tipini açık bir biçimde verir. Bu yapıda merkezi planlı
yapılarda görülen mimari sistemin özünü orta nefin üst mimarisinde ve ana mekanda bulmak
olasıdır. Ama bunun yanında klasik bazilika mekanının karakteristiği olan yan neflerin
yardımcı, hatta orta mekanın görkemi ve genişliği uğruna “harcanmış” bölümler olduğu da
gözden kaçmaz. Ayasofya’da önceleri atrium ile bağıntılı olan dış narteksi, çapraz tonozlarla
örtülü geniş bir ana narteks izlemektedir. ıç kısım ise adeta çatılı bir bazilika gibi, paye ve
sütun dizileri ile üç nefe ayrılmıştır. Orta nefin üstüne rastlayan bölümde, esas ağırlığı dört
payeye binen 31 m. çapında büyük bir kubbe bulunmaktadır. Ana eksen üstünde iki yarım
kubbe daha yer almaktadır. 77 m. uzunluğundaki orta nefin doğu ucu, dışarı taşkın ve üstü
yarım kubbeli bir apsis ile sonlanmaktadır.
Bizans sanatının ilk dönemi siyasal ve askeri gerilemelerle birlikte, 726’da ortaya çıkan ve
kiliselerin dini resimlerle süslenmesini yasak eden bir akım ile sarsıntı geçirmiş, bu durum
kısa bir ara ile 842’ye kadar sürmüştür. Bu akıma ıkonoklasma adı verilir.
ıkonoklasma’nın 842’de ortadan kalkması ile başlayan Orta Dönem Bizans sanatı, 1204’de
IV. Haçlı seferinin Bizans’a yönelmesi ve İstanbul’u ele geçiren Latinlerin bir Latin
İmparatorluğu kurmalarına kadar sürmüştür. Makedonyalılar ve Komnenoslar sülaleleri
zamanına rastlayan bu dönemde Bizans sanatı, kilisenin ıkonoklasma’ya karış kazandığı
zaferle yeni bir yön tutmuştur. Ancak ilk dönemdeki özgürlüğünü yitirerek kilisenin artan
egemenliği altında sert kurallara bağlanmak zorunda kalmıştır. Orta dönemde küçük boyutlar
kullanılmış ama dış çizgilerin zarif, ölçülerin uyumlu olmasına önem verilmiştir.
Yunan Haçı planı, bu dönemde mimari tiplerin başında gelmekte, hatta uzun süre tek mimari
tipi oluşturmaktadır. Bu tipin bu denli önem kazanmasının altında, kilisenin ıkonoklasma’ya
karış kazandığı zaferden duyulan coıku ve bunun itici gücü ile Hıristiyan sembolizminin bir
anda sanat dünyasını kaplaması yapmaktadır. Bu tipte yapının orta kısmı bir Yunan haçı
biçimindedir. Tam ortada ise bir kubbe bulunmaktadır. Başlangıçta hayli kaba ve ağır bir
görünüşe sahip olan Yunan Haçı planı, sonraları geliştirilerek iç çizgilerin incelmesi ile daha
hafif bir görünüş almıştır. Bu ikinci aşamada kubbe, Kalenderhane Camii’nde olduğu gibi ağır
ve masif köşe duvarlarına değil de paye ya da sütunlara bindirilmiştir. Yunan Haçı planının
dört sütunlu tipi dediğimiz bu biçimdeki yapılardan İstanbul’da çok sayıda örnek günümüze
gelmiştir.
Laleli’deki Bodrum Camii bu yapılardan biridir. Yüksek bir kripta üzerine kurulmuş olan
yapıda, dört sütunlu Yunan Haçı planını açık bir biçimde görmek olasıdır. Narteksi izleyen
naos, dört ince payenin yardımı ile oluşturulmuş bir Yunan Haçı biçimindedir. Yapının dış
cephelerinde yarım yuvarlak payeler, bunların arasına yerleştirilen kör kemerler büyük bir
hareket ve plastik ifade sunarlar.
10. yüzyılda inşa edilen Lips Manastırı’nın kilisesi olan Fenari ısa Camii’nin kuzey kanadı da
aynı tipin karakteristik bir örneğidir. Yalnız 13. yüzyılda güney yönüne ikinci bir kilise
eklenmiş olan yapıda, 17. yüzyıldaki bir tamir sırasında dört sütun kaldırılarak yerlerine iki
büyük kemer inşa edilmiştir.
Eski adı bilinmeyen ve 10. ya da 11. yüzyılda yapılmış olduğu tahmin edilen Molla Gürani
Camii (Vefa Kilise Camii) ise, 14. yüzyılda eklenmiş olan büyük ve anıtsal dış narteksi bir
yana bırakılacak olursa, dört sütunlu Yunan Haçı planlı bir orta dönem yapısıdır. Kommenos
sülalesi zamanında 1081-1118 yıllarında yapılan ve Pantepoptes Manastırı’nın kilitesi olan
Eski ımaret Camii, aynı tipin en güzel örneğidir.
Komnenos sülalesi tarafından kurulan ve aslı 1136’da yapılan Pantokrator Manastırı’nın
kilisesi olan Zeyrek Kilise Camii, bu dönemde büyük kiliselerin ancak ufak çaptaki bitişik
kiliselerden oluşturulduğunu gösteren karakteristik bir örnektir. Yunan Haçı planlı kiliselerin
en büyük örneklerinden olan Zeyrek Camii güney kanadı, ancak 16 m. uzunluğundadır.
Kubbesinin çapı ise 7.m.’dir. bu yapı, dört payeli iki kilise ve aralarındaki tek nefli bir türbe
şapelinden oluşmaktadır. Yapılması oldukça kolay olan bu yapı tipi, İstanbul’da
Çarşamba’daki Ahmet Paşa Mescidi gibi küçük yapılarda da kullanılmıştır. Öte yandan bu
dönemde, az sayıda uygulanmış olan bir başka plan tipi de vardır. “Kiborium plan” dediğimiz
bu tipin İstanbul’daki örneği, Kariye Camii olarak tanınan Khora Manastırı kilisesinin naos
kısmıdır.
Son Bizans döneminde İstanbul’da yeni bir mimari tipin doğduğunu ve bunun 1284-1294
yıllarında yapıldıkları bilinen üç kilisede uygulandığını görmekteyiz. Bu yapılar, fetihden
sonraki adları ile Koca Mustafa Paşa Camii, Fenari ısa Camii ve Fethiye Camii ana binasıdır.
Bu planın orta dönemin gözde tipi Yunan Haçı ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü naos kısmında
dört kemer üzerine yükselen bir kubbe kulunmakta ve orta mekan bu kare alanın altında
kalmaktadır. Bu orta kısmı, üç yandan atnalı gibi saran basık tonozlu dehlizler çevreler. Bu
yüzden bu plana kısaca Dehlizli Tip denir.
ılk Bizans döneminde (330-726) yapılmış olan duvar mozaiklerinden İstanbul’da hiçbir örnek
kalmamıştır. Bunun başlıca nedeni de mozaiklerin 726-842 yıllarındaki ıkonoklast (Resim
kıran) akım sırasında tahrip edilmiş olmasıdır. Yine de ılk Bizans dönemine ait İstanbul
dışındaki bazı mozaik ve minyatürlerin yardımı ile bu dönemin resim sanatının karakterini
saptayabiliriz. ılkçağın Helenistik resim sanatı üslubu kendini, ilk dönem sanatı içinde
kuvvetle belli eder. Ama bu arada, Doğu’dan gelen daha farklı etkilerin de sanata yansıdığı
görülür.
İstanbul’da bu döneme ait figürlü duvar mozaiği yoksa da çok dikkat çekici bir döşeme
mozaiği yakın zamana kadar duruyordu. Bu mozaik, Sultan Ahmed Camii’nin Marmara
yönünde Arasta denen eski çarışnın yerindeki Bizans sarayının yıkıntıları arasında
bulunmuştur. 5. yüzyıl başlarına ait olduğu sanılan bu mozaik döşeme saf bir Bizans yapıtı
sayılmaz. Çünkü her bakımdan, ılk Bizans döneminin başındaki geçiş aşamasının
özelliklerine sahiptir. Mozaiklerde zemin beyaz küplerden oluşturulmuştur. Çevrelerini ise
geniş ve çok zengin dal kıvrımlarını içeren bir bordür dolaşır. Beyaz zemin üstündeki figürler
birbirlerine bağlı olmadıklarından, bu mozaiklerde belli bir kompozisyona rastlanmaz. Zemin
üstüne adeta serpiştirilmiş gibi bir takım insan, hayvan, ağaç, kaya hatta mimari tasvirleri
yerleştirilmiştir. Bu yapıtta süslemeci bir amaç ön plandadır. Bu dağınık figürlerin arasında
bir sepetle tavşan avlayan çocuk, bir eşeğin önünde yem torbasını tutan bir başka çocuk,
otlayan beygirler, mandolin çalan bir adam, bir ırmak perisi, aslanla mücadele eden bir fil,
elinde mızrağı ve kalkanıyla bir savaşçı, ağacın üzerinde bal arayan bir ayı, bir ceylanı
parçalayan iki pars gibi tasvirlere rastlanır. Hıristiyanlıkla bir ilgisi olmayan bu mozaikler,
gerek konuları gerek renkleri ve gerek çizgileriyle ilkçağın Helenistik resim beğenisinin
izlerini taşımaktadır.
ıkonoklast akım resim sanatına büyük bir darbe indirmişti. Kiliselerdeki dini resimler tahrip
edilmiş, ancak bir haç resminin yapılmasına izin verilmiştir. Aya ırini Kilisesi’nin apsis yarım
kubbesindeki mozaik haç, bu dönemden (8. yüzyıl) kalmadır. Aslında ıkonoklastlar sanat
düşmanı değillerdi. Yaptıkları binaların duvarlarını da desenlerle süslemekten geri
kalmıyorlardı. Ama 842’de kilise ıkonoklastlara karış galip gelince sanat büyük bir kontrol
altına alındı. Her şeyde Hıristiyanlığın özünü ve anlamını belirtecek sembollerin yer alması
isteniyordu. Nitekim mimaride de Yunan Haçı planı denilen tip, bu amacı en iyi yanıtlayan
biçim olduğundan büyük taraftar bulmuş ve adeta dönemin değişmez mimari tipi olmuştur.
Bu dönemde kilise başlıca üç bölüme ayrılıyordu. Bunların en önemlisi kubbe, gökyüzünü
temsil ediyordu. Bu kubbenin altındaki mekan (naos) ise yeryüzüdür. Kubbeyi taşıyan
kemerler ve pandantifler yalnız mimari unsurlar değil, aynı zamanda yeryüzü ile gökyüzü
arasındaki bağıntıyı sağlayan sembolik bölgelerdir. Kilisenin bema kısmı ise Hıristiyanlığın
özünün sembolüdür. Zaten ibadet sırasında da bu esrarı ifade eden merasim burada
yapılmaktadır. Apsis yeryüzü kilisesinin sembolüdür. Yapının girişindeki narteks ise, daha
dünyasal karaktere sahip bir hazırlık mekanıdır. Mimarideki bu sembolik öz, saydığımız
yerlerin her birinin aynı ilkelere uygun resimlerle süslenmesi yoluyla dahada belirgin bir hale
getiriliyordu. Orta Bizans döneminde büyük bir ciddilikle uygulanan bu resim programının
tam bir örneğine İstanbul’daki yapılarda rastlanmaz. Buna karışlık, Ayasofya’da 842’den
sonra yapılmış olan bir takım tek mozaikler bulunmaktadır. Bunlar, dönemin resim
programına bağlı olmamakla birlikte, üslup açısından zamanın kalite ve beğenisini çok iyi
yansıtırlar.
Son Bizans döneminde sanatta bir “Rönesans” niteliğinin belirdiği görülür. Bu dönemde sanat
kilisenin sert kurallarından sıyrılmış ve dini konuları daha özgür bir biçimde dile getirmiştir.
Bu arada, ilkçağın Helenistik üslubunun temel ilkeleri de yeniden canlanmak olanağı
bulmuştur. Son Bizans döneminin en görkemli resim kolleksiyonu, bugün Kariye Camii
olarak bilinen Khora Manastırı kilisesindedir. Çok eski tarihlerden beri var olan bu yapı,
Komnenoslar zamanında ciddi bir biçimde tamir görmüş, bugünkü naos kısmı da o dönemde
yapılmıştır. Latin istilası sırasında harap olan bina, İstanbul’un yeniden imparatorluğun
başkenti olmasından kısa bir süre sonra, 1305 yılına doğru devlet ileri gelenlerinden
Theodoros Metokhites tarafından tamir ettirilmiştir. Bu sırada kilisenin kuzey ve güneyine
birer kanat eklenmiş, batı yönünde de bir narteks daha yapılmıştır. Güney yönündeki kanadın
içi ise fresklerle süslenmiştir. Narteksden ana mekana açılan kapının üzerindeki mozaik
panoda bu resimleri yaptıran Metokhites, ısa’ya kilisenin bir modelini sunar vaziyettedir.
Kariye Camii mozaiklerinde ısa ve Meryem’in hayatı ile ısa’nın mucizeleri tasvir olunmuştur.
Kariye mozaikleri ifade açısından canlı ve hareketli tablolardır. Bu kompozisyonlarda Orta
Bizans döneminin sert ve korkunç ifadesini bulamayız. Orta Bizans dönemi mozaiklerinde
olmayan ve Avrupa’da da ancak Rönesans ile ortaya çıkan önemli bir özellik, bu
kompozisyonlarda açıkça görülür. Bu da derinliği belirten bir takım unsurların kompozisyon
içinde yer almış olmasıdır. Sahnelerin hepsinde zemin dekoru olarak mimari ve Helenistik
peyzaj motifleri kullanılmıştır. Kademeli kayalardan oluşan bu peyzajlarda yer yer, üst
kısımları budanmış ve yanlarından yeni bir dal fışkırmış olan ağaç gövdeleri görülür.
İstanbul’da Bizans’ın sivil mimarisiyle ilgili örnekler çok azdır. Büyük Saray diye bilinen
kompleks, İstanbul’un ilk büyük imparatorluk sarayı olup Topkapı Sarayı gibi çok geniş bir
alan içinde çeşitli yapılardan oluşmuştur. Saray, sultanahmet’ten Küçük Ayasofya’ya kadar
olan sahayı kaplıyor ve denize doğru uzanıyordu. 4. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar sürekli inşa
ve tadil edilmiş olan irili ufaklı yapılarıyla, adeta küçük bir kent görünümündeydi. Tümüyle
harap olmuş bu kompleksten günümüze yalnızca bazı cephe kalıntıları gelmiştir.
Bizans imparatorlarının ikinci saray kompleksi ise Edirnekapı yakınlarındaki Blakhernai
Sarayı’dır. Bu yapı grubundan da günümüze yalnızca bir pavyon kalmıştır. Tekfur sarayı adı
ile tanınan bu yapı, Bizans sarayları hakkında fikir veren bir örnektir. Eski adı ile yapım tarihi
kesin olarak bilinemiyor. Ama 12. yüzyılın ikinci yarısı olarak düşünülebilir. Bizans
Latinlerden geri alındıktan sonra saray onarım görmüş ve bazı bölümler eklenmiştir. Önünde
bir avlu olan yapı bir bodrum katı ve iki tam kattan oluşmaktadır. Bodrum katın kemerleri ise
avluya açılmaktadır.Son derece zengin bir cephe mimarisi ve süslemenin bulunduğu yapıda
özel olarak imal edilen süs tuğlaları yer alır. Fetihten sonra ise çini fabrikası ve cam atölyesi
olarak da kullanılmıştır.
İstanbul’da Roma döneminden bu yana su tesisleri yapılmıştır. Bu alanda Bizanslıların da
çalışmaları bulunmaktadır. Bizans döneminin başında yapılan tesislerin Bizanslılarca ne
zamana kadar kullanılmış olduğu belli değildir. İstanbul’a gelen su, özel tesislerle kente girer,
baş havuzlara gider ve yeraltı kanallarıyla çevreye yayılırdı. Su, İmparator Valens (364-368)
zamanında yaptırıldığı ileri sürülen Bozdoğan Kemeri yardımıyla İstanbul Üniversitesi
merkez binasının bulunduğu yerdeki ana havuza ulaşırdı. Her iki ucundan da parçaların
eksildiği Bozdoğan Kemeri, günümüze bir hayli harap olarak gelebilmiştir.
İstanbul’da çok sayıda bulunan sarnıçlarsa kente gelen suyu barındırma görevi görürlerdi.
Sarnıçlar, kare ya da dikdörtgen planlı, üstleri kemerler ve tonozlarla örtülü tesislerdir. Bu
örtü sistemi içeride taş sütunlara oturur. İstanbul’daki kapalı sarnıçların içinde en büyüğü ve
en tanınanı hiç kuşku yok ki, Sultanahmet meydanındaki Yerebatan Sarnıcı’dır. İmparator
Justinianos döneminde genişletilmiş olan sarnıç 140 x 70 m. ölçülerindedir. ıçinde, her dizide
28 sütun olmak üzere 12 sütun dizisi bulunmaktadır. Sütunlar ve başlıkları devıirmedir. Bir
başka örnek ise Konstantin dönemine ait olduğu düşünülen Binbirdirek Sarnıcı’dır. 64 x 56 m.
boyutundaki sarnıçta 224 sütun bulunur. Ortalarında bilezik bulunan ve üst üste oturtulmuş
izlenimi veren sütunlar alışılmamış bir formdadır.
İstanbul’da kapalı sarnıçların yanı sıra açık su hazneleri de bulunmaktadır. Bunlar kent
dışından gelen suları toplama havuzlarıdır. Buralarda biriken su kente basınçlı olarak
dağıtılıyordu. Tümüyle Roma inşa tekniğine göre yapılmış olan bu açık hazneler, son derece
sağlam ve büyük havuzlardır. Başlıca örnekleri arasında Sultan Selim Camii yanındaki havuz,
Karagümrük Çukur Bostan (Vefa/Fatih Stadı), Cerrahpaşa-Koca Mustafa Paşa arasındaki Altı
Mermer ve Bakırköy-Veliefendi Fildamı yer almaktadır.
Bizans döneminde İstanbul’un çeşitli yerlerinde dikilmiş anıtlar da bulunuyordu. Bunların en
önemlilerinin bulunduğu Hipodrom, kentin eğlence ve siyaset merkezi ile politik
mücadelelerin yapıldığı yerdir. Hipodrom, Sultan Ahmet Camii ile Adliye Sarayı arasındaki
düzlükte uzanan “U” biçiminde bir saha idi. Anıtlar, ortada yer alan ve “Spina” adı verilen bir
eksenin üzerinde sıralanırdı. Burada yer alan Dikilitaş (Obelisk) meydanın simgesi olmuştur.
Bu anıt aslında bir Mısır yapıtı olup ı.Ö. 1600 yılında Firavun IŞI. Tutmosis adına Karnak’ta
dikilmiştir. Pembe granitten yekpare olan bu dikilitaş, 390’da İstanbul’a getirilmiş ve
Hipodrom’a dikilmiştir. Mermer bir kaidenin üzerindeki dört bronz ayağa oturur. Kaidenin
dört yüzü de kabartmalarla kaplıdır. Bu kabartmalarda I. Theodosius, oğulları, karısı ve
yardımcıları ile Hipodrom sahneleri, anıtın dikilişini gösteren tasvirler yer alır. Anıtın
kaidesinde biri latince, biri grekçe olmak üzere iki kitabe vardır. Latince kitabede anıt kendi
ağzından konuşur ve dikiliş nedeni ile kaç günde dikildiğini anlatır: “Önceleri direnmiştim,
fakat yüce efendimizin buyruğuna itaat ederek ezilen tiranlar üzerinde zafer çelengini
taşımam için gerekli her şey, Theodosius ve onun kesintisiz devam eden sülalesine boyun
eğdi. Bana da galebe çalındı ve Proklos’un idaresinde 30 günde dikilmeye mecbur edildim”.
Grekçe kitabede anlatım daha yalındır. Burada konuşan taş değildir: “Devamlı yerde yatan
dört taşı dikmek cesaretini ancak İmparator Theodosius gösterebildi. Yardıma Proklos’u
çağırdı ve böylece 32 günde taş dikilebildi”. Bu tür obelisklerin dikilme amaçları tümüyle
psikolojiktir. Amaç, İmparatorun halk üstündeki görkem ve gücünün artmasını sağlamaktır.
Hipodrom’daki anıtlardan biri de 4. yüzyılda İstanbul’a getirilmiş olan Yılanlı Sütun’dur.
Birleşmiş Yunan sitelerinin ıranlılara galip gelmesi üzerine elde edilen ganimetlerin
eritilmesiyle oluşturulan bu sütunun üzerinde altın bir kazan vardı. Bu kazanı tutan burmaların
her biri yılan biçiminde sonlanıyordu. Yılan kafalarından birinin yarısı, geçen yüzyıl içinde
kazıda bulunmuş ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne konmuştur. İmparator VIŞ. Konstantin
Porphyrogennetos zamanında dikilmiş olan Örme Obelisk de Hipodrom’dadır. Bu anıtın
üstünün zamanında madeni plakalarla kaplı olduğu bilinmektedir.
Sultanahmet’teki Hipodrom dışında, kentin öteki semtlerinde de çeşitli anıtlar bulunmaktadır.
Bunlar genelde, yaptıranların ve bulundukları yerlerin adları ile tanınırlar. Bu tür anıtlardan
biri olan Gotlar Sütunu Gülhane parkındadır. Kesin tarihi belli değildir ama 4. yüzyılı ait
olması düşünülebilir. Bir kaide üzerinde monolit gövde halinde yükselen anıtın tepesinde
Korint üslubunda bir başlık vardır.
Çemberlitaş’ta meydanın ortasında hâlâ ayakta duran bir anıt bulunmaktadır. Bu anıt, daha
Bizans döneminde çatlamış ve demir çemberlerle takviye edilmiştir. Bu nedenle de
Çemberlitaş olarak tanınan anıt, mermer kaide üzerine üst üste oturtulan yuvarlak porfir
taşlardan oluşur. Her bir parçanın üst kısmında ek yerlerini gizleyen kabarık taşkın kısımlar
bulunur. Anıtın üzerinde kendini tanrı “Apollon Helios” olarak tasvir ettirmiş İmparator
Konstantin’in heykeli bulunuyordu.
Bu tür yapıtlardan biri de bugünkü Beyazıt Meydanı eski adıyla Theodosius Forumu’ndaki
Theodosius Zafer Takı ile sütundur. Zafer takının parçalarının bir kısmı yerinde durmakta,
557 yılındayer sarsıntısında yıkılan ve 16. yüzyıl başlarında da tümüyle kaybolan sütunun
parçaları ise IŞ. Bayezid Hamamı’nın temellerinde temel taşı olarak bulunmaktadır. Helezoni
yükselen bu sütuna ait kabartmalar, bugün bile hamamın temellerinde yoldan geçerken
görülmektedir.
Arkadius Anıtı ise, bugünkü Cerrahpaşa semtinde Arkadius adına yapılmış olan forumun
ortasında bir kaide üzerine helezoni olarak yükselen bir sütundu. Bu helezoni kısım da sürekli
bir kabartma ile süslüydü. bu kabartmada Barbarlara karış kazanılmış olan bir zafer
anlatılıyordu. Daha Bizans döneminde harap olmuş olan bu anıtın bugün yalnızca kaide kısmı
ayaktadır.
Fatih semtindeki Kız Taşı ise 452 yılında Markianos için dikilmiştir. Ufak ölçüde, yalın
görünümlü bu anıtın kaidesinde çelenk taşıyan iki zafer tanrıçası vardır. Kaidesindeki bu
figürler nedeniyle Türk döneminde “Kız Taşı” olarak anılmıştır.
Biraz da Bizans’ın askeri mimarisinden söz edelim. İstanbul’un özünü oluşturan Byzantion’un
antik çağdaki durumu hakkında pek bilgi yoktur. İmparator Konstantin 11 Mayıs 330’da
İstanbul’u yeniden kurup tören ile açmıştır. Kentin bu yıllardaki durumu da pek bilinmez.
Ancak, Konstantin’in kente kara tarafından sınır çizdiği bilinmektedir. İstanbul surları
zamanla büyüyen kente uygun olarak batıya doğru genişletilmiştir. Batı yönüne doğru büyük
bir genişletme ise 408-450 yıllarında İmparator olan Theodosius zamanında olmuştur.
Theodosius Surları ya da kara tarafı surları adı verilen bu surların 96 kulesi bulunmaktadır.
Marmara’da Mermer Kule ile başlayıp Haliç yönüne doğru uzanan surlar, Edirnekapı’nın
biraz ilerisinde kesilir. Daha ilerideki surlar geç dönemlere aittir. Surların yer yer dışarıyla
bağlantı kuran kapıları vardır. Bu kapılara Türk döneminde çeşitli adlar verilmiştir. Sur
kapılarından bir kısmının eski adları bilinmemekle birlikte, yalnızca üçünün adı üstlerindeki
kitabelere dayanılarak tam ve kesin olarak saptanabilmiştir. Bunlar, Porta Aurea (Altın kapı),
Pege (Silivri kapı) ve Rhegium’dur (Mevlevihane Kapısı).
Surlar üç bölümden oluşuyordu: Anasur, Hendek, Önsur. Önsurun burçları, ana surun burçları
arasına gelecek biçimde yapılmıştı. O dönemde hendeğin içinde su bulunup bulunmadığı ise
tartışma konusudur. Bu biçimde bir hendeğin içinde su yokken aşılmasının daha güç olduğu
düşünülürse, su bulunmadığı düşüncesi akla yakın gelmektedir. Hitit ve Sasanilerde kullanılan
bu sur sistemi Doğu’dan alınmıştır. Surların Ayvansaray tarafındaki ucu, Thedosius
zamanından sonra kentin genişlemesine uyarak yenilenmiştir. Özellikle Komnenoslar
döneminde burada İmparatorluk Sarayı bulunduğu için, bu bölge (Blakhernae) özel olarak
genişletilmiştir. Kara surlarının sürekli olarak tamir edildiği, Bizans kaynaklarından ve
kulelerdeki kitabelerden öğrenilmektedir. Marmara ve Haliç surları kara surları kadar önemli
değildi. Özellikle Haliç’tekiler iyice zayıftır. Marmara surları da kara surları gibi güçlü
değildir. Çünkü deniz bu bölgede çok akıntılı olduğundan gemilerin buraya yanaşması bir
hayli güç oluyor, bu da bir saldırıyı zorlaştırıyordu. Haliç surlarının zayıf olmasının nedeni de
Haliç’in sürekli olarak kapalı tutulmasıdır.
Altınkapı kara surlarının en önemli kapısı olarak bilinir. Bu kapının özel bir durumu vardır.
Via Egnetia adı verilen İstanbul-Roma anayolu buradan başlıyordu. Kendine özgü bir cephe
mimarisine sahip olan kapıda normal kapılardaki tek açıklık yerine, ortadaki daha geniş olmak
üzere üç açıklık vardır. Ana giriş imparatora aitti, halk ise yan kapıları kullanıyordu. mermer
bloklarla kaplı cephede büyük kemerin iç ve dış tarafında kitabe bulunuyordu. Kapı 5. yüzyılı,
IŞ. Theodosius dönemine aittir.
Burada yalnızca başkent İstanbul’daki yapıtları ele aldık. Oysa Bizans, Avrupa, Asya, Afrika
olmak üzere üç kıtaya yayılmış çok geniş bir imparatorluktu. Buralardaki sanat yapıtları da
çok sayıdadır ve incelendiğinde Ortaçağ’a damgasını vurmuş olan bu uygarlığın daha
yakından tanınmasına yardımcı olurlar.
OSMANLILAR
http://www.istanbullife.org/osmanlilar.htm
Osmanli Beyligi Turk-Bizans sinirinda yasayan turkmen boylarindan biri tarafindan
kurulmustur. Bulundugu cografi bolgenin onemi ve o sirada Bizans icinde cikan ayaklanmalar
ve sorunlar Osmanli Beyliginin kisa surede 14. Yuzyilin Islam dunyasinin en guclu devleti
haline gelmesine yol acti.
Fatih Sultan Mehmet (2. Ehmet) Bizans’in baskenti Constantinapolis’i (Istanbul) 1453’te
fethettiginde Osmanli Deveti zamaninin en guclu devleti haline geldi. Fatih Sultan Mehmet’in
diger dinlere inananlara gosterdigi tolerans devletin ekonomik belkemigini olusturan bu
azinliklarla barisik bir hayatin yuzyillar boyu yasanmasina yol acti ve bu gelenek Istanbul’un
mozaik yapisinin temellerini olusturdu. Bu baris ve birliktelik ortaminin ilk adimini Fatih,
Ortodoks Kilisesine ic islerinde tam bagimsizlik verip Katolik Kilisesinden tamamen
ayrilmasina on ayak olarak atti.
Ote yandan, Osmanli ordusunun teknik yonden ustunlugu 1. Selim (Yavuz Sultan Selim)
zamaninda doruk noktasina ulasti. Osmanlilar doguda kutsal topraklar Mekke ve Medine
dahil bircok yeri ve Anadolu’nun buyuk bir kismini topraklarina kattilar.
Osmanli Devleti’nin en parlak donemi, sinirlarinin Viyana’dan Iran’a, Kirim’dan
Habesistan’a kadar uzandigi Kanuni Sultan Suleyman’in padisahlik yaptigi 1520-1555
yillarina rastlar.
Osmanli Devleti 17. Yuzyilin ortalarina kadar toprak kazanmaya devam etti. Ilk buyuk
yenilgisini 1683’te Viyana sinirinda aldi.
Toprak kayiplari ve yenilgiler devam ettikce Osmanlilar modernlik yarisinda geri
kaldiklarinin farkina vardilar ve cozume bir dizi reform hareketiyle ulasmaya calistilar. Bu
reformlarin amaci bir Osmanli kimligi olusturmak ve parlamenter bir rejime gecis yapmakti.
Ordu ve egitim alanlarinda bircok kurumsal duzenlemelere gidildi ve 1. Dunya Savasina
kadar Osmanli Devleti topraksal acidan kuculurken modernlesme acisindan buyuk gelismeler
kaydetti.
Yaklaşık 8000 kadar geriye uzanan tarihiyle İstanbul, çok eski bir yerleşim alanıdır.
Günümüzden 5000 yıl kadar önce İstanbul’da yoğun bir iskan başlamış ve bu devirden
itibaren kent beylikleri ortaya çıkmıştır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda
atılmıştır. M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent
yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı
dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile
birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453’te Osmanlılar’ca fethinden
sonra İslam dünyasının en önemli merkezi haline gelmiştir.
Aşağıda, günümüzde de dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İstanbul’un, tarih öncesi
çağlardan bugüne kadar olan tarihi, çeşitli dönemler esas alınarak anlatılmaktadır.
FETIHTEN ONCE ISTANBUL
TARIH ONCESI DÖNEM
İstanbul ve yakın çevresinde yerleşmiş ilk insan topluluklarına ait izler M.Ö. 6.000’li yıllara
uzanır. Yapılan araştırmalarda hem Anadolu, hem de Avrupa yakasında bu topluluklara ait
yerleşim alanlarına rastlanmışır. Yarımburgaz Mağaraları, Büyükçekmece, Çatalca, Dudullu,
Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos, Fikirtepe ve Ambarlı bu yerleşim alanlarından
bazılarıdır. Bu ilk topluluklar, göçebelik ve yarı göçebelik aşamalarından sonra balıkçılık,
tarım ve hayvancılığa bağlı yaşam biçimleri geliştirmişlerdir. Mesela Fikirtepe
araştırmalarında M.Ö. 6.000 yılından itibaren köpek, koyun, keçi, sığır ve domuz gibi
hayvanların evcilleştirdiği ve balık avcılığı yapıldığı ortaya çıkmıştır. Bu araştırmalarda bazı
mezarlara ve yontma taştan aletlere da rastlanmıştır.
M.Ö. 3.000’li yıllarda İstanbul ve çevresinde yoğun bir iskan olmuş ve küçük kent beylikleri
kurulmuştur. Araştırmalar bugünkü Sultanahmet Meydanı ve çevresinin bu yıllarda önemli bir
yerleşim merkezi olduğunu göstermektedir.
BİZANTİON DÖNEMİ
İstanbul’un üzerinde yeraldığı topraklarda yerleşim tarih öncesi çağlardan beri vardır. Ama
bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır.
Yunanistan’dan gelen Megara’lılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a
ulaştılar ve bugünkü Kadıköy’de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. “Körler Ülkesi”
olarak da anılan Halkedon’un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660’larda da Trak kökenli
komutanlar Bizans önderliğinde yola çıkan Mega’lıların diğer bir kolu bugünkü
Sarayburnu’nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı’ndaki
kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara’lılar, komutanlarının adından hareketle, kente
“Bizantion “ adını verdiler. Bu yörede Megara’lılardan önce de bazı Trak toplulukları
yaşamaktaydı. Muhtemelen Megara’lılarla yerli halk kaynaşmışlardır.
Bizantion bir ticaret kenti olması ve savunma açısından avantaj sağlayan konumu nedeniyle
kısa zamanda büyüdü ve parası Yunan Kolonilerinde geçen bağımsız ve güçlü bir site haline
geldi.
M.Ö. 513 yılında Bizantion ve Halkedon Anadolu’yu fethederek ilerleyen Perslerin eline
geçti. Ama M.Ö. 489’da Persleri yenen Sparta’lı komutan Pausantas, Bizantion’u Perslerden
kurtardı ve M.Ö. 4777ye kadar kente egemen oldu. Bu tarihte Atinalılar kenti ele geçirdi ve
Bizantion M.Ö. 4767da Atina’nın önderliğindeki Delos Birliği’ne katıldı. Bu birliğin
dağılmasından sonra bir müddet bağımsız kalan kent, M.Ö. 405’te Atina-Isparta savaşları
sırasında Ispartalıların eline geçti.
M.Ö.340’da Makedonya Kralı Filip (Büyük İskender’in babası) tarafından kuşatılan kent
Arkhon Leon tarafından savunuldu ve surları tamir ettirildi. Fakat daha sonra bir dönem
Büyük İskender’in haleflerinin egemenliği altına girdi. M.Ö. 3189’de Büyük İskender’in
komutanlarından Antigonos’a tabi oldu ama bu dönemde kent yine yerel yöneticiler
tarafından idare edildi.
M.Ö. 278’de batıdan gelen Germen kavimlerinin akınına uğradı. Ele geçirilip yağmalandı ve
haraca bağlandı. Daha sonra Makedonyalıların baskısı altında kaldı ve M.Ö 202 yılında bu
baskıdan kurtulmak için Bergama Krallığı ve Roma Krallığı'nı yardıma çağırdı.
Romalılar Makedonya savaşlarından sonra M.Ö. 146’da egemenliklerini Balkanlar’a
Küçükasya’ya yayarlarken Bizantion Roma’ya tabi oldu. Önceleri idari olarak varlığını
sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyeletinin bir parçası haline geldi.
ROMA IMPARATORLUĞU DONEMI
Bizantion’un Roma egemenliği altına girmesi biraz da kendi isteğiyle olmuştur. M.Ö.2.yy.da
uzun sürmüş bir Bitinya-Makedonya çekişmesinin odağı olmaktan bıkan Bizantion, Kizikos
ve Rodos’la birlikte Roma’yı yardıma çağırdı ve M.Ö 146’da Roma’nın egemenliğine girdi.
Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası
haline geldi. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü bitmiş oldu ama önemini korumaya
devam etti.
Roma idaresinde nispeten sakin bir 350 yıllık devir yaşayan Bizantion’u M.S 2 yy.a dek
sarsan tek olay, Septimus Severus ve Pescenius Niger arasındaki savaşta Pescenius’u
tutmasıdır. M.S 195-196’da savaşı kazanan Septimus, bu ihanetin intikamını Bizantion’u
yıkarak ve halkını kılıçtan geçirerek alır. Ancak daha sonra şehrin tekrar inşasına yardım eder.
Yine de Bizantion’da Büyük Konstantin dönemine dek kayda değer bir gelişme olmamıştır.
Roma imparatoru I.Kontantin 330 yılanda Bizantion’u yeni başkent olarak ilan etti. Şehir
yeniden inşa edildi ve “Constantinopolis” ismini aldı. I. Kostantin’in döneminde Hristiyan
dünyasının en önemli dini ve siyasi merkezlerinden biri haline geldi.
Şehir 4. ve 5. yüzyıllar boyunca bazı saldırılara maruz kaldı. Özellikle Got’ların ve
Vizigot’ların akınlarına uğradı. 440 yılında Hun imparatoru Atilla şehre saldırdı. 450 yılına
kadar Hunlara haraç ödendi. Özellikle 5. yüzyılda İstanbul’da mezhepler arası tartışmalar ve
çatışmalar yaşandı ve bunlar bazen ayaklanma veya iç savaşa dönüştü.
Fakat herşeye rağmen İstanbul, bu süre içerisinde önemini korudu. Dışarıdan, özellikle
Trakya’dan getirilen toplulukların da etkisiyle, 5. yüzyılda kentin nüfusu Roma’yı aştı. Bu
dönemde bugünkü Galata’nın yerinde Sykai adlı yarı kent özellikleri taşıyan bir dış mahalle
kuruldu. Gittikçe büyüyerek bir ticaret kenti haline gelen Sykai, kurulan bir köprüyle kente
bağlandı.
Bu esnada ise Batı Roma imparatoluğu sürekli güç kaybediyordu. 476 yılında Ostrogorlar
Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus’u tahttan indirdiler ve imparatorluk alametlerini
Doğu Romu İmparatoru Zenon’a teslim ettiler. Böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe
karışıyordu, fakat aynı zamanda da İstanbul Roma İmparatorluğu’nun tek başkenti haline
geliyordu.
BIZANS IMPARATORLUĞU DONEMI
476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra başkenti İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğu,
Bizans İmparaatorluğu’na dönüşmüş ve böylece İstanbul, bir “Roma Şehri” olmaktan çıkarak
doğuya özgü bir Ortodoks şehri haline gelmiştir.
6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu için dolasıyla İstanbul için yeni bir yükseliş
döneminin başlangıcı oldu. Okuma yazma bile bilmeyen selefinin aksine dindar ve eğitilmiş
biri olan İmparator I. Jüstinyen döneminde kent mamur bir Ortodoks Hristiyan başkenti
görüntüsünü kazandı. Daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle bu dönemde
inşa edildi.
543’lerde kentte görülen veba salgını halkın yarısına yakınını öldürdü. Şehir sürekli
felaketlerle karşılaştı. Fakat özellikle İmparator I. Jüstinyen’in kurduğu yapı İstanbul’a her
türlü savaşı ve felakete karşı direne kazanmıştır.
7. yüzyıl sonları ve 8. yüzyıl İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler
ve Avarlar’ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda da Bulgarlar ve Müslüman Araplar
kuşattılar. Dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kenti ele geçirmek için saldırılar
düzenlediler.
Bu arada imparatorların da taraf olduğu Hristiyan mezhep kavgaları şiddetlendi, özellikle
tasvir taraftarları ve karşıtları biçimindeki bölünme sadece kenti değil imparatorluğu ve
Hristiyan öğretisini de derinden etkiledi. İstanbul’un bu yükselme dönemi Latin istilasıyla
sona erdi.
1204’de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve acımasızca yağmalandı. Ortaçağın en büyük
kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü.
LATIN ISTILASI
İstanbul, Haçlılarla ilk olarak 1096’da tanıştı. İmparaator Aleksios 1071’de Malazgirt’te
kaybedilen toprakları alabileceğini umarak bu ilk Haçlıların gelmesine sevindi. Sözde,
Müslümanlardan alınan topraklar Bizans’a verilecek, Bizans da Haçlıları destekleyecekti.
Ama Haçlılar buna uymadılar ve 1099’da Kudüs Latin Krallığı’nı kurdular. İstanbul halkı
Haçlıları hiç sevmedi ve sürekli tepki gösterdi. Bu arada Haçlı seferleri devam etti ve
dördüncü sefer, İstanbul’un işgali ve paylaşılması ile sonuçlandı.
O dönemde Bizans’ta bir taht kavgası yaşanmaktaydı. Bunu fırsat bilen Haçlılar,
Venedikliler’in de yardımıyla Haliç’e girdiler. Saldırı 9 Nisan’da başladı ve 13 Nisan 1204’de
şehir ele geçirildi. Üç gün boyunca benzeri görülmemiş bir barbarlıkla İstanbul yağmalandı ve
insanlar katledildi. Ayasofya’da dahil olmak üzere bütün anıtsal yapılar tahrip edildi, yüzlerce
yıllık yazma kitaplar yakıldı. Birçok değerli Bizans eseri Avrupa’ya taşındı. Bu üç günün
sonunda yağma düzenli hale getirildi ve Bizans, Haçlılarla Venedikliler arasında paylaşılarak
bir Latin İmparatorluğu kuruldu.
Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve
zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik
kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti gelişti.
1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok
fakirleşmis hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini
yakacak olarak kullanmaya başlamıştı.
Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece
İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi.
IKINCI BIZANS DONEMI
İstanbul’da ikinci Bizans Dönemi, Palailogos Hanedanı’nın 1261 yılında İstanbul’u
Latinlerden geri almasıyla başlar. Ama bu dönem boyunca, İstanbul eski önem ve özelliğini
bir daha kazanamayacaktır.
Latinler tarafından bütün zenginlikleri talan edilen kent,bu süreç içerisinde bir ticaret merkezi
olma vasfını da tamamen kaybetmişti. Bu durumun olumsuz etkileri İkinci Bizans Dönemi
boyunca devam edecek ve bütün ticari üstünlüklerini tamamıyla Galata’ya kaptıran İstanbul,
etrafı surlarla çevrili bir tarım kenti haline dönüşecektir. Bu dönem boyunca elde ettiği
imtiyazlar sayesinde, Galata İstanbul’dan daha önemli bir kent haline gelmiştir.
İkinci Bizans Dönemi’nde İstanbul için olumlu bir gelişme, mezhep çatışmalarının
durulmasıdır. Bu dönem içerisinde İstanbul tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hristiyanlığının
merkezi durumuna gelmiş, yine bu dönemde Bizans sanatı en olgun dönemini yaşamıştır. O
yıllarda Kariye (Khore) Kilisesine yapılan mozaikler, Bizans sanatının zirvesi olarak kabul
edilmektedir.
İkinci Bizans Dönemi aynı zamanda, İstanbul’un Osmanlı’lar tarafından gittikçe daralan bir
çembere alınması ve yavaş yavaş fethedilmesi sürecidir. 1373’ten itibaren İstanbul
Osmanlı’ya haraç ödemeye başladı. 1393 yılında Sultan Yıldırım Bayezid, 1422’de Sultan II.
Murad İstanbul’u kuşattı, ama başarılı olamadılar. Orhan Gazi’den itibaren Boğaz’ın Anadolu
yakası Osmanlı’nın eline geçti. Aynı şekilde, 15. yüzyılda bir kaç önemsiz kasaba hariç bütün
Trakya da fethedilmiş bulunuyordu.
Bu nedenle 15. yüzyılda Bizans İmparatorları Katolik Roma’dan sürekli yardım taleplerinde
bulunmak zorunda kaldılar. Fakat Papalık, otoritesi altında birleşmesini şart koşuyordu.
Bizans 1452'de bu talebe boyun eğmek zorunda kaldı. Bu birleşmenin İstanbul’da
Ayasofya’da kutlanmak istenmesi çok sert tepkilere ve protestolara neden oldu.
1453 Mayıs’ında İstanbul’un fethedilmesiyle Bizans İmparatorluğu tarihe karıştı. Fakat
İstanbul için yeni ve parlak bir dönem başlıyordu.
FETIH VE ISTANBULA ISTANBUL
MUSLUMAN ARAPLARIN KUŞATMALARI
İstanbul, müslümanların sefer tarihlerinin başlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiştir.
Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a
seferler düzenlemişler, bunların bir kısmında şehri kuşatmışlardır. Hz.Muhammed’den rivayet
edilen, Kostantiniye’nin fethine ilişkin olan ve şehri fethedecek komutan ve askerlerin
övüldüğü hadiseler bu seferlerin düzenlenmesini teşvik eden faktörlerden olmuştur.
Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz.Osman’ın hilafeti döneminde
gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye valisi Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini
hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarıındaa yok
etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.
Müslümanların ilk İstanbul kuşatması ise, 668’de Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu
döneminde gercekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’un baharına kadar
sürdürdüyse de şehri ele geçiremedi. Salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle
geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in bayraktarı
Hz.Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehid düştü ve surların dibinde toprağa verildi.
Bu seferden sonra, Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. 7
yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı.
Ağustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da
başarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koşulları, açlık ve
hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre
bu kuşatma sırasında İmparator III.Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin
ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye
kenti gezdirmiştir.
Araplar’ın son kuşatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun
komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’de yenerek
Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma
imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” ünvanını
bu seferle almıştır.
Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuştur. Ama daha
sonraki bu seferlerin hiçbiri kuşatmayla sonuçlanmamıştır.
OSMANLILARIN ISTANBUL KUŞATMALARI
Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce,
bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleşim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı
toprağı haline gelmiştir. Yanısıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın iç işlerine
de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetihe kadar süren dönemde de sürekli
İstanbul civarında manevralar yaptılar.
1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuşatmaya dönüşmedi.
Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan başlattığı sefer de Hrıstiyan dünyasının oluşturduğu güçlü
ittifakla durduruldu.
İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuşatma Sultan Yıldırım Bayezid tarafından
yapıldı. İmparator ile yapılan anlaşma sonucu Yıldırım Bayezid’in kuvvetleri şehre giremedi.
Sultan Yıldırım Bayezid, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul
içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını sağladı.
Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek İmparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum
Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir.
Sultan Yıldırım Bayezid’in dönemindeki son kuşatma girişimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur
istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı.
Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuşatması da başarısızlıkla
sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin başarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin
Bursa’daki kardeşi Çelebi Mehmed’in desteğini alarak kuşatmanın kaldırılmasını sağladı.
Daha sonra Osmanlı padişahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi.
Fetihden önceki son kuşatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleşti. Uzun bir hazırlık
dönemine ve sağlam bir stratejiye dayanan bu kuşatma öncekilerden çok daha zorlu geçti.
Kuşatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taşraya bağlayan bütün yolları
kesmeleriyle başladı. Dönemin en etkili manevi otorilerinden olan Emir Sultan’ın da
Bursa’dan gelerek yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin çoşkusunu artırdı. 24
Ağustos’da Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok şiddetli oldu ise de, şehrin alınmasına
yetmedi. Bu kuşatma Sultan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı.
Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oğlu’na kalmıştır.
FETIHTEN ONCE ISTANBUL
Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk
Konstantinopolis şehriyle sınırlı hale gelmişti, toprakları Konstantinopolis’ten başka Marmara
kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da
Osmanlılar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının
Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden değil, buraların çok ciddiye
alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuşatmaların
başarısız olmasının sebebi ordu değil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı.
Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü değildi. Bizans imparatorları da artık
Osmanlılara itaatini sunmuş ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmişlerdi. Osmanlılar
için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar
vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk başkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan
dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve
kesinlikle düşmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliğiinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı
Seferleri örgütleniyordu.
Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuşatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu,
Hristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı.
Bu ayrılık Hristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına
geliyordu. Bu ikiliği gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da
Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik
Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa
bir ittifak dönemi başladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması,
Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaşma Konstantinopolis
halkı tarafından hiç de hoş karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert
protestolarıyla karşılaştı. Bizans halkı Konstantinopolis’de Avrupalı’yı görmek istemiyor,
yeni bir latin dönemi yaşamaktan korkuyordu.
Floransa Konsili’nde sağlanan birleşmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi
1443 ve 1444’de istila etti.Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların
önünü kesti.
Bu son savaş Kostantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadoluya ve Rumeliye
yayılan genç İmparatorluğu için Kostantinopolisi fethetmek artık tersi düşünülemez bir
mecburuyetti. İmpaaratorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan
kaldırılmalıydı; çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirene bağlanması
Kostantinopolisin fethiyle mümkündü.
ISTANBUL’UN FETHI
İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük
toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ıın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi.
16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın
yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz’lilerin elinde
bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk
Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin
kronlojisi şu şekildedir :
6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St.Romanüs Kapısı
(Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuşatıldı.
6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.
9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı.
9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens
adalarını ele geçirdi.
11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı.Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen
surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.
12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün
gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine
havan topları ile Haliç’deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.
18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı
püskürtüldü.
20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaş
gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi.
Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya gemilerini her ne pahasına olursa
olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden
büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyemedi. Bu başarısızlık Osmanlı Ordusunda
bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye başladı. Hemen sonra bu durumden
istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.
Sadrazam Çaldarlı Halil Paşa’nın desteğiyle bu öneri reddedilerek, kuşatmaya ve surların
büyük toplarla dövülmesine devam edildi.
Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmet’e şeyhi ve hocası Akşemseddin’in fetih
müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmet bu manevi desteğin de etkisiyle bir yandan
saldırıyı şiddetlendirirken, öte yandan herkesi şaşırtan yeni girişimlerde bulundu:
Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti.
22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz
azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiği gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle
çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde
ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç’e inmişlerdi.
Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir
olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya
başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.
28 Nisan 1453: Haliç’deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile
Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surlarıda ateş altına alındı. Deniz boyu
surlarında tamamı kuşatıldı.
İmparator’a Ceneviz’liler aracılağıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. Eğer teslim olunursa
serbetçe istediği yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi
kabul etmedi .
7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3
saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.
12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.
16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleşti ve
yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu.
Aynı gün Haliç’deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı,
yine sonuca ulaşılamadı.
18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli
çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizans’lılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan herdekleri
boşalttılar.
Sonraki günlerde surların yoğun top ateşiyle dövülmesi sürdürüldü.
25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey’i elçi
göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve
hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler,
kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.
26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete
geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın
yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini
topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çaldarlı Halil Paşa ve taraftarları
kuşatmayı kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası
Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı.
Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi Zağanos Paşa’ya verildi.
27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.
28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle
geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaşarak askeri
yüreklendirdi.
İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti.
Bu tören Bizansın son töreni oldu.
29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha
karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk
kiliselere doluştu.
Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya
geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırya geçti.
Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler
saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle gögüş
göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit
oldu. Belgrad kapıdan Yeniçeriilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direnişçileri
ardından çevrilmeleri üzerine Bizans savunması çöktü.
Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her
yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed
öğleye doğru Topkapı’dan şehre girdi, doğruca Ayasofya ‘ya girerek burayı camiye çevirdi.
Böylece bir çağ açılıp, bir çağ kapandı.
FETHIN SONUÇLARI
İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek
olan sonuçları vardır. Bu nedenle bir çok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini
kabul eder.
Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk Beyliğine karşı
üstünlüğünü pekiştirmiş bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un fethi, Anadolu’daki Türk
birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir.Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin
değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başlar .
Böylece Osmanlı Beyliği bir dünya devleti haline gelecektir.
Fetihten sonra, Osmanlı liderliğindeki İslam, dünya politakasının temel dinamiklerinden biri
olmuştur. O dönemde Eski Dünya’da yaşanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların
belirleyici bir rolü vardır.
Avrupa Hrıstiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyeti Ön-Asya’dan
çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu işlevi
görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hrıstiyan dünyasınca
kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi
düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi
Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüğün başlangıç
noktasıdır.
İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de Rönensans
üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra bir çok Bizans’lı düşünür ve sanatçı yanlarına çok değerli
yazma eserleri de alarak, çoğunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan
kültürüne dönüşte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönensans hareketi
başladı.
FATİH SULTAN MEHMED
1432-1481 yılları arasında yaşamış yedinci Osmanlı padişahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki
kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır.
Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan,
Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından
yetiştirildi. Dönemin geleğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için
Manisa Sancakbeyliğine tayin edildi. Mükemmel bir eğitimle, matematik, geometri, hadis,
tesir, fıkıh, kalem ve tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça,
Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpca öğrendi. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü
birfikir adamı olarak yetişti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, şiirde devrinin üstadları arasında
yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan
Fatih’e aittir.
Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II.Murad’ın tahttan çekilmeye
karar vermesi üzerine padişah ilan edildi. Tahtta çocuk yaşta birinin olmasından cesaretlenen
Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladılar. Osmanlılar’ı Avrupa’dan
atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II.Murad ordunun başına
geçti ve Varna Meydan savaş’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Sultan
II.Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci
şehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü.
Sultan II.Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez
tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul‘un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri
tasarladığı planları uygulamak oldu.
Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da Avrupa’da
görülmemiş büyüklükte toplar ısmarladı ve bir donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı
doğrudan üstlendi.
İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi.
Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini sağladı. Fetih hareketlerine devam ederek
Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından
Sinop’u alarak Candaroğulları’na, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli
Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki
Balkanları Osmanlı idaresinde birleştirdi. Karamanlılar’dan Konya ve Karaman’ı alarak
Karaman Eyaleti’ne dönüştürdü. Venedikler’den Eğriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye
(Alanya) Beyleri’nin egemenliğine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli
Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılar’a bağladı. Daha sonra Batıya
yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılar’a bağladı.
Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlılar’ın eline geçti. Bunun üzerine
Papalık büyük bir telaşa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa
devletlerine çağrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler.
Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat
etti. Bazı araştırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüştür.
DEVLET VE BİLİM ADAMI FATİH SULTAN MEHMED
Benzerine çok rastlanmayan son derece yoğun bir eğitimden geçen Fatih Sultan Mehmed,
daha çocukluğundan itibaren büyük ber devlet adamı olmak üzere yetiştirildi.
Üstün bir komutanlık özelliğine sahipti. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi
şekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli
kalmasına son derece özen gösterirdi. Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten
önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir
edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün
bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi.
Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Dünya çapında bir devlet kurma
fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleşmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 30 yıl
süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşide dukalık olmak üzere irili
ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan
yarımadasını elegeçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II.Murad’dan devraldığı
Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 katına çıkardı.
Fatih Sultan Mehmed, fetihleriyle olduğu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak
için getirdiği düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih
kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin işleyişini
düzenledi. Geniş görüşlü ve açık düşünceli bir padişah olarak kültür ve sanat alanında
gelişmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eşi görülmemiş bir hoşgörü gösterdi.
İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı.
Ortodoksluğun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokülüne göre vezir
rutbesine eş tutuldu.
Patrik II.Gennadios’a Hristiyan inancının temel ilkelerine ilişkin bir eser hazırlattı ve
Osmanlıca’ya çevirtti. Fatih Camii’nin çevresinde kurduğu sekiz medrese, İslam ilimleri
alanında yüz yıl boyunca imparatorluğun en önemli öğretim kurumu oldu. Zaman zaman
“ulema” adı verilen İslam ilahiyatçılarını bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi.
Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluğu
Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye
erişti.
OSMANLI'DAN CUMHURIYET'E ISTANBUL
FETIHTEN SONRA ISTANBUL
İstanbul, fetihten sonraki ilk üç günde karışıklıklar içinde kaldı. Üçüncü gün şehir sakinleşti.
Ardından görkemli şenliklerle fetih kutlandı. Şenlikten sonra Fatih Sultan Mehmed askerin
şehirde dolaşmasını yasakladı.
Hızla şehir kontrol altına alındı. Rumların kendi dinleri ve gelenekleri ile yaşayabileceği
duyuruldu. Fatih Sultan Mehmed Ortodoks Rumlara boş bulunan Patriklik makamına birini
seçmelerini emretti.
Fetih sırasında olumlu davranışları görülen Yahudi cemaatine Havralarına sahip olma hakkı
tanındı ve Haham’a iltifatlarda bulunuldu. Türk-Yahudi topluluğu Karayim Cemaati’ine
Arpacılar Mescidi’nin bulunduğu yerde bir ibadethane tahsis edildi. Daha sonraları Ermeni
Cemaati için de bir patrik tayin edilmiş ve cemaatler arası denge gözetilmiştir.
Fatih Sultan Mehmed şehirde düzeni sağlar sağlamaz hızla imar faaliyetine girişti. İlk ciddi
imar faaliyeti, fetih esnasında harap olan surların tamiridir. Hendekler temizletildi ve yıkık
yerler tamir edildi. Fatih Sultan Mehmed bakımsız ve harap durumda olan Ayasofya’yı satın
alıp, tamir ettirdi ve camiye dönüştürdü. Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı
veya vakfettiği çok sayıda yapının bir kısmı şunlardır:
Bugünkü Vefa semtinde Şeyh Ebu’l-Vefa adına yaptırılan cami, bugünkü Eyüp’te Ebu Eyyub
el-Ensari’nin türbesi ve civarına yayılan külliye, devlet hazinesi olarak da kullanılan
Yedikule, şehrin yedi tepesinden biri üzerine kurulan ve kendi adıyla anılan Fatih Camii ve
Külliyesi, bugünkü Beyazıt Meydanı civarında yaptırılan ve günümüze izi kalmayan Saray-ı
Atik ve Saray-ı Cedid (bugünkü Topkapı Sarayı).
Bu dönemin diğer önemli eserleri arasında, Mahmud Paşa Camii, Gedik Ahmet Camii,
Karamani Mehmed’in Nişanca Camii, Rum Mehmed Paşa Camii, Has Murad Paşa Camii,
İbrahim Paşa Camii ve bunların çevresinde sıralanan imaret ve benzeri yapılar, Belgrad
Ormanlarındaki kaynaklardan şehre su taşıyan tesisler, çok sayıda darüşşafaka, imaret,
han,kervansaray gibi yapılar ve bu günkü Kapalıçarşı sayılabilir.
Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Boş mülkler
fetihde hizmeti geçenlerin yanısıra hemen her isteyene parasız olarak verildi. Anadolu ve
Rumeli’den müslüman nüfus şehre göçe özendirildi. Bu da yeterince fayda sağlamayınca
vilayetlere ferman gönderilerek her sınıftan belli sayıda kişinin İstanbul’a sürgün edilmeleri
buyruldu. Çeşitli bölgelerden Hıristiyan ve Yahudiler de şehre getirilerek belli yerlerde iskan
edildiler.
Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve sürgünlerle oluşan mahalleler daha sonraki İstanbul
idari yapısının temelini oluşturdu. 1459’da İstanbul her biri farklı demografik özellikler
taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü
ise surdışında yeralan ve “Bilad-i Selase” olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük
Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar’dı. 1457 sonunda eski başkent
Edirne’nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi.
İstanbul, fetihten elli yıl sonra Avrupa’nın en büyük şehri haline geldi.
16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509
depreminde çok zarar gördü. 45 gün süren depremde binlerce bina haraboldu, yıkılmadık tek
minare kalmadı.
İstanbul, 1510’da Sultan II. Bayezıd tarafından 80.000 kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden
kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır.
KANUNI SULTAN SULEYMAN DONEMI
Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtta kaldığı 1520-1566 yılları arasındaki 46 yıllık dönem, devlet
için olduğu gibi İstanbul için de bir yükseliş dönemi olmuştur. Bu dönem boyunca İstanbul’da
birçoğu günümüze de ulaşmış çok sayıda paha biçilmez eser inşa edilmiştir. 1509 depreminde
büyük hasara uğrayan kent yeniden ve daha planlı bir biçimde restore edilmiş, şehir yeni
bentler, su kemerleri, su yolları ve çeşmelerle bol suya kavuşmuştur. Medreseler,
kervansaraylar, hamamlar, hasbahçeler ve köprülerle donatılan İstanbul tam bir büyük kent
görünümü kazanmıştır. Yine bu dönemde Haliç-Galata Limanı Akdeniz’in en işlek
limanlarından biri haline gelmiştir.
Bu dönemde inşa edilen eserler, özellikle Mimar Sinan tarafından yapılanlar şehre yepyeni
bir görünüm kazandırmışlardır. Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Şehzadebaşı Camii ve
Külliyesi, Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Cihangir Camii, Mihrimah Sultan adına
Edirnekapı ve Üsküdar’da yapılan camiler, Hurrem Sultan adına yaptırılan Haseki Külliyesi
ve Haseki Hamamı bu dönemde inşa edilen eserlerin önemlileridir. Bu devirde açılan Sahn-ı
Süleymaniye Medreseleri de İstanbul’a bir eğitim ve bilim merkezi olma özelliği
kazandırmıştır.
Kanuni dönemi İstanbul için bir planlı kentleşme dönemi olmuştur. Bir yandan kente yeni
göçlerin gelmesi engellenmiş, diğer yandan da surların çevresine ev yapımı yasaklanarak, her
evin pencerelerine kepenk konulması ve Galata’daki tüm yapılarda taş kullanılması
zorunluluğu getirilmiştir. İstanbul’a bol su sağlamak için birçok tesis hazineden ayrılan
ödenekle ve angarya sistemine başvurulmaksızın tamamlanmıştır. Şehir, Sarayburnu, Tersane,
İskender Çelebi, Dolmabahçe, Tokat, Çubuklu, Sultaniye, Üsküdar, Haydarpaşa, Kandilli
hasbahçeleri ve Büyükdere Korusu ile bezenmiştir. Kentin tüm iaşe ve ihtiyaçları devletçe
üstlenilmiş; bu maksatla Rumeli şehirleri, Karadeniz Kıyıları ve Mısır’a bir takım
yükümlülükler getirilmiştir. Yine İstanbul bu dönemde “kahvehane"lerle tanışmıştır.
İstanbul’un büyüyerek eski sınırları dışına taşması ve yeni semtlerin ortaya çıkışı da Kanuni
devrinde gerçekleşmiştir. Kasım Paşa, Piri Paşa, Piyale Paşa ve Ayas Paşa mahalleri bu
dönemde kurulmuştur. Galata da bu dönemde çok canlıdır ve tek başına bir şehir büyüklüğüne
ulaşmıştır. Yine bu yıllarda ilk kez olarak Beyoğlu’nda elçilik binaları açılacaktır.
Kanuni dönemi İstanbul’u bazı büyük felaketlere de şahit olmuştur. Veba salgınları bu
dönemde bu dönemde İstanbul’u sık sık etkilemiştir. 1554’te çıkan yangın Ayasofya’dan
Tahtakale’ye kadar olan kısmı, 1555’te çıkan yangın ise Galata’yı büyük hasara uğratmıştır.
1554’teki şiddetli fırtınada deniz kabarmış, dereler taşmış, bir çok insan boğulmuştur.
1563’teki aşırı yağmur neticesi oluşan seller ise bundan da büyük zararlara yol açmış, hatta bu
esnada Yeşilköy’de avlanmakta olan Kanuni Sultan Süleyman da tehlike atlatmıştır.
LALE DEVRI’NDE ISTANBUL
Lale Devri 1718-1730 yılları arasında ve Sultan III. Ahmed ile Nevşehirli Damat İbrahim
Paşa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve
varlıklı kesimler arasında başlayan lale yetiştirme merakından alır.
Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve değişiklikler yaşadı. Sadrazam Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiği projelerden esinlenerek
İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi ve Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları
gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı
lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme furyasının
doğuşuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköyü,
Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köşk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap
olmuş semtler yeniden inşa edildi.
Lale Devri’nde İstanbul’un yaşadığı yenilikler sadece imar sahasında değildi. İlk olarak bu
dönemde itfaiye teşkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından
faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaş fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu
yıllar içerisinde açıldı.
Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaşandı. Özellikle şair ve ressamlar
saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son
şaheserlerini vermiştir. Emetullah Gülnuş Valide Camii, Sultan III. Ahmed’in Topkapı
Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeşmeler, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi ve
Damat İbrahim Paşa Külliyesi bunların başlıcalarıdır.
Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiştir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü
olan lale bahçeleri ve köşklerin birçoğu tamamen tahrip edilmiştir.
TANZIMAT DONEMI
3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen
Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu
dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına
kadar birçok alanda yenilikler yaşandı.
Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata
ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise
bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü.
Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padişahlar,
diğer taraftan da devlet erkanı, gayrımüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk
ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları,
Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde
inşa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı.
Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve
Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir.
Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı
mimarisi terkedildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa
edildi. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfus etti.
Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü
yapılması , tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i
Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin
kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı
karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi
bu gelişmelerin sadece bazılarıdır.
Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde
büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız
rüşdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji),
Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani
(Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime
başlayan okullardandır.
Tüm bu değişmeler doğal olarak kentin sosyal yaşamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım
Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da
yerleşmiş bulunan Levantenlerin yaşam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu
dönemde Beyoğlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla
tam bir eğlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte;
Beyoğlu’nun yanısıra Şehzadebaşı ve Gedikpaşa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar
bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eğlence alışkanlıklarıyla
birlikte, zevkleri de değişiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler değil orta halli aileler de
Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu değişti; masa, sandelye ve koltuk gibi
eşyalar evlere girmeye başladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti başladı. Suriçi ve
Beyoğlu kışlık; Boğaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi. Bu nedenle önceden Boğaz’da yalı
satın alacak paralar, mevsimlik kira olarak ödenir hale geldi.
İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok değişiklik yaşadı. Geleneksel esnaf
örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı şirketleştirmek için krediler vermeye başladı.
Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak
grevlerle de tanıştı.
Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de şahit olacaktı. Galata bankerleri artık
doğrudan saraya borç veriyor veya Osmanlı’nın kombiyo işlemlerini yönlendiriyordu. Devlete
ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoğalmış; kurulan Galata
Borsası sadece Galatalı bankerlerin değil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı.
Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diğer
taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya
çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit,
İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya başlayacaktır.
1844 ilk nüfus sayımı, 1870 Beyoğlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek
aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya
değer diğer olaylarıdır.
MESRUTIYET DONEMI
Sultan Abdülaziz’in gürültülü bir şeklde tahttan indirilişi ve meşrutiyeti ilan sözü alınarak II.
Abdülhamid’in tahta çıkarılışı ile İstanbul’da yeni bir dönem başlar (31 Ağustos 1876).
Sultan II. Abdülhamid 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’i ilan etti. Ancak kısa süre sonra
başlayan Türk-Rus Savaşı (27 Nisan 1877) İstanbul’u paniğe boğdu. Bu savaşta Rumeli
cephesine yakınlığı nedeniyle İstanbul savaşın birçok acısını yaşadı. Kentin içinden batıya
asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaştan kaçan Rumeli’li
muhacirler kentte bir çok sıkıntıya yol açtı. Bu muhacirler sefalet içinde cami ve medreselerde
ve boş alanları saran tahta ve teneke barakalarda yaşamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yaşananlar
nedeniyle, bu savaş halk arasında “Doksanüç Harbi Faciası” diye anılır.
13 Şubat 1878’de Sultan Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı. 3 Mart 1878’de
Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos antlaşması
imzalandı; uzun bir barış dönemi başladı.
1881’de Devlet’i Osmani’nin ödenmeyen borçları için Duyun-u Umumiye kuruldu. Devletin
birçok vergilerine el konulmasına rağmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli
adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleşime açılması, Terkos su
şebekesi, Hamidiye suları, havagazı şebekesinin genişletilmesi sayılabilir.
Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem felaketi de yaşadı. Halk arasında “Üçyüzon
Depremi” denen 1894 depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım
çalışmalarına girişildi. Bu dönem İstanbul’unda yaşanan diğer önemli olaylar arasında 1895,
1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da teşebbüs edilen iki suikasti de zikredebiliriz.
Birincisi başarısız olarak padişaha yapıldı; diğerinde Şehremini Rıdvan Paşa hayatını kaybetti.
Diğer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret sayılabilir. Bunlar arasında İran Şahı
Nasıreddin ve oğlu, eski ABD başkanı General Grant ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’in
ziyaretleri zikredeğer. II. Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman Çeşmesini’ni
yaptırtmıştır.
Sultan II. Abdülhamid eğitim konusuyla da ilgilenmiş; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i
Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i
Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u Maliye,
Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi, Hamidiye Baytar Mektebi,
Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek
Sanayi Mektepleri, Darülfünun (Üniversite), rüşdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar)
açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel
okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuştur.
Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt Umumi
Kütüphanesi, Yıldız Arşiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak (başbakanlık arşivi) gibi değerli
kültür müesseseleri de o yıllarda kurulmuştur. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Şişli Etfal
Hastenesi ve Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi
fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde İstanbul’un ve
imparatorluğun fotoğraf albümlerini hazırlatmıştır.
Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etti ve 31 Mart Vakası’ının
ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine Sultan V. Mehmet Reşad tahta geçti
(27 Nisan 1909).
İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaşlar ve karışıklıklar içinde geçti.
Sultan V. Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart Vakası’ndan sonra İstanbul’lular artık
meydanlardaki darağaçlarında sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular.
19 Ocak 1910’da Çırağan Saray’i yandı. Bu bir seri kötü olayın ilki oldu. 9 Haziran 1910’da
gazeteci Ahmed Samim Bey suikastle öldürüldü. 6 Şubat 1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18
Ekim 1912’de Balkan Savaş’ı başladı. İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere
daha karşılaştı. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti silah
tehdidi altında istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şeket Paşa suikaste kurban
gitti. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başladı.
Rüşvet ve hırsızlık meblağları onbinlerce altını buluyordu. Artık bu olan bitene Sultan V.
Mehmet Reşat seyirci kalmıştır. Onun döneminin gerçek hakimi ise İttihat ve Terakki
olmuştur.
14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak için
resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamadı.
Kısa sürede paralarını Beyoğlu’nun balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi
harcayan bir savaş zenginleri sınıfı oluşmuş: Açlık ve sefalet, yıkık dökük mahalleler ve
zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaş gazileri ve kantocuların, şarkıcıların ve
yabancı artistlerin ayağına dökülen paralar bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleri
olmuştur.
ISGAL VE MUTAREKE YILLARI
I.Dünya Savaşında Osmanlı müttefikleriyle birlikte mağlup oldu. Mondros Mütarekesi’nin
imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de
Haydarpaşa açıklarına demirledi ve böylece İstanbul’un işgali başladı. Ama Londra
Konferansı’nda kararlaştırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak şehir topyekün işgal
edilmedi.
Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden
toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti.
4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali kararlaştırıldı. 14 Mart’ta
telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün işgal hareketi başladı. Karaya çok sayıda
asker çıkarılarak şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Sabah erken
saatlerde bir İngiliz birliği Şehzadebaşı’ndaki karargahı basarak askerlerin üzerine yaylım
ateşi açtı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i
Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını
muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı. Ve 150 kadar siyası şahsiyet Malta’ya sürgün
edildi.
İşgal ve Mütareke yıllarında İstanbul pek aşina olmadığı büyük gösterilere şahit oldu. 19
Mayıs 1919’da ilk kez kadın hatiplerin de konuşma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50
binden fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise Sultanahmet
Meydanı’nda 150 bin kişinin katıldığı başka bir miting daha yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz
1922 tarihleri arasında da Darülfünun öğrenci ve öğretim üyeleri dersleri boykot ettiler.
Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak
bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu ve Müdafa-i
Milliye teşkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli örgütlerdi. Bunlar gösteriler
düzenlemek, Anadolu’da başlayan bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevketmek
ve istihbarat yapmak gibi faaliyetlerde bulundular.
Bu yıllarda İstanbul çok hareketli bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u
terkederek işgal altında bulunmayan Anadolu şehirlerine göç ederken, diğer taraftan da çok
sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok
etkileyenler, Bolşevik İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200
bin civarındaydı.
Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca benimsendi ve moda haline geldi. İlk
kez bu dönemde İstanbul’lular Rus’lardan etkilenerek denize girmeye başladılar. İstanbul’un
gece hayatı da işgale rağmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve sinamalar bu
dönemde yoğun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastahaneler bu dönemde meyhane ve
muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi. Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de
beraberinde getirdi. Bu eğlence yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuş çok
yaygınlaştı.
Bu dönem için bir diğer önemli gelişme de işçi hareketlerinde ve sosyalist faalyetlerdeki
canlanmadır. Bu dönemde bir çok sosyalist ve işçi kuruluşu ortaya çıktı. Grevler ve diğer işçi
eylemlerinde de büyük artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak
kutlanmaya başlandı.
9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. 11
Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aşamalı olarak Trakya’yı boşaltması
kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilgasına karar verdi. Böylece
İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki başkent olma özelliğini sürdürmesine rağmen, fiili olarak
başkent olmaktan çıktı. 16 Kasım’da son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan
ayrıldı.
4 Kasım 1923’te ise işgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terketti. Böylece Latin işgalinden
sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci işgali de sona erdi.
OSMANLI PADIŞAHLARI
Osman Gazi 1299-1326
Sultan Orhan Gazi 1326-1359
Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
Sultan Murad II 1421-1451
Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
Sultan Bayezid II 1481-1512
Yavuz Sultan Selim 1512-1520
Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
Sultan Selim II 1566-1574
Sultan Murad III 1574-1595
Sultan Mehmed III 1595-1603
Sultan Ahmed I 1603-1617
Sultan Mustafa I 1617-1623
Sultan Osman II 1617-1622
Sultan Murad IV 1623-1640
Sultan İbrahim I 1640-1648
Sultan Mehmed IV 1648-1687
Sultan Süleyman II 1687-1691
Sultan Ahmed II 1691-1695
Sultan Mustafa II 1695-1703
Sultan Ahmed 1703-1730
Sultan Mahmud I 1730-1754
Sultan Osman III 1754-1757
Sultan Mustafa III 1757-1774
Sultan Abdülhamid 1774-1789
Sultan Selim III 1789-1807
Sultan Mustafa IV 1807-1808
Sultan Mahmud II 1808-1839
Sultan Abdülmecid 1839-1861
Sultan Abdülaziz 1861-1876
Sultan Murad V 1876-1876
Sultan Abdülhamid II 1876-1909
Sultan Mehmed Reşad 1909-1918
Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922
TEK PARTILI YILLARDA ISTANBUL
İstanbul Cumhuriyet’i kan kaybetmekte olan bir şehir olarak karşıladı. Yüzyılın başlarında
850.000 civarında olan nüfus, 1927 sayımlarında 700.000 ‘ e kadar düştü. İstanbul’un
kimliğini oluşturan nüfusunun kompozisyonu da değişti.
İstanbul, Cumhuriyet ile birlikte imparatorluk başkenti olma özelliğini kaybedecektir. Üç
büyük imparatorluğun başkenti, artık bir ulus devletin sadece en büyük kenti olarak varlığını
sürdürecektir. Yine Cumhuriyet ile İstanbul, İslam dünyasının hilafet merkezi olmaktan da
çıkmıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıylada tarihin en zengin mistik alanları
İstanbul’lunun günlük hayatında çekilmiştir. Bütün bu olanlar yüzlerce yılın oluşturduğu
İstanbul ve İstanbul’lu kimliklerini yok edecektir. Öncelikle bu tarih şehri olan İstanbul,
tarihinden, tarihinin taşıdığı zenginliklerden (kültürel, dini, sosyal, mimari, folklorik.....)
koparılmıştır.
Bu yandan batılılaşmaya, öte yandan imparatorluğa ait her türlü sembol ve kurumdan
kurtularak ulus devlet olmaya çalışan genç devlet bu yıllarda bütün enerjisini kültürel, politik,
ekonomik, mimari, ideolojik vs. her anlamda Ankara’ yı kurmaya kullandı. İstanbul ciddi
biçimde ihmal edildi. O kadar ki bir dönem İstanbul’a ayrıca bir belediye başkanına bile gerek
görülmedi. O esnada dünyanın sayılı şehirlerinden biri olmayı sürdüren İstanbul’un belediye
başkanlığı valini ikinci işi oldu. Şehre ilişkin bütün kararlar Ankara merkezli ve Ankara
gözüyle, masa başında alındı. İstanbul, ikibin yılı aşan kent tarihinde ilk kez dışarıdan
yönetilmeye başlandı. İktisadi ve ticari merkez olmayı sürdüren şehire bu dönemde,
ürettiğinden çok daha az kaynak ayrıldı.
Bu dönemde şehricilik adına hiçbirşey yapılmadı. Sadece genç devletin ideolojisini yansıtan
değişiklikler gerçekleşti; Sokak adlarının değiştirilmesi, Osmanlı Hanedanına ve İmparatorluk
kurumlarına ait binaların yeni fonksiyonlar için kullanılmaya başlanması, Ayasofya’nın
müzeye dönüştürülmesi, imparatorluk kurumlarının yeni isim ve düzenlemelerle açılması gibi
daha çok sembolik anlamlar taşıyan uygulamalar yapıldı.
MENDERES DONEMI
Cumhuriyet döneminde İstanbul ‘un imarına ilişkin ilk uygulamalar Adnan Menderes
döneminde oldu. Bir yandan 1950 sonrasında başlayan sosyal hareketlilik ve bunun neticesi
olan göç patlaması, diğer taraftan DP yöneticilerinin zihinlerindeki modern kent imajı
İstanbul’da yoğun imar çalışmalarına yol açtı. Tarihi kent dokusunu yok edilmesi pahasına
açılan yollar kentin çehresini oldukça değiştirdi.
1950 -1960 arasında birçok büyük yol açıldı ve varolanlar genişletildi. Bunların başlıcaları
Vatan Caddesi, Millet Caddesi, Beyazıt-Aksaray arasındaki Ordu Caddesi, ŞehzadebaşıEdirnekapı arasındaki yol; Sirkeci-Florya arasında sahil yolu, Eminönü- Unkapanı yolu,
Karaköy-Azapkapı yolu, Karaköy-Dolmabahçe yolunun genişletilmesi, Kemeraltı Caddesi ve
Barbaros Bulvarı’dır.
Bu yollar açılırken binlerce bina yıkıldı. Bu imar faaliyetlerinden Murad Paşa Hamamı,
Simkeşhane, Hasan Paşa Hanı, Bayezid Hamamı, Fatih Külliyesinin Akdeniz Medreseleri,
Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi ve Sıbyan Mektebi gibi birçok tarihi eserde zarar gördü. Birçok
eser ya yer değiştirdi , yada yok edildi. Yine bu dönemde Belediye Sarayı, Hilton Oteli ve
Divan Oteli gibi kentin mimari anlayışındaki değişimi yansıtan büyük binalar yapıldı.
Menderes’in uygulamaları sonucu İstanbul ulaşım açısından uzun yıllar son derece rahat bir
şehir oldu.
Menderes Döneminde İstanbul sadece yeni yollar ve yeni binalarla tanışmakla kalmadı.Daha
önce kuzeyden ve batıdan göç eden unsurlarla taşınan şehir, gerçek anlamda Anadolu ile bu
yıllarla tanıştı. Şehir yoğun göç almaya başladı. 1950’li yıllar zaten oldukça zayıflayan
İstanbul’lu kimliğinin ve İstanbul’un geçmişten kalabilen alışkanlıklarının hepten yok olduğu
yıllar oldu.
70’LERDEN BUGUNE ISTANBUL
1950-1960 yılları arasında, Demokrat Parti’nin başlattığı imar çalışmalarından sonra, 1970’li
yıllara kadar İstanbul şehircilik anlamında fazla bir şehircilik yaşamadı.
70’li yıllarda eski hızı ile olmasa da imar faaliyetleri canlandı. 1973 yılında Boğaziçi Köprüsü
açıldı. Çevre yollarıyla birlikte Boğaziçi Köprüsü yeni yerleşim birimlerinin doğmasına ve
metropoli kuşatan çevrede yeni rant alanlarının oluşmasına yol açtı.
İlki çapında olmasa bile, 1980’li yıllardan sonra ikinci bir imar faaliyeti başlatıldı. Haliç
çevresinin sanayi kuruluşlarında temizlenmesi, 1988 yılında Boğaz üzerindeki ikinci köprü
olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılması, Tarlabaşı Bulvarı, Boğaz’ın Avrupa
yakasındaki kazıklı yol, Kadıköy-Bostancı arasındaki kıyının doldurularak yol yapılması, hızlı
tramvay, Taksim-Levent arasındaki metro projesi bu faaliyetlerinin önemlilerindendir.
Yine bu yıllarda İstanbul’a göç artarak sürdü. Kent çepeçevre gecekondularla ve bunlarla
benzerlikler taşıyan ucuz kooperatif konutlarıyla sarıldı.
1980’li yıllar sanayi kuruluşlarının şehir dışına taşımaya başladığı yıllardır.Halen Tem
otoyolunun Avrupa yakasındaki bölümü sağlı sollu sanayi siteleriyle çevrilmiş durumdadır.
Yine son yıllarda basın kuruluşları da şehrin merkezini terketmişler, İkitelli civarında inşa
ettirdikleri modren gökdelenlere taşınmışlardır.
Çöp, su, gecekondu, ulaşım gibi bir sorunla boğuşan kentte, son yıllarda hava kirliliğide aşırı
boyutlara ulaşmıştır. Ama 1994’te işbaşına gelen yeni belediye yönetiminin döneminde,
doğalgaz şebekesinin hızla yaygınlaştırılması ve kalitesiz kömür kullanımı üzerindeki titiz
kontroller sayesinde İstanbul’lular son kışı hava kirliliği açısından oldukça rahat
geçirmişlerdir. Ayrıca şehre su sağlayacak yeni imkanların devreye sokulması ile su arıtma ve
dağıtım şebekelerindeki yeni yatırımlar neticesinde, kentin en çileli sıkıntılarında olan su
problemi de büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır.
Son yıllardaki İstanbul açısından en önemli olay ise hiç şüphesiz HABİTAT II Kent
Zirvesi’nin şehrimizde yapılmasıdır.
Esat Bey
Ali Haydar Bey
Raşit Bey
Süleyman Sami Bey
Mithat Bey
Muhittin Üstündağ
Dr. Lütfü Kırdar
Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay
Mümtaz Tarhan
Ethem Yetkiner
General Refik Tulga
Niyazi Akı
Vefa Poyraz
Namık Kemal Şentürk
İhsan Tekin
Orhan Erbuğ
Nevzat Ayaz
Cahit Bayar
Hayri Kozakçıoğlu
Rıdvan Yenişen
Kutlu Aktaş
Erol Çakır
ESAT BEY
Valilik dönemi:
7.10.1922-4.4.1923
1875 YILINDA Şebinkarahisar’da doğdu. Sadrazam Müşir Ahmed İzzet Paşa’nın kardeşidir.
Harp Okulunu süvari teğmeni olarak bitirdi. Balkan ve Çanakkale savaşlarında bulundu.
Kafkas ve Sina cephelerinde de görev yaptı. Yaralandığı için savaş sonuna kadar tedavi
gördü. 1919’da binicilik okuluna müdür oldu. Aynı yıl İstanbul Merkez Komutanlığı’na
getirildi. 1922-23 yılları arasında İstanbul’da valilik yaptıktan sonra 1924’te general oldu,
1925’te kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1932 yılında İstanbul’da vefat etti.
ALİ HAYDAR BEY
Valilik dönemi:
11.6.1923-3.6.1924
RAŞİT BEY
Valilik dönemi:
15.6.1924-24.9.1924
SÜLEYMAN SAMİ BEY
Valilik dönemi:
17.11.1924-11.7.1928
MİTHAT BEY
Valilik dönemi:
24.12.1927-11.7.1928
MUHİTTİN ÜSTÜNDAĞ
Valilik dönemi:
14.7.1928-14.12.1938)
1884 yılında Sakız Adası'nda doğdu. Hukuk Mektebi'ni bitirdikten sonra savcılık yaptı.
1915'te İstanbul Şehremaneti Müfettişliği, 1918'de Üsküdar Belediye Dairesi Müdürlüğü
görevlerine getirildi. 1920'de Şehremaneti Genel Müfettişi oldu. Cumhuriyet döneminde
Elniyet Genel Müdürlüğü görevi verildi. Bu görevdeyken 14 Temmuz 1928'de İstanbul Vali
vekilliğine atandı. Üstündağ, Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra görevinden alınarak
yerine Lütfü Kırdar getirildi. Kırdar, 1953 yılında İstanbul'da öldü.
DR. LÜTFÜ KIRDAR
Valilik dönemi:
8.12.1938-24.10.1949
1889'da Kerkük'te doğdu. Bürokrasinin çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra, 8 Aralık
1938'de, Manisa Vililiği'nden İstanbul Valiliği'ne tayin olundu. O dönemde Belediye
Başkanlığının görevleri valilerin uhdesinde bulunduğu için, aynı zamanda belediye başkanlığı
da yaptı. H. Prost'un hazırlamış olduğu (o yıllarda ve bugün bir çok yönden eleştirilen) imar
planını uygulamaya koydu. Belediyecilik alanında önemli hizmetler verdi. Kırdar, 18 Şubat
1961'de İstanbul'da öldü.
Ord. Prof. Dr. FAHRETTİN KERİM GÖKAY
Valilik dönemi:
24.10.1949-25.11.1957
1900 yılında Eskişehir'de doğdu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri ordinaryüs
profesörü iken 24 Ekim 1949'da İstanbul Valiliği'ne atandı. Gökay'ın döneminde de önemli
belediye hizmetleri görüldü. Süleymani Camii ve çevresinin, Murat Paşa Camii'nin
onarılması, Eyüp Sultan Camii çevresinde yeni düzenlemeler yapılması onun döneminde
yapılmış çalışmalardı. Zamanın Başbakan'ın Adnan Menderes'in bazı açılardan olumlu, bazı
açılardan olumsuz görülen imar faaliyetlerinin büyük çoğunluğu da F. Kerim Gökay'ın
döneminde gerçekleştirildi. 1957 yılında Bern Büyükelçiliği'ne atanan, 1961 seçimlerinde
Yeni Türkiye Partisi'nden milletvekili seçilen Gökay 1962-63 döneminde kurulan İsmet İnönü
hükümetinde İmar ve İskan Bakanlığı da yaptı. 1965 yılında siyasetten çekilen Gökay 22
Temmuz 1987'de öldü.
MÜMTAZ TARHAN
Valilik dönemi:
25.10.1957-17.5.1958
1908 yılında İstanbul'da doğdu. Ankara Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Sayıştay başkanlığı yaptı.
1954-1957 yılları arasında milletvekili oldu. 1955-57 yılları arasında Çalışma Bakanlığı yaptı.
Daha sonra İstanbul Valiliği'ne tayin edildi. Valiliği sırasında İstanbul'un temizliği konusunda
önemli çalışmalar yaptı. Daha sonra İstanbul'da Tarhan Koleji adıyla bir ortaöğretim kurumu
kurdu ve bu kurumun yöneticiliğini yaptı. 1970 yılında İstanbul'da hayata gözlerini yumdu.
ETHEM YETKİNER
Valilik dönemi:
17.5.1958-17.5.1960
GENERAL REFİK TULGA
Valilik dönemi:
27.5.1960-26.2.1962
1907 yılında Kütahya'da doğdu. Harp Okulu ve Harp Akademisi'ni bitirdikten sonra Vichy ve
Washington'da ateşe-militerlik yaptı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi tarafından İstanbul
Valiliği'ne tayin edildi. Daha sonra 2. ve 3. Ordu Komutanlıkları, Genelkurmay 2. Başkanlığı
ve NATO Türk Askeri Kurulu Başkanlığı görevlerinde bulundu. Orgenerallikten emekliye
ayrıldı. 1981 yılında İstanbul'da öldü.
NİYAZİ AKI
Valilik dönemi:
6.3.1962-20.1.1966
VEFA POYRAZ
Valilik dönemi:
18.1.1966-20.6.1973
1917 yılında Nevşehir'de doğdu. Kara Harp Okulu ve Harp Akademisi'nden mezun olduktan
sonra orduda görev yaptı. Albaylığa kadar yükseldikten sonra emekliye ayrıldı. 1966-1973
yılları arasında İstanbul Valiliği görevi yaptı. 1973-1980 arasında da Cumhuriyet
Senatosu'nda İstanbul senatörü olarak bulundu. Bir süre Köy İşleri Bakanlığı yaptı.
NAMIK KEMAL ŞENTÜRK
Valilik dönemi:
26.6.1973-25.10.1977
1922 yılında Amasya Merzifon'da doğdu. Ankara Siyasal Bilgiler Okulu'nu bitirdi. Bir süre
kaymakamlık ve mülkiye müfettişliği görevlerinde bulundu. Dana sonra, Van, Diyarbakır,
İzmir ve İstanbul Valiliklerini yürüttü. 1977-1980 yılları arasında kontenjan senatörü olarak
Cumhuriyet Senatosu'nda görev yaptı. 1983 yılında Milliyetçi Demokrasi Partisi kurucuları
arasında yer aldı. 1983-1987 yılları arasında 17. dönem İstanbul milletvekilliği yaptı.
İHSAN TEKİN
Valilik dönemi:
7.2.1978-9.4.1979
ORHAN ALAATTİN ERBUĞ
Valilik dönemi:
29.5.1979-6.12.1979
NEVZAT AYAZ
Valilik dönemi:
7.12.1979-18.1.1988
1930 Çankırı Bayramören doğumlu. Yönetici ve siyaset adamı. Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi'nden mezun olduktan sonra Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı ve Zonguldak
Valiliği görevlerinde bulundu. 1979'da İstanbul Valiliği'ne atandı. İstanbul Valiliği'nden sonra
İzmir Valiliği'ne getirildi. 1991 yılında milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Milli
Savunma ve Milli Eğitim Bakanlıkları yaptı.
CAHİT BAYAR
Valilik dönemi:
18.1.1988-19.8.1991
HAYRİ KOZAKÇIOĞLU
Valilik dönemi:
19.8.1991-1.11.1995
RIDVAN YENİŞEN
Valilik dönemi:
4.11.1995-24-7-1997
KUTLU AKTAŞ
24.7.1997-4.8.1998-12-21
EROL ÇAKIR
Download