3. Ulusal Özel Güvenlik Sempozyumu 1-2 Mart 2013 Gaziantep KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE DEVLETİN DEĞİŞEN GÜVENLİK ALGISI Halil MUTİOĞLU1, Mehmet ÖZYİĞİT2 Adnan Menderes Üniversites, Siyaset Bilimi ve K Y. Bölümüi (hmutioglu@adu.edu.tr) Adnan Menders Üniversitesi İktisat Bölümü (mozyigit@adu.edu.tr ) ÖZET Güvenlik egemen bir mekanda hayati çıkarların korunması olarak tanımlanır. Küreselleşme ise bir süreç olarak kültürel kimlik taleplerini canlandırmıştır. Bu kültürel kimlik talepleri çerçevesinde devletin güvenlik üretme kapasitesi de azalmaktadır. Oysa modern devletten satın alınan en temel hizmet güvenliktir. Küreselleşme bu süreçte devlet dışı güvenlik aktörlerini güçlendirmektedir. Bildiride bu ilişkiler ele alınıp; tahlil edilecektir. Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Güvenlik, Kültürel kimlik, Devlet dışı güvenlik aktörleri. 1. GİRİŞ Bir üretim biçimi olarak kapitalizmin günümüzde iki temel argümanı bulunmaktadır. Bunlardan düşünsel alandakini küreselleşme kavramı oluştururken; ekonomik yaşamda ya da bu düşünsel alandaki fikirlerin uygulanmasında ise neoliberalizm devreye girmektedir. Küreselleşme, sermayenin toplumun her alanında yayılması ve toplumsal ilişkilerin daha geniş alanında belirleyiciliğini arttırması biçiminde tanımlanabilir. Neoliberalizm ise toplumsal yaşamda devletin rolünün bütünüyle piyasa aktörlerine devredilmesini ifade etmektedir. Ancak neoliberalizmin, devlete ait işlevleri zamanla piyasaya devri biçimindeki ekonomik ilkeleri devleti ortadan kaldırmamaktadır. Aksine devlete daha sınıfsal bir karakter kazandırmaktadır. Devlet artık geçmişlerin görece sosyal demokrat politikalarından uzaklaşarak sermayeye, birikimini uluslararası alanı kapsayacak kadar geniş bir örgütlenme ve hareket serbestisi olanağı sağlayacak politikalara yönelmektedir. Başka bir deyişle, neoliberal ekonomi içerisinde devlet ortadan kalkmamakta, şirket tarzında yönetim biçimine bürünmüş olarak şirketlerin hizmetine girmiş bulunmaktadır (Önder, 2012: 1). Ekonomi politikaları bağlamında devletin bu değişen rolü en açık biçimde hizmetler alanında kamusal hizmetlerin metalaşması biçimiyle gözlemlenebilmektedir. Günümüz küreselleşmesinin en özgün yanını sermayenin reel kesimden hizmetler alanına doğru gerçekleşen bu büyük hareketi oluşturmaktadır. Braudel’den öğrendiğimiz üzere devletler, sermaye istese de istemese de geçtiğimiz yüzyılların en büyük girişimcileri olmuşlardır. Ancak günümüze değin her ne kadar sermaye, genişlemesi ve yaygınlaşması için devlete ihtiyaç duyduysa da bugün ekonomik bir aktör olarak devlet bizatihi sermayenin büyümesi ve genişlemesinin önünde bir engel olarak kendini var etmektedir. Dolayısıyla da günümüz küreselleşmesi hizmetler alanını da, örneğin eğitim, sağlık, iletişim gibi, metalaştırarak devletin kamusal bir ekonomik aktör olma işlevini sonlandırmaktadır. Bu durumun özellikle göze çarptığı ve en belirgin yaşandığı alan güvenlik hizmetleridir. 1980’deki neoliberal dönüşüm ile birlikte hizmetler alanının önemi giderek artarken Türkiye’de 5188 sayılı yasa ile birlikte, özel güvenlik hizmetleri bağlamında bu süreç olanca hızıyla 309 gelişmiştir. Reel üretim alanı dışında kendisine karlı alanlar arayan sermaye hizmetler alanına yayılmıştır. Bu genişleme özel güvenlik hizmetlerinde de görülmektedir. Ancak özel güvenlik hizmetleri, devletin kamusal güvenlik aygıtı olan polisin yerini alması dolayısıyla diğer alanlardan farklı bir özelliğe sahiptir. Öncelikle “güvenlik” olgusunun kamusal bir nitelikten çıkarılıp sermayenin konusu haline getirilmesi yani özelleştirilmesi, modern devletin en temel fonksiyonlarından biri olan kamusal güvenlik işlevinin altını boşaltmaktadır. İkincisi güvenlik hizmetlerinin özelleşmesi ya bölgesel-kültürel güvenlik taleplerinin artmasına ya da güvenliğin bireysel olarak sağlanan bir olgu biçimine dönüşmesine yol açmaktadır. 2. KÜRESELLEŞME VE DEĞİŞEN GÜVENLİK ALGISI Küreselleşme, sermayenin kendini yeniden üretme biçimi ve ideolojisi olarak – ki buna sanayi devrimini ortaya çıkarmaları ve tarihsel gelişimlerine bağlı olarak Batı Dünyası da diyebiliriz – sosyal, kültürel, ekonomik ve politik üst yapısı biçiminde ortaya çıkan kapitalizmin bir diğer adıdır. Her ne kadar kavram bilimsel tartışmalara son otuz yıldır girse de aslında küreselleşme olgusu kapitalizm ile yaşıttır. 16. yüzyılda temellenen, ancak 19. yüzyılda dünya toplumlarına önemli ölçüde nüfuz eden kapitalizmin günümüzde yerküreyi kaplaması ve dünyanın tamamına yayılmasıdır (Mutioğlu ve Gözgü, 2009: 3). Gerçekte kavram, dünya ölçeğinde ekonomik, politik ve kültürel farklılıkların ortadan kalktığı; sınırların fiziki olarak var olsa da pratikte çözüldüğü; sosyal yaşamın büyük bölümünün sermaye tarafından belirlendiği bir aşama olarak dünyanın küçüldüğü ve tek bir mekân ve süreç halini aldığı durumu ifade etmektedir. Bir bütün olarak kapitalist üretim tarzı kaotik bir yapıya sahiptir. Rekabet bu üretim biçiminin başat itkisini oluşturur. Toplumda üretim anarşik bir biçimde gerçekleştirilir ve piyasa tarafından düzenlenmesi beklenilir. Bunula birlikte bu kaotik üretim tarzı post modern toplumların temel belirleyenidir. Dolayısıyla da post modern toplumların temel argümanlarını belirsizlik ve risk oluşturmaktadır. Kapitalist üretim biçiminde yapısal olan eşitsiz gelişim nedeniyle de dünya üzerinde azgelişmişlik, kültürel ve kimlik olarak aşağılanma ve sistemden dışlanma bir kısım ülke ve halkların küresel ortamda kendilerini yeterince temsil edememelerine yol açmaktadır (Mutioğlu ve Gözgü, 2009: 21). Siyasal ve kültürel alandaki bu temsil ve var oluş sorunu ekonomik anlamda da küresel dünya pazarına dahil olma/içerilme sorunuyla birleştiğinde aslında toplumsal güvensizliğin de temelleri atılmış olmaktadır. Dolayısıyla güvensizlik sistem tarafından üretilmektedir. Sistem tarafından yaratılan güvensizliğin giderilmesi için sistem yine kendine özgü yöntemlerle topluma müdahale etmekte ya da toplumu zapt etmektedir. Zira devletin varlığın sürdürmesinin temel koşullarından biri bu toplumsal güvensizlik sorununu bertaraf etmesidir. Eğer bu güvensizlik kalıcı bir hal alıyorsa devlet temel işlevlerinden birini yerine getirmiyor demektir. Ancak buradaki temel sorun nedenden bir sonuç beklenmesidir. Özellikle 1980 ve sonrasında yaşanan neoliberal dönüşüm ile birlikte toplumsal alanda her şeyin metalaştırılması ve özelleştirilmesi sürecine girilmesi; toplumsal olarak güvenlik algısında bir değişikliğe yol açmıştır. Bu neoliberal politikalar ortaya çıkışı sürecinde ulus devletin toplumu ile kurduğu ilişkilerin tümünü neredeyse elinden almaktadır. Çünkü geçmişte ulus devlet özellikle de 20. yüzyılda ekonomik ve toplumsal yaşama müdahaleleriyle de sosyal yaşantıyı düzenlemiştir. Bu düzenleme süresince devletin varlığı bir güvenlik teminatıdır. Ancak günümüzdeki özelleştirmeler ve metalaşma ile birlikte devletin bu müdahaleci ve düzenleyici işlevi elinden çekilmekte ve toplum ile kurduğu ilişki bir bakıma koparılmaktadır. Hal böyle olunca, güvencesizliğin inşası bizatihi ulus devletin zayıflamasını da beraberinde getirmektedir. Bu anlamda devlet artık toplum ile arasında kurduğu güvenliğe dayalı ilişkide güvence/garanti veren taraf olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle 1980 sonrasında devlet-toplum arasındaki ilişkiye egemen olan gerçeklik güvencesizleştirmedir (Haspolat, 2012: 95). 310 Güvenlik sorunu neoliberalizm ile birlikte hayatın her alanına yayılmaktadır. Bu güvencesizleştirme toplumsal hayatta hem kişiler arasında hem de kişinin toplumla kurduğu ilişkide kendisini hissettirmektedir. Gerek sosyal ilişkilerde gerekse de çalışma yaşamında ilişkilerin güvencesizleşmesi karşımıza güvenlik sorunu olarak çıkmaktadır. Bu nedenle güvenliği yalnızca bir terör sorunu olarak algılamamız gerekmektedir. Keza çalışma yaşamında yaşanılanlar da bir açıdan oldukça terörize ilişkilere denk düşmektedir. Çalışma koşullarının güvencesizleştirilmesi, esnek çalışma ilişkilerini beraberinde getirmekte, bu esnek çalışma ilişkileri muğlak bir çalışma tanımı ve düşük ücretleri çalışan kesimine dayatmaktadır. Bunun yanında esnekleşme ile birlikte toplumsal olarak sermaye birikimi ne kadar artsa da işsizlik oranlarında uzun dönemde görece bir iyileşme gözlenmemekte ve bu da suç unsurunun artmasına neden olmaktadır. Küreselleşme ve neoliberalizm ile birlikte böylece toplumsal olarak güvenlik algısı özellikle de devletin ya da sosyal devletin tasfiyesine başlanmasıyla bağlantılı olarak da, değişime uğramıştır. Bu değişim yaşamsal ya da toplumsal bir soğuk savaş psikolojisinin dışındadır. Güvenlik artık toplumun kendisini bir dış tehdide ya da savaş tehdidine karşı korumak dışında kişinin özellikle de yaşamın her alanında tümüyle bir güvensizlik içinde yaşamasını ifade eder hale gelmiştir. Güvensizlik toplumsal polisiye ilişkilerin dışına çıkmıştır. Modern dünyanın post modern toplumunda güvenlik artık kişisel ve yaşamın her alanında yine kişisel olarak sağlanması olanaklı bir biçime dönüşmektedir. Tüm kavramların neredeyse topyekun bir anlam kaymasına uğradığı bu dönemde özellikle devletin toplumsal rolünün de değiştirilmesiyle güvenlik algısı, toplumsal polisiye bir ilişki olmaktan çıkmıştır. Yine neoliberal toplum sermayenin yeniden üretimi sürecinde de kendine karşı bir güvensizliği de yaratmaktadır. Birincisi toplumsal, ikincisi bireysel olarak yarattığı bu güvensizlik durumları aynı zamanda bütünüyle bir toplumsal güvensizliğin temellerini oluşturmaktadır. İzleyen bölümde toplumsal güvencesizliğin inşasında kapitalist sistemde sermayenin gelişmesi ve metalaşma süreçleri içerisinde ulus devletin rolündeki değişimin etkilerini değerlendireceğiz. Bu durum bize günümüzde yeniden tanımlama ihtiyaçlarının nereden kaynaklandığı konusunda da bakış açısı sağlayacaktır. 3. DEVLETİN DEĞİŞEN ROLÜ Devletin bir olgu olarak ortaya çıkışına dair pek çok farklı görüş olsa da bunların içerisinde en önemlilerinden biri devletin gücü/askeri gücü örgütlemenin bir aracı olmasıdır. Böylece güvenlik meselesi devlete dair yapısal bir sorundur. Devlet denilen olgu kendisini bu güvenlik algısının üzerine inşa etmektedir. Dolayısıyla; “Öncülleri tarih sahnesine farklı yollardan çıkmış olmakla birlikte, devletler özünde varlıklarını askeri gücü örgütleme kapasitelerine borçludur ve yine insanın devletli tarihi göstermektedir ki devletler bu kapasiteyi korudukları ve geliştirdikleri oranda toplumları tahakküm altına almayı başarabilmiştir” (Haspolat, 2012: 40). Tarihsel olarak merkantilizm ile ulus devletlerin ortaya çıkışı birlikte ele alınmalıdır. Feodalizmin çözülmesinin ardından oluşan ulus devletlerle birlikte aslında ekonomi politiğin inceleme alanına giren devlet-birey ve devletin ekonomik yaşam üzerindeki etkisi, egemen ideoloji tarafından görmezden gelinmiştir. Devlet jandarmalık görevleri yanında temelde piyasa başarısızlıklarını gideren bir kurum olarak tanımlanmıştır. Devletin gücü örgütlemesi ve güvenliği tesis etmesinin temel nedeni ise uzak ticaret yapan tüccarların güvenli bir biçimde bu ticaretlerini gerçekleştirebilmeleridir. Günümüze yaklaştıkça da özellikle kapitalizmin kaotik yapısı içinde piyasa ekonomisinin tek başına optimumu sağlamaktan uzak olduğu alanlarda ya da sistemin başarısızlığa uğradığı, piyasa mekanizmasının tam olarak gelişmediği zaman ve mekanlarda devletin faaliyet göstermesi savunulmaktadır. Devlet, yalnızca piyasa aksaklıklarını giderici bir işleve sahip olmalıdır. Aksine piyasanın işleyişine herhangi bir müdahalede bulunmamalıdır. 311 Dolayısıyla devletin toplumsal ilişkiler üzerinde herhangi bir etkisi olmamalıdır. Toplumların yeniden üretimde bölüşüm süreçlerine ve bireyin belirlediği hedeflerine, amaçlarına ulaşmasında tarafsız olması gerektiğini ileri sürülmektedir (O’Neill, 2001: 41-42). Toplumlar tarihi boyunca devlet ve devletin toplum içerisindeki/arasındaki rolü sürekli sorgulanmaktadır. Sosyal bilimciler yüzyıllardan beri “devlet nedir?” sorusunun cevabını aramışlardır. Pek çok farklı görüş devlet kavramını farklı biçimlerde tanımlamaktadır. Kimi zaman topluluklar topluluğu, kimi zaman ise sınıf kavramının üstünde ve ötesinde toplumun tümünü kapsayan ve birleştiren bir kurum olarak ifade edilmiştir. Ayrıca siyaset bilimi açısından bakıldığında devletin; formel olarak belli bir ülke üzerinde yerleşmiş zorlayıcı yetkiye sahip bir üstün iktidar tarafından yönetilen bir insanlar topluluğunun meydana getirdiği siyasal kuruluş olarak tanımlandığı görülür. Bir başka deyişle devlet, bir sınıfın diğer sınıfı egemenliği altında bulundurduğu bir örgütlenme olarak açıklanabilir. Kapitalist sistemde ulus devletler, özneleri meta sahipleri olan farklı sınıflar, sınıf fraksiyonları ve bu sistemi oluşturan diğer toplumsal gruplar (yani kapitalist toplumsal ilişkilerin görünümleri) arasındaki mücadelelerinin sürdüğü bir iç pazarı tanımlamaktadır. Kapitalizmin uluslararası doğası ve onu oluşturan sınıfların yapısı veri olarak alındığında ulus devlet, hem ulusal hem de küresel düzeyde süren mücadelelerin toplumsal ve sınıfsal ifadesinden başka bir şey değildir. Devlet içerisinde ister emek gücüne sahip olsun isterse de üretim araçlarına, tüm meta sahipleri aynı anayasa ile tanımlanan vatandaş kimliğine sahiptirler. Bu nedenle de devletin, sınırları içinde yaşayan insanları niteleme biçimiyle de sınıfsal çelişkiler ve sömürü ilişkilerini gizleyen bir niteliği vardır. Kapitalizm (sermaye) küreselleştikçe, küreselleşme ideolojisini de birlikte üretmiş, devletlerin de sermayenin bu küreselleşmesinin gereksinimlerine göre yeniden yapılanarak küreselleşmeleri gerekmiştir. Bu sonuçlar doğal bir gelişmenin sonuçlarından çok, bilerek ve istenerek türetilmiş, yönlendirilmiş eylemleri çağrıştırmaktadır. Birbirleriyle çatışan sınıfsal ilişkiler, ulusal devletlerin yanı sıra bir dizi başka ulusal ve uluslararası kurumlar da ortaya çıkarır. Bu uluslararası kurumların bazıları olabildiğince çok sayıda devletin, dolayısıyla bu devletlerdeki egemen sınıfların çıkarlarını savunmayı hedeflerken bazıları yalnızca birkaç üye devletin çıkarlarını temsil edebilir. Kuşkusuz bu durum çok dolaylı ve çelişik süreçlerden geçerek oluşur. Bütün bunlar yerel, ulusal ve uluslarüstü kuruluşları biçimlendiren sınıf ilişkilerinin her türden görünümü arasındaki sürekli bir karşılıklı ilişki içinde gerçekleşir. Ancak son tahlilde belirleyici olan, bu kurumlara kendi özgül sınıfsal içeriğini kazandıran sınıflar ve bu sınıfların sürdürdüğü mücadeledir (Carchedi, 2009: 20-21). Eğer salt kapitalist mantıkla, sadece sermayenin çıkarları açısından düşünülüp politik ekonomi yörüngesinin dışına çıkılırsa; ortaya çıkacak çözüm yollarının sadece kapitalist çıkarlara hizmet etmesi kaçınılmaz olur. Bu bağlamda “devlet” 18. yüzyıllarda sınırlı bir alanda faaliyetlerini sürdüren ve ekonomiye müdahale etmeyen bir birimken; Keynesyen dönemde ekonominin merkezine oturarak geniş bir müdahale alanına sahip ekonomik ajan, diğer ekonomik düşünce ekollerinde de bu iki uç nokta arasında bir yerde tanımlanır. Oysa müdahale etmezken de, bizatihi ekonominin içindeyken de ve (kime göre ve nasıl belirlendiği belirsiz bir biçimde ifade edilmesine rağmen) gerektiğinde kendisini gösterirken de o, yani kapitalist devlet, egemen sınıf adına sermaye birikiminin sağlanması için gerek düzenleyici gerekse de bir zor aygıtı olarak işle(til)mektedir. Çünkü ekonomi politiğin tarihsel algısıyla baktığımızda devlet, 1946’da toplumun tüketemediğini tüketirken, pazarda aşırı üretilmiş hale gelen sermaye birikiminin gerçekleşmesine yani savaş nedeniyle kopan alım-satım (M-P-M) ilişkisinin kurulmasına aracılık etmekte, 1980 sonrası için bir şeye karışmazken de zaten Şili’de, Yunanistan’da, Arjantin’de ve Türkiye’de fazlasıyla toplumsal ve ekonomik hayata karışmış ve sermaye birikiminin önündeki engelleri – ki bu sınıf mücadelesi bağlamında bir zor aygıtı olarak devletin emekçi kesimin hem haklarının hem de bizatihi kendisinin tasfiyesinde kullanılması anlamına gelmektedir – kaldırmıştır. 312 Günümüzde özellikle kriz dönemlerinde devletin oligarşik bir sınıf gibi hareket ederek sermayenin devamlılığını diğer her şeyin uğruna feda eder biçimde davranması da yine bu kuramsal durumun dışavurumudur. 2008 krizinden sonra ve günümüzde AB ülkelerinde oluşan krizlerin tedavi edici gücü devlet olagelmiştir. Daha doğrusu kapitalizmi kurtarmak için devletlerarası işbirlikleri doğmuştur. Bir zamanlar devletin piyasayı belirleyici etkileri tümüyle tasfiye edilmiştir. Kapitalist devletler piyasayı da belirlemekte ona müdahale etmekte ve gerekli sermaye birikimini ait olduğu sınıf adına gerçekleştirmekteydi. Küreselleşmenin geldiği boyut itibariyle günümüzde devletler ve onların hükümetleri sermayenin/piyasanın egemenliği altında hareket etmektedir. Dolayısıyla bu durum devletin bir hizmeti ya da baskı aygıtı olarak güvenlik olgusunda ve bu güvenlik olgusunun algılanışında da farklılıklara yol açmaktadır. Sanayi devriminden sonraki 19. yüzyılla birlikte üretken sermayenin ulaştırma ihtiyaçlarının karşılanması ve atıl sermayenin kendisine karlı bir yatırım alanı bulmasında demiryolları büyük bir öneme sahip olmuştur. Devlet o dönemde bireysel kapitalistlerin tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri yatırımlarda devreye girdi. Devletin devreye girmesiyle kolektifleşen bireysel sermayeler bir araya gelerek bu yatırımları gerçekleştirdi. Bu aynı zamanda devletin ekonomik ilişkilerdeki rolünün önemini de göstermektedir. Devlet, demiryolları yanı sıra günümüze değin barajlar, iletişim alt yapıları, ulaştırma altyapıları gibi alanlarda sermayenin hareketini ve karlılığını arttıracak ve maliyetlerini azaltacak yatırımları üstlenmektedir. Yine kamu iktisadi teşebbüslerinin üretken kesime ucuz hammadde sağlama gibi amaçlarla kurulmuş olmaları da bu durumu ispatlamaktadır. Sermaye büyüdüğünde ya da tüm bu yatırımları bireysel olarak gerçekleştirebilir hale geldiğinde ise bu kurumların kamusal alandan bireysel mülkiyete geçirilmesi söz konusu olmaktadır. Buna kısaca özelleştirme diyebiliriz. Neoliberalizm ile birlikte Türkiye’de de yaşanan bu özelleştirme furyasıyla neredeyse tüm kamusal teşebbüsler özelleştirilmiş ve devlete tarihsel misyonu tamamlatılmıştır. Günümüzde üretken kesimde, sanayi alanında ya da tarımsal alanda, artık kamunun böyle birtakım benzer yükleri üstlenmesine gerek kalmamıştır. Sermaye toplumun üretken alanlarının tümüne yayılmış buraları egemenliği altına almış ve kapitalist üretim ilişkilerini buralarda örgütlemiştir. Ancak 1970-80 arasında yaşanan petrol krizleriyle birlikte dünya ekonomisinde önemli bir kayma olmuş ve sermaye reel kesimden kendisini finansal alana ya da bütünüyle hizmetler alanına taşımıştır. bu dönüşüm ile birlikte artık sıra devletin hizmetler alanındaki işlevlerine gelmektedir. Öncelikle eğitim ardından sağlık kurumları birer birer özelleştirilmiş ya da bireysel sermayelerin bu kamusal alanlarda kamusal olmayan hizmetler sunmasına olanak tanınmıştır. Bu değişimi tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de gözlemlemek olanaklıdır. Bunun yanında ulaştırmadan iletişime pek çok alanda da kamusal işletmeler ya kapatılmış ya da piyasa aktörlerine devredilerek kamusal işlevlerinden arındırılmıştır. Bununla birlikte daha etkin hizmet verecekleri söylenen bu işletmelerin pek çoğu – ki en manidar örnekleri Telekom ve Tekel olabilir – ya kapatılmış ve varlıkları yok pahasına satılarak elde edilen gelir ile finansal spekülatif işlere girişilmiş ya da içindeki pek çok işçi işten çıkarılarak çalıştırılmaya devam edilmiştir. Dolayısıyla bu durum çalışan kesim arasında işsizliğin artması ve yoksulluğu beraberinde getirmiştir. Hizmetler alanında bu kamusal tasfiyenin son ayağını ise güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesi oluşturmaktadır. Kamusal bir hizmet olan ve herkese karşı eşit derecede ve biçimde uygulanması gereken bu hizmet günümüzde giderek özel kişilerin kendi güvenliklerini kendileri sağladıkları bir biçime dönüşmektedir. Bu durum güvenliği devlet tarafından tüm vatandaşlarına karşı uygulanan bir hizmet olmaktan çıkararak, gücü yetenin gücü yettiği kadar uygulayabildiği kişisel bir biçime sokmaktadır. Bu durum neoliberalizmin iktisadi hayatta yol açtığı gelir dağılımı eşitsizliği ve yoksulluğa bağlı olarak yol açtığı güvencesizliğe ek olarak toplumsal ve sosyal alanda da kişiler arasındaki ilişkilerden kaynaklanan bir güvencesizliği eklemektedir. Ayrıca bu alanda istihdam edilen kişilerle ilişkili olarak da ücret ilişkisiyle bağlı oldukları bir patron altında çalışmanın verdiği psikoloji nedeniyle de ciddi güvenlik problemlerinin ortaya çıkabileceği aşikardır. İşten atılma ya da kovulma korkusuyla güvenlik sağlamak yerine başka bir çeşit güvensizliği inşasından başka bir şey gibi görünmeyen özel güvenlik hizmetleri, yalnızca sermayenin yeni bir kar alanını oluşturmaktan başka bir toplumsal işleve sahip olamayacaklardır. Sistemin kendi yarattığı güvensizliği yine kendi güvensizliğini inşa eden bir aygıtla çözmesi olanaklı değildir. Diğer yandan güvenlik hizmetlerini özelleştirerek toplumda devlete karşı 313 yaratılan güvensizlik de önemli bir sorun oluşturmaktadır. Devletin ya da devletin neoliberal yeniden tanımlanması gerçekte yerelleşme ya da adem-i merkeziyetçilik gibi süslü kavramlarla aslında şimdilik yalnızca hukuki örgütlenmeyi sağlayan bunun dışındaki tüm alanları piyasaya devretmiş biçimsel olarak var olan ancak özünde işlevsiz bir yapıyı ifade eder hale gelmektedir. 4. SONUÇ Sonuç olarak güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesi ya da özel güvenlik olgusu temelde toplumsal ayrışmanın bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun bir kesiminin diğerine (yoksullar, işsizlik ve potansiyel suçlular) karşı kendisini korumanın devlet egemenliği dışındaki milis gücünü oluşturmaktadırlar. Ayrıca devletlerin var oluş süreçlerine baktığımızda güvenlik, devletin üzerinde yükseldiği temel unsurlardan biridir. Bu anlamıyla da özel güvenlik hizmetleri ulus devletin işlevsizleştirilmesinin bir aşaması olarak karşımıza çıkar. Sistemin yapısal olarak sahip olduğu bu eşitsiz toplumsal yapıda, güvensizlik ya da güvencesizleştirme de yine kapitalist sistemin temel dinamikleri içinde bulunmaktadır. Dolayısıyla güvensizliğe neden olan bir sistemden güven sağlayacak bir mekanizma ya da aygıt geliştirmesi beklenmemelidir. Sermayenin kar uğruna başlattığı bu neoliberal dönüşüm ve uygulamalar esasta hiçbir iyileşme getirmemektedir. Kar elde etmenin dışında her hangi bir toplumsal güvenlik sağlama fonksiyonunu özel güvenlik hizmetleri kesinlikle görmemekte, aksine toplum kendisini onlardan koruyacak başka mekanizmalar geliştirmek zorunda kalmaktadır. KAYNAKLAR Haspolat, E. (2012). Neoliberalizm ve Baskı Aygıtının Dönüşümü, Notabene Yayınları, Ankara Held, D. ve Mcgrew A. (2008) Küresel Dönüşümler, Phoenix, Ankara Kapani, M. (1987). Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara Mutioğlu H. ve Gözgü F., (2009). “Küreselleşme ve Toplumsal Dönüşüm”, Küreselleşme, Özdemir A. ve Eser M. (ed.) Ezgi Kitabevi, Bursa 314