tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü kamu yönetimi anabilim

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
ELEŞTİREL DEVLET KURAMLARI BAĞLAMINDA
TÜRKİYE’DE SİYASAL DEĞİŞİM: 1980-SONRASI
DOKTORA TEZİ
Hazırlayan
Melehat KUTUN GÜRGEN
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Levent KÖKER
Ankara-2011
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI
SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI
ELEŞTİREL DEVLET KURAMLARI BAĞLAMINDA
TÜRKİYE’DE SİYASAL DEĞİŞİM: 1980-SONRASI
DOKTORA TEZİ
Hazırlayan
Melehat KUTUN GÜRGEN
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Levent KÖKER
Ankara-2011
ONAY
Melehat KUTUN GÜRGEN tarafından hazırlanan “Eleştirel Devlet Kuramları
Bağlamında Türkiye’de Siyasal Değişim: 1980-Sonrası” başlıklı bu çalışma,
15.12.2011 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği ile başarılı
bulunarak jürimiz tarafından Kamu Yönetimi Anabilim Siyaset ve Sosyal Bilimler
Bilim dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir.
Prof.Dr. Levent KÖKER (Başkan)
Prof.Dr. Ahmet ÇİĞDEM
Prof.Dr. İhsan D. DAĞI
Doç. Dr. Tevfik ERDEM
Doç.Dr. Ali Murat ÖZDEMİR
ÖNSÖZ
“Eleştirel Devlet Kuramları Bağlamında Türkiye’de Siyasal Değişim:
1980- Sonrası” başlığını taşıyan bu çalışma, konusunu 1980 sonrası devletin
yeniden yapılanmasında yöntemsel olarak birbirine alternatifmiş gibi görünen
devletçi ve liberal bakışların ötesinde, bütüncül bir yaklaşıma duyulan
eksiklikten almaktadır. Çalışma konusunun özgünlüğü, yöntemsel olarak
yeniden yapılanma meselesinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik
düzeyleriyle ilişkilendirilmesinin yanı sıra sıklıkla yapıldığı gibi devletin
örgütlenmesindeki ve işlevlerindeki dönüşüme odaklanılmasının ötesine
geçmesinden ileri gelmektedir. Meseleye teknik bir bakış açısının reform
paketlerinin teknik bir incelemesi biçiminde somutlaşmasının, yeniden
yapılanmanın ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerle ilgili bir süreç
olduğunu gözden kaçıracak olması, sürecin bütünsel bir değerlendirmesini
gerektirmiştir. Bu gereklilikten hareket eden çalışmada; ekonomi-siyaset,
devlet–toplum gibi toplumsal gerçekliğe ilişkin kategoriler arasındaki ilişkilerin
birbirine dışsal kavrandığı ya da bu kategorilerin birbirlerine özerkliği ile
devlet alanının özerk kabul edildiği çalışmaların sorunlu yanlarını ortaya
koyacak alternatif bir siyasal analiz ihtiyacı etkili olmuştur.
Böylesi bir çalışma, kuşkusuz birçok emeğin bir araya gelmesiyle
sonlanabildi. Eleştirel devlet kuramları bağlamında Türkiye’de 1980 sonrası
devlet-toplum ilişkilerinin değerlendirilmesi konusunda bir tez yazmam için
öneride bulunan, doktora öğrenimim süresince gerek takip ettiğim dersleriyle,
gerekse tez çalışması boyunca ilgisi ve yönlendiriciliğiyle akademik gelişimim
üzerindeki değerli katkılarından dolayı sevgili hocam Prof. Dr. Levent Köker’e
teşekkürlerimi
sunuyorum.
Mersin
Üniversitesi’nde
yüksek
lisans
öğrenciliğimden başlayarak, siyaset ve sosyal bilimler alanına yönelik
bütünlüklü bir analiz yapabilmemi sağlayacak kuramsal temel üzerindeki
emeği ile birlikte, akademik alandaki her türlü konuda desteğini esirgemeyen,
kırılan cesaretimi tekrar kazandıran değerli hocam Doç. Dr. Atilla Güney’e ise
minnettarım. O, olmasa tez eksik kalırdı.
ii
University of York’taki bir yıllık misafir öğrenciliğim boyunca hem ders
içerikleriyle, hem de haftalık okuma grubu toplantılarındaki tartışmalarla
çalışmaya
farklı
bir
boyut
kazandıran
Prof.Dr.
Werner
Bonefeld’in
danışmanlığında bulunmak benim için büyük bir şans oldu. Aynı dönemde
Dr. Christos Memos’un seminer saatlerinin sınırlılığını aşan rehberliği ve
dostluğu ise bu süreci daha nitelikli kıldı.
Gazi Üniversitesi’nde katıldığım derslerinden ve sürekli açık olan
odalarında ders kapsamını aşan sohbetlerinden edindiklerimin hayatıma ve
bu tezin satırlarına mutlaka yansıdığı Prof. Dr. Kemal Görmez, Prof.Dr. Kadir
Cangızbay ve Prof.Dr. Ahmet Çiğdem’i burada anmadan geçmek bu sayfayı
eksik bırakırdı. Prof.Dr. İhsan D. Dağı, Doç.Dr. Ali Murat Özdemir ve Doç. Dr.
Tevfik Erdem ise tez savunması sırasında biçim ve içeriğe yönelik getirdikleri
yapıcı eleştirilerle çalışmanın son şeklini almasına katkıda bulundular.
Kendilerine teşekkür ediyorum.
Aynı dönemde doktora çalışması yaptığımız sevgili arkadaşlarım Fuat
Özdinç, İrşat Sarıalioğlu, M.Kürşat Birinci ve Mustafa Altunoğlu ise “ölü
ozanlar derneği” toplanmalarıyla sürecin sıkıntılı sınırlarını tersine çevirdiler.
Makale ve kitap katkısı nedeniyle Fuat’a ayrıca teşekkürü bir borç bilirim.
Bu tez’in yazım aşamasında geleceğini duyduğumuz, teslim tarihine
kadar sabırla bekleyen, erken gelişini dahi savunmadan sonraki bir güne, 19
Aralık’a, bırakan “çekirdeğimiz” Güney’i, getirdiği tüm güzelliklerin farkındalığı
ile kucaklıyorum. Annemi, babamı ve Zeycan’ı ise bu süreçteki yeri
doldurulamaz destekleri için sevgiyle anıyorum.
Son olarak, yüksek lisans tezi’nden kalma borcumla birlikte, Ender’e,
“ender bulunan insan”a, bir an’a, bir duruma ya da bir aralığa denk düşen
“teşekkür” sözcüğünden öte, hayatımdaki anlamı için teşekkür ediyorum.
Bunu hep koruyacağım…
iii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
i
İÇİNDEKİLER
iii
KISALTMALAR
viii
GİRİŞ
1
1. BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE LİBERAL YAKLAŞIMLAR
24
1.1. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ KURAMSAL KÖKENLERİ:
WEBER’DE DEVLETİN ANLAMI ve İŞLEVLERİ
24
1.1.1. Weber Sosyolojinin Temel Kavramları
25
1.1.2. Weber Sosyolojisinde Devletin Anlamı ve İşlevleri
29
1.1.3. Weber’de Ekonomi-Siyaset İlişkisinin Görünümü
36
1.2. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ BELİRGİNLEŞMESİ:
NEO-LİBERAL DEVLET TEZLERİ
1.2.1. Neo-liberalizm ve Devlet-Piyasa Karşıtlığı Tezi
41
42
1.2.2. Serbest Piyasa Ekonomisi İçin Devletin Vazgeçilmezliği
ve Minimal Devlet Tezi
50
1.2.3. Neo-liberalizmin Güçlü Devleti ve Piyasanın
Demokrasiye Önceliği
58
iv
2. BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE RADİKAL YAKLAŞIMLAR
67
2.1. MARKSİST ARAÇÇI ve YAPISAL-İŞLEVSELCİ DEVLET
TARTIŞMALARI
69
2.1.1. Araççı Yaklaşım: Sınıf Egemenliğinin Bir Aracı Olarak
Devlet
70
2.1.2. Yapısal-İşlevselci Yaklaşım: Sınıflar Üzerinde
Tarafsız-Özerk Bir Güç Olarak Devlet
76
2.1.3. Düzenleme Okulu Yaklaşımı: Yapısal-İşlevselci
Analizin Sürdürülmesi
81
2.1.4. Devlet Türetme Okulu: Sınıfların Analize Dahil Edilmesi
88
2.2. ELEŞTİREL MARKSİST BİR ÇERÇEVE: AÇIK MARKSİST
OKUL’UN BÜTÜNCÜL YAKLAŞIMI
91
2.2.1. Açık Marksist Okul’un Araççı ve Yapısal-İşlevselcilik
Esinli Yaklaşımlara Eleştirisi
92
2.2.2. Açık Marksist Okul’un Temel Kuramsal Çerçevesi
98
2.2.3. Kapitalist Devletin Kavramsallaştırılması: Toplumsal Bir
İlişki Biçimi Olarak Devlet
104
2.2.4. Devlet-Toplum İlişkilerinin Biçimi: Yasa’nın Kuralı ve
Güçlü Devlet
112
3. BÖLÜM: TÜRKİYE’DE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN ANALİZİNDE
HAKİM PARADİGMA ve ELEŞTİRİSİ
117
3.1. TÜRKİYE’DE EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN ANALİZİNDE
HAKİM PARADİGMA: GİRİŞ
117
3.2. TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN ANALİZİNDE HAKİM SÖYLEM:
“GÜÇLÜ DEVLET GELENEĞI TEZİ” ve TEMEL YAKLAŞIMLARI
123
v
3.2.1. Osmanlı’dan Miras Patrimonyal Devlet Anlayışı
126
3.2.2. Devlet-Toplum İlişkilerinin Merkez-Çevre İkiliği ile
Açıklanması
131
3.2.3. Toplumsal Çatışmanın Bürokratik Elitler ve Siyasal
Elitler Arasındaki Çatışmaya İndirgenmesi
137
3.3. HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ ve DEVLETİN
TOPLUMSAL BİR İLİŞKİ BİÇİMİ OLARAK KAVRANMASI
142
4. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN EKONOMİ-POLİTİK DÜZEYİ
150
4.1. GEÇ 1970’LERİN EKONOMİ-POLİTİK GÖRÜNÜMÜ ve
1980 ASKERİ MÜDAHALESİNİN ESASI
151
4.2. KAPİTALİST TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN BİÇİMSEL BİR GÖRÜNÜMÜ
OLARAK EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN YENİDEN YAPILANMASI 159
4.2.1. Askeri Yönetim Yılları ve Devletin Yönetsel
Kapasitesinin Güçlenmesi
160
4.2.2. Demokrasiye Geçiş Yılları ve Yasama Organının
Ekonominin Yönetiminden Çekilmesi
166
4.3. EKONOMİ-SİYASET AYRILIĞININ BELİRGİNLEŞMESİ: EKONOMİK
KRİZLER ve DEVLETİN DÜZENLEYİCİ KAPASİTESİNİN ARTIŞI
173
4.3.1. Ekonomik Krizler ve Ekonominin Yönetiminde IMF ve
AB’nin Genişleyen Rolü
174
4.3.2. Ekonomik Krizler ve Devletin Düzenleyici Rolünde Artış
182
vi
4.4. EKONOMİ-POLİTİK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM
PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ
191
5. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİ
212
5.1. APOLİTİZASYON SÜRECİ: ‘SİYASETİ BASKILAMA SANATI’
214
5.1.1. Siyasetin Siyasal Süreçlerin Dışında Tutulması
216
5.1.2. “Evrensel” Demokrasi Normu Olarak Sivil Toplum’un
Demokrasi Adına Yüceltilişi
5.2. DEPOLİTİZASYON SÜRECİ: SİYASETİN ‘GÖRÜNMEZ EL’İ
230
243
5.2.1. “Evrensel” Demokrasi Normlarının Yerleşmesinin
Etkili Aktörü Olarak AB
245
5.2.2. Ekonominin Yönetiminin Siyasal Süreçlerden
“Bağımsızlaşması”
254
5.3. TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM
PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ
263
6. BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN İDEOLOJİK DÜZEYİ
278
6.1. NEOLİBERAL EKONOMİ POLİTİKALARI ÜZERİNDE KİMLİK
POLİTİKALARININ İDEOLOJİK İŞLEVİ
279
6.2. YENİ SİYASET TARZI: YENİ SAĞ YA DA NEOLİBERALMUHAFAZAKÂR İTTİFAK
287
6.2.1.1980 Sonrası Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Resmi
İdeoloji ile Eklemlenişi
288
6.2.2. Radikal Siyasal İslam’ın Dönüşümü: AKP’nin ilk Dönemi 300
6. 2.3 Siyasal İslam’ın İçeriğindeki Sınıf Siyaseti
307
vii
6.3. İDEOLOJİK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM
PARADIGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ
314
SONUÇ
326
KAYNAKÇA
351
TÜRKÇE ÖZET
375
İNGİLİZCE ÖZET
376
viii
KISALTMALAR
AB: Avrupa Birliği
ABD Amerika Birleşik Devletleri
AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP: Anavatan Partisi
AP: Adalet Partisi
BBP: Büyük Birlik Partisi
BDDK: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu
CHP: Cumhuriyet Halk Partisi
DB: Dünya Bankası
DDK: Devlet Denetleme Kurulu
DEHAP: Demokratik Halk Partisi
DEP: Demokrasi Partisi
DGM: Devlet Güvenlik Mahkemesi
DİSK: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
DP: Demokrat Parti
DPT: Devlet Planlama Teşkilatı
DSP: Demokratik Sol Parti
DYP: Doğru Yol Partisi
EPDK: Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu
FP: Fazilet Partisi
GB: Gümrük Birliği
Hak-İş: Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu
ILO: Uluslararası Çalışma Örgütü
IMF: Uluslararası Para Fonu
KAYA: Kamu Yönetimi Araştırması
KHK: Kanun Hükmünde Kararname
KİT: Kamu İktisadi Teşebbüsleri
KOB: Katılım Ortaklığı Belgesi
MC: Milliyetçi Cephe
MCP: Milliyetçi Çalışma Partisi
MDP: Milliyetçi Demokrasi Partisi
MDP: Milliyetçi Demokrasi Partisi
MEHTAP: Merkezî Hükümet Teşkilâtı Araştırma Projesi
MESS: Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası'na
MGK: Milli Güvenlik Kurulu
MHP: Milliyetçi Hareket Partisi
MİSK: Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu
MSP: Milli Selamet Partisi
MTTB: Milli Türk Talebe Birliği
MÜSİAD: Müstakil Sanayi ve İşadamları derneği
ix
RK: Rekabet Kurulu
RP: Refah Partisi
RTÜK: Radyo Televizyon Üst Kurulu
SHP: Sosyaldemokrat Halkçı Parti
SİAD: Sanayici ve İşadamları Derneği
SODEP: Sosyal Demokrat Parti
SPK: Sermaye Piyasası Kurulu
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
ŞK: Şeker Kurulu
TAPDK: Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu
TC: Türkiye Cumhuriyeti
TGTV: Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı
TK: Telekominikasyon Kurulu
TMSF: tasarruf mevduat sigorta fonu
TMSF: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
TOBB: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri
TÜSİAD: Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği
YÖK: Yüksek Öğrenim Kurumu
GİRİŞ
Türkiye Devleti 24 Ocak ekonomik istikrar kararlarını takiben 12 Eylül
1980 askeri müdahalesi ile başlayan ve halen sürmekte olan bir dönüşüm
sürecinin içindedir. Ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik olmak üzere
birbiriyle ilişkili farklı düzeyleri bulunan bu süreç, 1983’de askeri diktatörlüğün
sona ermesi ve “sınırlı demokrasi”ye geçişle başka bir aşamaya evrilir.
1990’ların başına dek devam eden “sınırlı demokrasi” yıllarından bir diğer
aşamaya geçişin başlangıcını ise 1994 krizinin ardından uygulamaya konulan
5 Nisan Kararları ile alınan önlemler oluşturur. Ekonominin yönetiminde
devletin
doğrudan
müdahalesini
sınırlandırarak
yönetsel
kapasitesini
artırmaya yönelik düzenlemeleri de içeren bu kararların “parçalı parti sistemi”
altında uygulanamasının sonucu olarak görülen 2001 krizi sonrası devletin
düzenleyici kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemeler ise başka bir
aşamayı ifade eder.
Askeri yönetimin ardından “sınırlı demokrasiye geçiş” yılları, burjuva
demokratik-parlamenter sistemlerinde siyasal istikrarın “iki parti sistemi” ile
yerleşeceği görüşüne uygun biçimde, iki ılımlı merkez sağ partisinin
kurulmasını
ve
radikal
sol
partilerin,
ultra-milliyetçilerin
ve
islami
fundemantalizmin siyasetin dışında tutulması (Sayarı, 1996-7: 36) ile
Anavatan Partisi (ANAP) Hükümeti’nin ekonomik istikrar programının
uygulanmasında tek aktör olması ile karakterizedir. “Yeni politikacı”, “yeni
politikalar” nosyonuna uygun (Ahmad, 1983: 216-7) biçimde, 24 Ocak
ekonomik istikrar programının aktörü Turgut Özal’ın kurduğu ANAP’ın, hem
askeri müdahaleyi gerçekleştirenlerin, hem de iç ve dış burjuvazinin güvenini
alması “istikrar ve uyum programı”nın uygulanması için uygun bir ortam
oluşturmuştu. İthal malları üzerindeki vergi önlemlerinin kaldırıldığı, sermaye
üzerindeki sınırlamaların azaltıldığı ve yabancı sermaye geçişlerinin önemli
oranda kolaylaştığı bu dönem (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344), ekonominin
liberalizasyonunda önemli bir aşamayı temsil eder.
İhracat odaklı kalkınma stratejisi gereği dış talebin karşılanması için
büyüyen iç talebin frenlenmesi, düşük enflasyon ve ücretlerin baskılanmasına
dayalı ANAP ekonomi politiğinin (Yeldan, 2003: 43) 1980’lerin sonunda
2
ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, “parçalı siyasal parti sistemi”
ile ekonomi-politik dönüşümde bir sonraki aşamaya geçişe neden olur. Kamu
açıklarının azaltılamaması, yükselen enflasyon ve işsizlik oranlarının yarattığı
düş kırıklığının yanı sıra, 1989/1991 bahar eylemlerinde işçilere verilen
ödünlerin burjuvazi sınıfında yarattığı huzursuzluğun ANAP oylarında neden
olduğu
düşüş,
bu
aşamadaki
ekonomi
politikası
değişikliklerinin
nedenlerinden bazılarıdır. Bu dönemde ihraacat öncülüğünde dışa açık
birikim modelinin 1987 yılından itibaren tıkanmasının yarattığı istikrarsızlığı
doğrudan kısa vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişi ile aşmayı amaçlayan
(Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 16; Aydın, 2005: 97) “Türk Parasının
Kıymetini Koruma Hakkında 32 sayılı karar”, 1990’ların ekonomi politiğine
rengini veren önemli politikalardan biri olup, “sıcak para politikalarına geçiş”le
(Yeldan, 2003: 39) sermaye hareketlerinin ya da finans piyasalarının tümüyle
serbestleşmesini ifade eder. Bununla ilişkili olarak bu yıllarda üzerinde
durulması gereken bir diğer konu, ekonomik krizlerin siyasal istikrarsızlıktan
kaynaklandığı anlayışı doğrultusunda 1994 krizinin ardından “iyi işleyen bir
serbest piyasa ekonomisi” için devletin yönetsel kapasitesini artırmaya
yönelik düzenlemelerdir. Bu anlamda krizin ardından uygulamaya konulan 5
Nisan Kararları’nın bir sonucu; “bahar eylemleri” sonrasında işçilere verilen
ödünlerin ücretlerdeki sert düşüşle geri alınması biçiminde iken, bir diğeri
ekonominin yönetimine ilişkin yasal-kurumsal standartların oluşturulması
biçimindedir. Bu anlamda Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin ve Uluslararası
Para Fonu’nun (IMF) ekonomik reformların yapılmasında itici güç olmaya
başlamasıyla Türkiye’nin ticari politikasının AB’ninki ile uyumlulaştırılması için
Gümrük Birliği’ne (GB) giriş önemlidir. GB, sonraki süreçte hizmetler ve kamu
ihalelerini de içerecek şekilde kapsamının genişletilmesi, malların serbest
dolaşımına ilişkin engellerin kaldırılması ve diğer alanlarda işbirliğinin
güçlendirilmesi için ilave çabaları içerecek biçimde (KOB, 2003: 2), AB üyelik
sürecinin de bir parçasını oluşturmaktadır. Bu süreç, 1993 Kopenhag
Kriterleri, 1999 Helsinki Zirvesi ve 2001 krizinin ardından da IMF ve AB’nin
ekonomi-politik ve toplumsal yeniden yapılanmada rolünün genişlemesi ve
sürekliliği ile devam etmektedir. 1990’larda IMF’nin ekonominin yönetiminde
3
artan müdahalesine rağmen, düzenleyici önlemlerin alınmaması ve “zayıf
finansal sistem”in neden olduğu tekrarlayan krizlerin ve derin siyasal
istikrarsızlıkların (Öniş, 2009: 5) sonucu olarak görülen 2001 krizi sonrası
ekonomi-politik ve toplumsal reformların yapılmasında AB’nin rolünün
sürekliliğini gerektirmiştir (Öniş ve Bakır, 2007: 12). Bu sayede kriz
sonrasında hükümet ve bazı çıkar gruplarının IMF reformlarına olan
direncinin kırılması sağlanabilmiş, stand-by anlaşmalarında ve uyum
kriterlerinde sürekli vurgulanan ekonominin yönetiminin siyasetten özerkliği
de görünürde gerçekleşmeye başlamıştır. Ekonominin yönetimine müdahilliği
artan IMF programları ve siyasal iktidara yönelik farklı sermaye gruplarından
gelen stand-by anlaşmalarının ve AB uyum kriterlerinin yerine getirilmesi
yönündeki baskı, makro-ekonomik istikrarın hedeflendiği düşük enflasyon ve
iç talebin bastırılmasına dayalı sıkı finans ve parasalcı politikaların
uygulanmasının kurumsal çerçevesinin oluşturulmasına yöneliktir (Buğra ve
Keyder, 2006: 212). Bu anlamda, 2001 krizinden çıkış programı olarak
takdim edilen “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın amacı, güven
bunalımını ve istikrarsızlığı ortadan kaldırarak kamu yönetiminin ve
ekonominin
yeniden
yapılandırılmasına
yönelik
sağlam
bir
alt
yapı
oluşturmaktır (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001: 13). Bu alt yapının
gerçekleşmesinin devletin düzenleyici kapasitesitesindeki artışı gerektirmesi
ise ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın kaynağı olarak görülen çeşitli
koalisyon hükümetlerinin yerine (Sayarı, 2007: 197; Öniş, 2009: 9),
ekonominin liberalizasyonunda daha etkili olacak olan “tek parti yönetimi”ne
geçişi gerektirmiştir. Bu, İslami kökleri olan ancak öncellerine kıyasla daha
ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez sağını işgal eden yeni bir partinin,
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), çıkmasının da ekonomi-politik nedeni
olarak görülebilir. Yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca sürekli
vurgulanan; uzun dönemli ekonomik istikrar için güven oluşturan AKP, tek
parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi politikalarının uygulanmasında
görünür bir “istikrar” sağlayarak, AB uyum kriterlerinin siyasal ve toplumsal
düzeylere ilişkin reformlarının sürdürülmesindeki kararlılığı ile de geniş
4
toplumsal destek almıştır (Öniş, 2009: 12; 4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet
Mektubu).
Dönüşümün toplumsal düzey bakımından görünümü ise daha ilk
aşamada, 1970’lerin ekonomik kriz ve siyasal çıkmaz ortamında, Vehbi
Koç’un işçi eylemlerine ve grevlere sonverilmesi konusunda Devrimci İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’nun
(DİSK) uyarılması için askeri rejimden
destek almasında olduğu gibi büyük burjuvazinin askeri müdahalenin
destekçilerinden biri olması biçimindedir (Savran, 2004). Bütün sivil toplum
örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı, emek örgütlerinin siyasal karar alma
süreçlerinden dışlandığı bir ortamda büyük burjuvazinin temsilcisi Türk
Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD), faaliyetlerine devam
edebilmesi müdahalenin farklı toplumsal kesimlerle olan ilişkilerinin niteliğini
gözler önüne sermektedir. Nitekim ekonomik liberalizasyon ve siyasal
otoriterlikle eşzamanlı bir süreç olan (ayrıca bkz: Bozkurt, 2008: 6) askeri
yönetim yıllarında, 24 Ocak ekonomik istikrar kararlarına devam edileceğinin
ve ekonomik krizle başa çıkmanın başka bir alternatifinin olmadığının
belirtilmesi, yapısal uyum programının uygulanmasını aksatacak bütün
toplumsal grupların baskı altına alınmasının gerekçesini oluşturmuştur. Bütün
siyasal partilerin, işçi sendikalarının, derneklerin ve toplumun diğer önemli
kesimlerinin siyaset dışı kaldığı “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde
siyasal iktidarı kuran ANAP’ın sekiz yıllık hükümeti boyunca da bu ekonomi
politikalarının yürütülmesine odaklanılmıştır. Dolayısıyla ekonominin yönetimi
ile uğraşırken “yasa ve düzenin korunması” işlevini sıkıyönetime bırakan
ANAP yönetimi altında (Ahmad, 2002: 228), ülkenin ekonomi-politik yapısının
tümden yeniden yapılanmasının yanı sıra sınıf güçleri dengesinde de bir
dönüşüm söz konusu olmuştur (Savran, 1987: 153). Bu dönüşüm sayesinde
1970’lerin sonunda siyasal olgunluğun zirvesinde olan işçi hareketleri ve
emek gücü piyasası 1980’lerden itibaren askeri yönetim döneminde “zor”la,
sonrasında da yasal yöntemlerle baskı altına alınabilmiştir. Müdahale
sonrasında yeni parti sistemi ve askeri darbe öncesi siyasal partilerin yasaklı
olmasının avantajıyla (Sayarı, 1996-7: 33), siyasal iktidarı alan ANAP
Hükümeti döneminde, “önce ekonomi sonra demokrasi” (Ahmad, 2002: 232)
5
nosyonu ile askeri rejim döneminden kalan sendikalar, siyasal partiler ve
seçim kanunu gibi antidemokratik yasalarda hiçbir değişiklik yapılmamıştır
(Ahmad, 1985: 214-215; Yeşilada- Fisunoğlu, 1992: 190). Bu nedenle bu
dönem, yüksek oranda mobilize olmuş toplumsal gruplar üzerindeki geniş
ölçekli siyasal kontrolün “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde de devam
etmesi, siyasal kararalma süreçlerinden toplumsal güçlerin önemli bir
kısmının dışlanması anlamında apolitizasyonun ilk ve önemli bir aşamasını
ifade eder.
1980’lerin sonunda neoliberal politikaların ücret baskılamasına dayalı
birikim rejimine bir tepki olarak bahar eylemleri ile işçi sınıfı taleplerinin daha
fazla ertelenemeyeceğinin anlaşılması, 1994 krizine kadar işçi ücretlerini
yüksek seviyede tutmuştur (Akkaya, 2004: 157). Emek hareketlerindeki
yükselmeye karşılık, yüksek ücret taleplerinin karşılanmasının piyasa
istikrarını bozduğu ya da “patronaj” siyaseti olduğu gerekçesi, emek-sermaye
ilişkilerinde apolilitizasyonun bir sonraki aşamasını, yani bu ilişkilerin
piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde; yoğunlaştırılmış iş haftası, çalışma
süresinin yıllık olarak ayarlanması, esnek vardiya, işverenin ilave ödemeler
yapmak zorunda kalmadan çalışma günlerini sayı ve uzunluk olarak
ayarlayabilmesi gibi esnek çalışma ilişkileriyle biçimlenmesini ifade eder.
Siyasal iktidarın ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesiyle karakterize
bu süreç; depolitizasyon süreci, emek gücü sahibi olarak işçi ve sermaye
sahibi olarak işveren’in, eşit bireyler olarak piyasada faaliyette bulunmalarını
ve devletin bu ilişkilere karşı herhangi bir müdahalede bulunmamasını ya da
sorumluluk
politikalarını
üstlenmemesini
uygularken
içerir.
popüler
Siyasal
olmayan
iktidarların
politikaların
yeni
ekonomi
sonuçlarından
korunmalarının (Burnham, 2001) bir stratejisi olarak depolitizasyon süreci,
aynı zamanda 1990’lardan itibaren IMF programları, AB üyelik süreci,
TÜSİAD ve Müstakil Sanayi ve İşadamları derneği (MÜSİAD) gibi kimi sivil
toplum örgütlerinin “evrensel” burjuva demokratik değerlerinin taşıyıcısı
olarak liberal demokrasinin kurumsallaşmasındaki baskısını da ifade eder.
Uluslararası
politik
ekonominin
kurallarının
yerleşmesine
yönelik
düzenlemelerin gerçekleştiği bu aşamada, ekonominin liberalizasyonu için bir
6
yandan istikarlı ve tahminedilebilirlik adına “evrensel” piyasa normları zorunlu
kılınırken, diğer yandan bunlar toplumsal düzeyde “evrensel” burjuva liberal
demokratik değerleri olarak sunulmaktadır. Kitleleri siyasal karar alma
süreçlerinden uzaklaştırmanın bir stratejisi olarak apolitizasyonun yanı sıra,
ekonominin yönetiminin sorumlularının görünmez kılınması anlamında
(Burnham, 2001: 129) depolitizasyon ile ekonomik karar alma süreçlerinin
siyasal karar alma süreçlerinden ve sınıfsal mücadelelerden özerkliği
sağlanmaya çalışılmaktadır. Bunun pratikteki görünümü ise AB ve IMF gibi
uluslararası kurulların yönlendiriciliğinde alınan kararların uygulanması ve
hükümetlerin imzaladığı taahhütlerin başarılmasının bir güvencesi olarak,
görevlerin iktidar partisinden siyaset dışı özerk kurullara taşınması
biçimlerinde olabilmektedir (Burnham, 2001: 137). Özellikle 1994 ve 2001
krizini takiben burjuvazi ve AB’nin örtüşen ekonomik ve demokratik
taleplerinde somutlaşan bu durum, yerel sermaye örgütlerinin AB üyeliğine
verdiği geniş destekte görünümünü bulmaktadır. 1999 Helsinki Zirvesi ile
Kopenhag Kriterleri’nin gerçekleştirilmesine yönelik ekonomik ve siyasal
düzeyde önerilen değişikliklerle, AB üyeliği için yerine getirilmesi gerekli
reformlar büyük ulusal proje olmuştur bu dönemde (Güveloğlu, 2003: 3).
Aday ülkenin yerine getirmesi gereken siyasal kriterler kapsamında hukukun
üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve onların korunmasının güvence
altına alınması sosyo-ekonomik haklardan önce gelip, ekonomik bakımdan
işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığı ve Birlik içinde rekabet baskısı ve
piyasa güçleri ile baş edebilme kapasitesi üzerinde durulmaktadır (KOB,
2003: 9).
Dönüşümün ideolojik düzeyi ise genel olarak hem kapitalist ilişkilerin
Türkiye’de yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal aygıtların bu
ilişkilere uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanmasının meşruiyetini
oluşturan devlet merkezli modernleşme anlayışına meydan okunması
biçimindedir. Kapitalist toplum idealinin farklı bir biçimde takip edildiği 1980
sonrasında bunun yerini, devlet-piyasa karşıtlığı söyleminde piyasanın yüce
bir değer olarak kabul edildiği sivil toplum’cu post-modernleşme ideolojisi
almıştır. Toplumu homojen bir kültürel-ekonomik bütünlük olarak kavrayan
7
devlet merkezli modernleşme anlayışının “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir
kitle” olarak toplum söyleminin (Köker, 2008: 245) meşruluk krizine girmesi
bunda etkili olmuştur. Başka bir ifadeyle, 1980 sonrası ekonominin
liberalizasyonunu takiben 1990’larda kimlik-farklılık taleplerinin kamusal
alana taşınmasındaki yükselişin neden olduğu devlet-toplum ilişkilerindeki
çok boyutluluk, devlet-toplum egemenliği ve homojen bir kimlik temelinde
yönetme mantığının “meşruluk krizi”ni ortaya çıkarmıştır (İçduygu ve
Keyman, 1998: 144). Bu anlamda, kültürel bir eleştiri olarak, 1990 sonrası
dönem,
devlet
merkezli
modernleşme
modernleşme”/postmodernleşme
anlayışının
söyleminin
yerinin
almaya
“alternatif
başlamasıyla
karakterizedir. Bu dönemde; modern döneme özgü sınıf farklılıkları
arasındaki dikey eşitsizliğe dayalı sınıflı toplum algısı da yerini, insanlar
arasındaki yatay eşitsizliğe dayalı birey-toplumu algısına bıraktığından sınıf
kategorisi analiz birimi olmaktan çıkmıştır. Bireyselleşmenin artmasıyla
kişilerin ortak ekonomik-maddi konumlarından kaynaklı aidiyetliklerinin yerini,
farklılığa dayalı öznel kimliklerin aldığı ileri sürülmektedir (İnsel, 2008: 21).
Bu dönemde ayrıca “bireysel özgürlük” kavramının pekiştirdiği “serbest
piyasa ekonomisi” anlayışı ile 1970 sonrası kapitalizmin bunalımına çözüm
olarak sunulan “neoliberal-muhafazakar ittifak”; toplumsal eşitsizlikleri,
çatışmaları, hoşnutsuzlukları ve bunların doğal sonucunda yaygınlık
kazanabilecek olan radikal dönüşümlere yönelik düşünce ve eylemleri
bastırmaya yönelik (Köker, 1992: 96) bir işlev görmektedir. Bunun
Türkiye’deki görünümü ise serbest piyasa ekonomisine yönelik ekonomi
politikalarının benimsenmesi ve İslam’ın siyasal bir unsur haline gelerek
siyaseti yönlendiriciliğinin devlet merkezli yaklaşıma karşı ortak muhalif bir
harekette birleşmesi biçimindedir. Bu birleşme, Buğra’nın ifadesiyle yeni
siyaset tarzı ideolojisinin, iktidar ilişkilerinin resmi bir unsuru olarak siyasal
İslam’ın, 1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin dönüşümüyle, Türk-İslam
sentezi olarak bilinen ideolojik pozisyona evrilişini ifade eder (2002: 189). Bu
sentez sayesinde 1980’lere kadar, devlet desteklerinden mahrum bırakılan
orta ve üst sınıf azınlık ile kentli fakirlerden oluşan gruplar, karşıt sınıf
çıkarlarını temsil etmelerine rağmen, devlet merkezli anlayış karşıtlığında
8
birleşebilmiştir. Başka bir ifadeyle, farklı sınıf dilimleri arasındaki çıkarlar,
devlet merkezci anlayış karşıtlığı söyleminde ve İslami yaşam biçimi talebiyle
kimlik politikaları içinde başarılı bir şekilde asimile edilebilmiştir (Gülalp, 2001:
435). Devlet merkezli ekonomiden ihracat odaklı neoliberal ekonomi
politikalarına geçişle güçlenen İslami sermaye grubu MUSİAD ve Hak İşçi
Sendikaları Konfederasyonu’nun (Hak-İş) etkin bir biçimde İslami siyasal
partilerin örgütlenmesine verdiği destek bu bağlamda değerlendirilebilir.
Bu kısa girişten de anlaşıldığı gibi çalışmanın amacı; 1980 sonrası
devletin
yeniden
yapılanmasında
neo-liberal
politikaların
etkisinin
değerlendirilmesidir. Yöntemsel olarak bütüncül bir yaklaşımın alındığı
çalışmada, dönüşümün ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleri
birbiriyle ilişkilendirilerek değerlendirilmiştir. Devleti toplumun üzerinde ve ona
tarafsız kabul eden yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların yanı sıra birbirine
alternatifmiş gibi görünen liberal ve devletçi anlayışların da bir eleştirisini
amaçlayan çalışma konusu, yöntemin seçimi üzerinde etkili olmuştur. Bu
nedenle çalışmada, Türkiye özelinde 1980 sonrasında devletin yeniden
yapılanmasının ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik dönüşümlerine ve yeni
siyaset tarzına odaklanılmıştır.
Böylesi bir çalışmanın önemi ise; yöntemsel olarak yeniden
yapılanma meselesinin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerle
ilişkilendirilmesinin yanı sıra, sıklıkla yapıldığı gibi devletin örgütlenmesindeki
ve işlevlerindeki dönüşüme odaklanılmasının ötesine geçmesinden ileri
gelmektedir. Meseleye teknik bir bakış açısının reform paketlerinin teknik bir
incelemesi biçiminde somutlaşmasının yeniden yapılanmanın ekonomik,
siyasal ve toplumsal ilişkilerle ilgili bir süreç olduğunu gözden kaçıracak
olması, çalışmada 1980 sonrası sürecin bütünsel bir değerlendirmesini
gerektirmiştir. Bunun yanı sıra yeniden yapılanma konusu üzerine yapılan
çalışmalarda; birbirlerine karşıt tezler geliştirdiği iddiasındaki liberal ve
devletçi yaklaşımların her ikisinin birden benzer kuramsal temelden
beslenmeleri, bu her iki modelin uygulamaya geçiş sürecinin analizi ile buna
alternatif bir üçüncü model ihtiyacını doğurmaktadır. Bu gereklilikten hareket
eden çalışmada; ekonomi-siyaset, devlet–toplum gibi toplumsal gerçekliğe
9
ilişkin kategoriler arasındaki ilişkilerin birbirine dışsal kavrandığı ya da bu
kategorilerin birbirlerine özerkliği ile devlet alanının özerk kabul edildiği
çalışmaların sorunlu yanlarını ortaya koyacak alternatif bir siyasal analiz
ihtiyacı etkili olmuştur. Böylesi bir değerlendirme hem ekonomi-siyaset ve
devlet-toplum gibi kategoriler arasındaki ayrımların, hem de demokrasinin
farklı düzeyde analizine imkan verecektir.
İlgili literatür ve çalışmanın kuramsal çerçevesi: Türkiye siyasal
hayatı yazınında devlet-toplum ilişkilerinin analizinde uzun zamandır hakim
olan paradigma, “merkez-çevre” metaforunun kullanılmasıdır. Türkiye siyasal
hayatını Batı-Avrupa toplumsal biçimindeki gelişmelere referansla açıklayan
kuramsal çerçeveye göre, Osmanlı’da ve Türkiye Devleti’ne geçiş sürecinde
temel toplumsal dinamikler arasındaki karşılaşmanın tek boyutlu olması,
devlet ve toplumsal güçlerin çatışma zemininde karşı karşıya gelmemeleri
merkez ve çevre arasında bir “sözleşme” sonucu ulaşılabilecek “uzlaşma”yı
değil karşıtlığı getirmiştir. Bu nedenle de özerk bir toplum ve devlet arasında
kapitalist ilişkileri başlatacak herhangi bir karşılaşma mümkün olmamıştır
(Mardin, 1973: 169; Heper ve Güney, 2000: 76; Heper, 2006: 176-177).
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e süreklilik gösterdiği iddiasındaki sözkonusu
karşıtlığın tarihsel arka planını ise “güçlü devlet geleneği” tezi oluşturmakta
olup, bunun kaynağı da Osmanlı toplumunda rasyonel ekonominin ve
kapitalist ilişkilerin gelişememe nedeni olarak görülen, Weber’in iktidarın
kaynağını gelenekte gördüğü ideal tiplerinden biri olan, patrimonyal devlet
yapısının varlığıdır (Weber, 1978; Mardin, 1973; Heper ve Güney, 2000: 77;
2006: 248-9). Bu analize göre patrimonyal davranış örüntüleri nedeniyle,
1970’lerin sonuna kadar Türkiye bürokrasisinin “kadiri mutlak devlet” anlayışı,
özel sektöre ya da toplumda özerk bir güç olarak gelişme eğiliminde olan
herhangi bir gruba şüpheyle bakma eğiliminde olduğundan devletten özerk
bir girişimci sınıf oluşamamıştır (Mardin, 1973: 171; 1990: 124; Heper, 2006:
173). Kapitalistleşme sürecinde de bu sınıfların devlet eliyle yapılmış
olmasının burjuvaziyi devlete bağımlı kılması ve farklı toplumsal grupların
cılızlığı, sözkonusu sınıfların devletle arasındaki uzlaşma sonucunda
oluşacak demokratik ilişkilerin gelişimine engel olmuştur. Hakim paradigmaya
10
göre Türkiye Devleti’nde Merkez-çevre arasındaki bu yarılmanın, farklı
biçimlerde devam etmesinin yanı sıra, temel nedeni, güçlü yönetsel
kapasiteye sahip kalkınmacı devletin özerk toplumsal gruplarla ilişkisinin ya
da bu gruplara sürekli müdahalesinin ekonomik belirsizliğe ve burjuvazinin
liberal özgürlükler için mücadelesine engel olmasıdır (Keyder, 1987: 118;
Öniş, 1992: 4; Buğra, 2010: 106). Merkez-çevre yarılmasının bir görünümü
olarak
bürokrasi ile siyasal iktidarı elinde
çatışmanın
toplumsal
dönüşümün
temel
bulunduranlar arasındaki
dinamiği
olarak
görülmesi;
Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde devletin ekonomik alana müdahalesinin
fazlalığının, güçlü devlet geleneği nedeniyle, burjuvazinin zayıflığı biçiminde
açıklanmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla bu kuramsal çerçeve göre,
1980’lere kadar ki devlet merkezli kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve
devletin gücü nedeniyle sivil toplum gelişememiş; Batıcı, vesayetçi, jakoben,
ceberrut nitelikleriyle devlet her dönemde muhafazakar-dindar-ekonomide
serbestlik yanlısı halk kitlelerine baskı uygulamıştır. “Merkez”in toplumsal
gruplar üzerindeki bu baskısının nedeni ise organize olmuş toplumsal
güçlerin otoriteryan merkeze bağlılıklarının azalabileceği, özerkliklerini alma
mücadeleleri sonunda da temel sivil haklar ve güç ilişkileri ile çoğulcu
yapıların oluşacak olması endişesidir. Yani bir sınıf olarak bürokrasi, devletin
bekası adına yapılan her türlü reformu ya da bu reformları sekteye uğratacak
girişimlere karşı alınan siyaset dışı önlemleri kendi sınıfsal varlığınının
devamı için desteklemektedir (Heper ve Keyman, 1998: 259; Toprak, 1996:
89).
Sözkonusu kuramsal çerçevenin devlet-toplum ilişkilerinin analizinde
“güçlü devlet”in oluşumunu tarihsel bir sürece dayandırması önemli olmakla
birlikte; kapitalist ilişkilerin gelişiminin analize dahil edilmemesi, uluslararası
olandan ziyade yerel olanın üzerinde durulması, Batı-Avrupa toplumunun
ideal tip olarak alınması ve bürokratların toplumsal bir sınıf olarak görülmesi
gibi
sorunlu
yanları
bulunmaktadır.
Bunun
yanı
sıra
Türkiye’nin
kapitalistleşme/modernleşme sürecini “güçlü devlet geleneği” veya “merkezçevre” modeli bağlamında açıklamaya çalışan bu kuramsal çerçeve
içerisinde
ele
alınabilecek
toplumbilimcilerin,
devletin
11
kavramsallaştırılmasında sözü edilen ikiliklerin sürekliliğini ekonomik-siyasal,
toplumsal ve ideolojik sorunların nedeni olarak görme konusunda hemfikir
olmaları ile birlikte, toplumsal ilişkilerin biçimlenmesi sürecinde siyasete ya da
devlete öncelik atfetme ve ekonomik unsurların analizlerine dâhil edilip
edilmemesi
noktasında
farklılaşmaları
iki
eğilimde
somutlaşmaktadır.
Birbirlerinden farklılaşan yanlarının kabulü ile siyasal analiz yapan yazarlara
örnek olarak; Heper, Mardin, Kazancıgil, Keyman, Özbudun, Köker ve Göle
gösterilebilir (benzer değerlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Dinler, 2003;
Güngen, 2006; Güney, 2006; Bozkurt, 2008). Buna karşılık Öniş, Buğra,
Keyder ve Sayarı gibi yazarlar ise özellikle azgelişmiş ya da kapitalist
ilişkilere sonradan dahil olan toplumlarda, ekonomik kalkınmada devletin
siyasal rolüne, devlet ve özel sektör arasındaki işbirliğine dikkat çekerek
ekonomiyi analizlerine dahil etmekte, ancak bu alanlar arasındaki ilişkiyi
dışsallaştırarak birbirlerine özerkliğini vurgulamaktadırlar
(Öniş, 1992;
Keyder, 1987; 2007; Buğra, 2010 benzer değrlendirmeler için bkz: Yalman,
2002; Güney 2006; Bozkurt, 2008; Ercan 2009).
Nitekim bu kuramsal çerçeve, 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar
programının uygulamaya konulmasından sonra da Türkiye tarihinin belli bir
bakış açısından okunması temelinde, devlet toplum ilişkilerinin analizinde
devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhaliflik iddiası ile konumlanmıştır.
Ekonomi-siyaset,
devlet-sivil
toplum
gibi
toplumsal
gerçekliğe
ilişkin
kategorilerin birbirinden ayrıştırılmasının Türkiye’nin sorunlarını çözmede
olmazsa olmaz olduğu görüşündeki (Yalman, 2002: 315) bu kuramsal
çerçeve, Osmanlı’dan bu yana değişmediği düşünülen toplumdan kopuk,
toplumun taleplerine duyarsız ve ona hükmeden gücü kendinden menkul bir
devlet imgesinin ancak bu biçimde dönüşeceği görüşündedir. Bizim
çalışmada ise bu normatif bakış açılarının aksine, toplumsal sınıfların
mücadele alanı olarak devlet; daha genel düzeyde, üretim ilişkileri bütününün
ayrılmaz bir parçası olan, toplumsal ilişki biçimi olarak devletin yeniden
yapılanması üzerinde durulmuştur. Böylece 1980 sonrası yeniden yapılanma
sürecinin altında yatan siyaset yapma tarzının incelendiği çalışma, ekonomisiyaset, devlet-toplum gibi kategoiler arasındaki ilişkiselliği farklı dolayımlarda
12
ortaya koymaya çalışmaktadır. Siyaset, burada liberal kavrayışın benimsediği
biçimiyle “reel politik” olarak değil, devlet-toplumsal sınıflar ve toplumsal
sınıfların kendi aralarındaki mücadele alanı olarak tanımlanmaktadır.
Yeniden yapılanma ise salt devletin kurumsal örgütlenişi anlamında kamu
yönetimi içerisinde teknik bir süreci değil, topluma ilişkin kavrayışımızı da
kökünden değiştirecek olan toplumsal ilişkilerin farklı dolayımlarına ilişkin
bütünsel bir süreci ifade etmektedir.
Toplumların
özgül
niteliklerinin
ve
devlet-toplum
ilişkilerinin
gelişmesinde farklı yörüngelerinin varlığını dikkate alan çalışma, kullanılacak
metodolojinin seçiminde analitik olarak evrensel ve verili toplumsal
formasyonun tarihsel olarak özgül karakteristiğine duyarlı olmasına özen
gösterdi (Güngen ve Erten, 2005: 9). Bu anlamda, toplumun kapitalist
yeniden yapılanmasında devlet-toplum arasındaki ilişkilerin bütün dolayımları
ile birlikte analizi Marksist tartışmalarda zengindir. Bu tartışmalar kendi
içlerinde sorunsuz olmamakla birlikte, devlet ve ekonomi arasındaki ilişkinin
nasıl açıklandığı noktasında çeşitlilik gösterirler. Soğuk savaş döneminde,
Klasik Marksizm’in “ekonomik indirgemeciliğini” aşma hedefiyle siyasal alanın
özerkliği noktasında yoğunlaşan “araççılık ve yapısalcılık” arasındaki
tartışma, siyasal alanın sınıf mücacedelesi terimlerinde açıklanamayacağı
konusunda
benzerlik
göstermekteydi.
1980’lerde
yapısalcılık
esinli
“düzenleme okulu”nca sürdürülen bu tartışma, kapitalist devletin rasyonel ve
bürokratik mekanizmalarla karakterize olduğunu belirten Weberyan sosyoloji
geleneğinin Marksizmle birleştirilme girişimiydi. Buna göre devlet, ekonomik
alan
ve
sınıf
ilişkileri
temelinde
değil,
siyasal
sistemin
istikrarının
sürdürülmesinde bir yapı olarak gördüğü siyasal işlevleriyle açıklanabilir. Bu
açıklamadan da anlaşılacağı gibi ekonomi ve siyaset arasında güçlü ilişkiler
olduğu pozisyonundaki klasik Marksizm’in aksine, Weberyan sosyoloji
geleneği etkisindeki bu yaklaşımlar, her iki alan arasında ilişkisellikten ziyade,
ayrım olduğunu belirtmektedirler. Başka bir ifadeyle devletin sınıf karakterini
ihmal ederek, onun düzenleyici rolünü vurgulayan bu yaklaşımların, farklı
varsayımlara ve ilkelere dayanmakla birlikte ortak yanları her iki alanın
birbirlerine özerk olduğu düşüncesi ile (ayrıca bkz: Clarke, 2004; Jessop,
13
2008: 55) kapitalist devletin sınıf karakterinin tamamen devlet dışındaki
faktörlere bağlanmasıdır. Örneğin, sosyal demokrat ve tekelci devlet
kapitalizmi çalışmalarına benzer biçimde Marksist “araççı” yaklaşım içinden
Miliband’a göre devlet, burjuvazinin temsilcileri ve savunucuları tarafından
kontrol edildiği ölçüde kapitalisttir. Marksist yapısalcılık içinden Poulantzas ve
bundan esinli diğer yaklaşımlar ise devletin kapitalizmin hakimiyetindeki bir
toplumsal formasyon içine gömülü olması nedeniyle onun sınıfsal doğasının
garantilendiğini belirterek, özerk-tarafsız bir yapı olarak devletin kapitalist
toplumsal bütünlüğü yeniden üreten işlevinden sözetmektedirler.
Devletin yeniden yapılandırılması bağlamında Marksist “araççılık” ve
“yapısalcılık” esinli tartışmaların ötesinde eleştirel bir çözümleme ihtiyacı ise
devlet
tartışmasında
sınıf
mücadelesinin
önemi
üzerinde
durmayı
gerektirmektedir. 1980’lerin Marksist tartışmaları içerisinde hem klasik
Marksizm, hem de araççı-yapısalcı ve yapısalcılık esinli yaklaşımları eleştiren
alternatif bir model, İngiltere kaynaklı eleştirel-açık Marksist Okul tarafından
geliştirildi. Bu yaklaşım hem klasik Marksizm’in “ekonomik indirgemeciliğini”,
hem de genel olarak siyasal alanı kapitalist ilişkilere bağımsız bir varlık olarak
alan eğilimleri eleştirerek, sınıf mücadelesinin devlet-toplum ilişkilerinin
analizinde temel bir unsur olduğunda ısrar eder (Bonefeld, Gunn ve
Psychopedis, 1992). Buna göre, ne siyasal alan ekonomiyi, ne de ekonomi
siyasal alanı tek yönlü biçimlendirebilir. Çünkü toplumsal bir ilişki olarak
ekonomi ve siyaset, bütünsel bir biçimde birbirine bağlı ve ilişkili analiz
edilebilir. Böylesi bir analiz, ekonomi-siyaset/ yapı-mücadele ve devlet-toplum
gibi kategoriler arasındaki içsel ilişkileri birbirinden ayıran, sınıf mücadelesini
azaltan ve kapitalist gelişmenin nesnel yasalarından bütün olarak ayrılan
pozisyonları eleştirerek, kapitalist ilişkilerin anlaşılmasında Marksist analizin
tarihsel ve kavramsal önceliğini sınıf mücacelesine verir (Bonefeld ve
Holloway, 1991: 5; Bonefeld, 1992; Clarke, 1992; Holloway ve Picciotto,
2004). Açıklama birimi olarak sınıf mücadelesinin alınması örneğin, piyasa
mekanizmalarının toplam sermaye birikiminin yeniden üretimini sürdürmede
başarısız olması durumunda devletin neden müdahale ettiğinin anlaşılmasını
kolaylaştıracaktır. Clarke’e göre doğrudan siyasal müdahale, siyasal
14
egemenlik biçimlerinin yeniden yapılanmasını gerektiren kriz dönemlerinde
daha bir önem kazanır. Burada kapitalist sınıfın bazı kısımlarının kendi
içlerindeki mücadele önemli olmakla birlikte, sermaye ve devlet arasında
kapitalist sınıfın çıkarlarının doğrudan temsilinin ardında sermaye sınıfının
devlet üzerindeki tahakkümünü güvence altına alacak temel ilişkiler de
önemlidir (2001: 194). Çünkü yeniden yapılanmanın zorunlu olarak ekonomik
ve siyasal biçimlerinin varlığı kriz’in, yani kapitalizmin dönemsel krizlerinin,
ekonomik ya da siyasal bir kriz değil sermaye ilişkisinin bir krizi olduğunu,
yani bu ilişkiye ilişkin çelişkilerin kaçınılmaz kıldığı bir kriz olduğu anlamına
gelmektedir (Holloway ve Picciotto, 2004: 163). Clarke’in ifadesiyle;
“..ücretli emek ile sermaye arasındaki dolaysız ilişki ekonomik bir ilişki
olmayıp, aynı anda hem sömürüyü, tahakkümü ve ideolojik savaşımı
içerdiğinden, birbirinden ayrılmaz biçimde ‘ekonomik’, ‘siyasal’ ve ‘ideolojik’
boyutlar taşıyan toplumsal bir ilişkidir. Bu boyutların birbirlerinden ideolojik ve
kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkiye içkin değildir. Bu ayrılığın yeniden üretimi
üzerinde verilen mücadelelerden doğar. Ekonomik, siyasal ve ideolojik
alanlar böylece tek bir toplumsal ilişkinin tümleyici biçimleri olur” (2004: 17).
Dolayısıyla devleti anlamaya toplumsal ilişkilerden başlanılması,
devlet-sermaye ve sınıf ilişkisinin analizinde başlangıç noktasıdır. Devlet
kavramını kullanmaya başlamak için devletin ve devlete özgü biçimlerin belli
tarihsel özgüllükte toplumsal ilişkiler olarak nasıl kurulduğunun ve bellli
tarihsel özgüllükteki somut durumda bu kavramlardan ne anlaşılması
gerektiğinin analizi de devletin işlevlerine değil biçimine odaklanmayı
gerektirir. Devletin kapitalist ilişkilerin gündelik pratiği üzerindeki etkisini
çözümleyebilmek için oluşturulacak bu kuramsal temel, devletin toplumsal
ilişkilerin belli bir biçimi olarak ele alınmasını, altyapı-üstyapı modelinde ve
onun yapısalcı versiyonlarında anlamını bulan ekonomik belirlenimcilikten ve
devletin işlevsel niteliğinden kesin bir kopuşu getirecektir (Holloway, 1995:
120; Clarke, 2001: 186).
Marksist yaklaşımlar içinde 1980 sonrası tartışmalarda kapitalist
devletin kavramsallaştırılmasına yoğunlaşan eleştirel-açık Marksist Okul’un
analizi; bizim çalışmada kuramsal çerçevenin seçiminde etkili oldu. Devletçi
ve liberal yaklaşımların dışında kapitalist toplumsal ilişkilerin açıklanmasında
bütüncül bir yaklaşıma duyulan ihtiyaç ve araştırmada izi sürülen temel
araştırma sorularının çözümlenmesi bu kuramsal ve yöntemsel çerçevenin
15
seçiminin bir diğer önemli nedenini oluşturmaktadır. Bu kuramsal ve
yöntemsel çerçeve ışığında, Türkiye’de 1980 sonrasında başlayan dönüşüm
politikaları kapsamında, devlet-toplum ilişkilerinin analizi ve bu dönüşümün
açıklanmasında yaygınlıkla kullanılan devlet-toplum arasındaki ikiliğe dayalı,
“merkez-çevre” ve “güçlü devlet geleneği” gibi, kavramsallaştırmaların
eleştirel bir değerlendirmesi yapılabilmiştir. Bunun yanı sıra devlet toplum
ilişkilerinin bu kavramsal ve yöntemsel çerçeveye dayanarak açıklanması,
Türkiye’de
devletin
dönüşümünde
neoliberal
politikaların
nasıl
yönlendirildiğinin ve kavramsallaştırmalarının bu politikaların meşruiyeti için
ideolojik rolünde nasıl bir rol oynadığının da daha iyi anlaşılmasında etkili
oldu.
Çalışmanın kuramsal ve yöntemsel çerçevesinin seçimi üzerinde etkili
olan temel araştırma soruları ise şunlardır;
- Yönetim-siyaset, ekonomi-siyaset, devlet-toplum gibi kategoriler arasındaki
yapay ikilikler kapitalist toplumsal formasyonda teorik ve pratik düzeyde
devletin yeniden yapılanmasını nasıl etkiler?
- Bu ikiliklerin tarihsel ve teorik temelleri nelerdir?
-Türkiye’de
1980
sonrasında
devletin
yeniden
yapılanması
ve
ekonomi/politik, toplumsal ve ideolojik dönüşüm arasındaki ilişki nasıldır?
- 1980’den sonrasının “yeni siyaset tarzı”: neo-liberal düşünce, Türkiye’de
siyasetin dönüşümünde apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerini hangi
düzeylerde etkiledi?
- Devlet-toplum ilişkilerinin açıklanmasında 1980 öncesi kullanılan kuramsal
çerçeve, 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerini tanımlarken nasıl dönüştü?
Başka bir ifadeyle, 1980 öncesi kuramsal çerçevenin dönüşüm sürecinin
meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisi ne yönde oldu?
Çalışmanın kapsam ve sınırlılıkları üzerinde ise 1980 sonrası
neoliberal politikalar bağlamında ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik
dönüşümlerin hakim paradigmaca analizi ve bunun eleştirisine odaklanan
araştırma konusunun temel soruları etkili olmuştur. 24 Ocak 1980 ekonomik
istikrar önlemlerini takiben askeri müdahale ve sonrasında kapitalist devletin
yeniden yapılanmasına yönelik bir değerlendirmenin yapılmaya çalışıldığı
16
çalışma, 2001 krizi ve sonrasında kurulan “tek parti iktidarı” AKP’nin ilk
dönemi ile sınırlandırılmıştır. Çalışmanın bütününde ele alınan dönem
içerisinde her bir aşamanın kendi başına bir tez konusu oluşturacak önemde
olması, bizim çalışmada bu aşamaların ayrıntılı analizinden ziyade, neoliberal
politikalar bağlamında her bir aşamanın temel özelliklerinin esas alınmasıyla
bir toplumsal ilişki biçimi olarak devletin yeniden yapılanması üzerinde
durmayı gerektirmiştir.
Çalışma konusunun incelenmesinde esas alınan veri toplama
tekniğine karar verilmesi ise bütün sosyal bilimciler gibi bir siyaset bilimci için
de araştırma konusunun anahtar sorularının çözümlenmesinde hangisinin en
iyi yöntemi sağlayacağı ile ilgilidir. Örneğin niteliksel araştırmalar, araştırma
konusunun genelleştirilmesi pahasına bütünsel olarak araştırmacının baştan
sona kuramsal bilgiye odaklanmasını gerektirebilir. Burada ihtiyaç olunan
uygun
verilerin
toplanmasında
en
iyi
yol,
araştırma
sorularının
kanıtlanmasına ilişkin olanının seçilmesidir (Burnham, Gilland, Grant, Henry,
2004: 31). Bunun yanı sıra araştırma dizaynı da veri toplama tekniği üzerinde
iki temel işleve sahiptir. Bunlardan ilki, çalışma planının yürütülmesinin
kavramsallaştırılması ya da gelişimi olup, diğeri araştırma sorunsalının
geçerli, somut ve nesnel çözümleri sağlamak için yeterli olup olmadığı ile
ilgilidir. Burada araştırmacı uygun yöntemle toplanmış verileri kullanarak
araştırma sorularını geliştirmeli ve onları mantıklı-tutarlı bir yolla araştırmanın
teorik çerçevesine uyacak biçimde organize etmelidir. Bu aynı zamanda ilgili
konuda hangi araştırmaların yapıldığı ve hangi kanıtların bulunabilirliği için de
maliyet bakımından uygun bir yol olup (Burnham, Gilland, Grant, Henry,
2004: 33-34), toplanan verilerin kapsamlı bir analizi ile araştırma sorularının
olası cevaplarının açığa çıkarılmasıyla yeni araştırma konularına ihtiyaç
duyulduğunu ortaya koyabilir. Özellikle niteliksel çalışmaların genişletilmesi
için uygun olan bu veri toplama tekniği, sınırlılıklarına rağmen sosyal
bilimlerde ve siyaset biliminde özellikle teorik tartışmalarda ve eleştirel olay
incelemelerinde kullanılmaktadır (Burnham, Gilland, Grant, Henry, 2004: 534). Bu anlamda, bizim çalışmada kullanılan veri toplama tekniği; ikincil veri
toplama tekniği olup, mevcut ulaşılabilen literatürün toplanmasına ve
17
aralarından seçim yapılmasına dayalıdır. Bunun yanı sıra, çalışmada temel
alınan kuramsal çerçeve, eleştirel/açık-Marksist Okul, içinden yazarlardan
Prof.Dr. Werner Bonefeld ile İngiltere University of York’taki bir yıllık çalışma
süresi boyunca takip edilen dersler ve tartışmalar ise “kişisel görüşme”
yöntemi olarak belirtilebilir. Çalışmanın kuramsal bölümlerine ilişkin makale
ve kitap kısımlarının büyük bir kısmı bu süre boyunca Bonefeld’in yürüttüğü
derslerin takibinde kullanılan kaynaklardan oluşmaktadır. Gerek söz konusu
kaynakların, gerekse University of York kütüphanesinden alınan diğer
yayınların İngilizce’den Türkçe’ye çevirisi ise tarafımca gerçekleştirilmiştir. Bu
anlamda çevirilere ilişkin sorumluluk tarafıma aittir.
Araştırmanın planınına gelince; altı bölümden oluşan çalışmada
birinci bölümün konusu; kapitalist toplum biçiminde devletin yeniden
yapılanması, ekonomi-siyaset kategorileri arasındaki ikiliğin ekonomi-politik,
toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden ve başka biçimlerde kuruluyor
olması nedeniyle neoliberal devlet tezlerinde aldığı biçimler üzerinedir.
Toplumsal gerçekliğe ilişkin kategorilerin ayrı düzeylerde ve farklı gerçeklik
alanlarının konusu olarak anlaşılmasının tarihsel dayanağının Weber
sosyolojisine uzanması, bu ikiliğin tarihsel ve teorik temellerine, yani
Weberyan
devlet
çözümlemesine
değinmeyi
gerektirmiştir.
Weber
sosyolojisinin ‘metedolojik bireycilik’, ‘ideal tipler’, ‘ekonomi’ ve ‘sınıf-statü’
gibi temel kavramlarının incelenmesi hem ekonomi-siyaset ilişkisinin, hem de
kültürün toplumsal ilişkileri açıklamadaki artan rolü nedeniyle burada
üzerinde durulmayı gerektirdi. Devletin anlam ve işlevlerinin bu kuramsal
bağlamda incelenmesi devlet teorisi içinden hem liberal devlet tezlerini, hem
de buna eleştirel Marksist devlet teorisi içinden çeşitli yaklaşımları etkilemesi
nedeniyle önemlidir. Bu bağlamda klasik liberalizmin ‘bireycilik’, ‘özgürlük’,
‘kendiliğinden doğal düzen ve piyasa ekonomisi’ ve ‘hukukun hakimiyeti ve
sınırlı devlet’ gibi temel ilkelerinin (Yayla, 2002: 149) güncellenmiş biçimi
olarak neoliberalizmin 1970’lerin derin ekonomi-politik ve toplumsal krizlerini,
devletin
ekonomik
alana
müdahalesinde
görmesi,
kapitalist
devletin
neoliberal devlet biçiminde bu temel tezlerin tartışılmasını gerektirdi. Bu
anlamda Weber sosyolojisinde temel kavramlar ve devletin anlam ve
18
işlevlerinin yanı sıra lliberalizmin devlet-piyasa karşıtlığı, minimal devlet ve
yasanın kuralının uygulayıcısı güçlü devlet tezleri bu bölümde ele alındı.
İkinci bölümde ise; neoliberal yeniden yapılanmanın ekonomik,
siyasal, toplumsal ve kültürel sonuçları üzerine Marksist yaklaşım içerisindeki
tartışmalar üzerinde duruldu.
Bu
bağlamda
ekonominin
belirleyiciliği
iddiasındaki araççılık, bu ‘belirlenim’ ilişkisini aşma iddiasındaki yapısalcı
yaklaşım ve Marksizm’in bu temel kategorileri arasında birinin diğerine
önceliği ya da özerkliği biçiminde sunulan ilişkinin kategorileri donuklaştırdığı
ve teorinin kendi içinde kapanımına neden olduğu eleştirisi ile her iki
yaklaşımı birden hedef alan açık-Marksizm tartışmaları çalışma için önem
oluşturmaktadır.
Eleştirel/açık
Marksizm’e
göre,
özellikle
1970’lerin
ortasından itibaren yaşanan ekonomi-politik dönüşümü Marksist devlet
kuramını geliştirerek açıklama çabasındaki bu tartışmalar, kuramsal bir
canlanmaya işaret etsede esasında teorinin kendi içinde kapanımını da
getirmiştir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: x-xi). Bugün Marksist
teorinin kendi içindeki bu kapanımını aşma çabası, teorinin kendi içinden
yapılan, çalışmanın kuramsal dayanağını da oluşturan, eleştirel/açık-Marksist
yaklaşım ışığında aşılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal gerçekliği ikili
düzeylerle açıklayan yaklaşımları eleştirerek, kategorilerinin açıklığını ve
kapitalist toplumsal ilişkilerin görünür olmayan yapılarının görünür kılınması
katkısını sunması ve çalışmada benimsenen temel kuramsal çerçeve olması
nedeniyle bu bölümde açık-Marksizm’in temel teorik çerçevesine Marksizm
içindeki diğer tartışmalardan daha fazla yer ayrılmıştır. Marksist kuram
içinden araççı, yapısalcı, tekelci devlet kapitalizmi, düzenleme ve türetme
okulu gibi 1980’ler’in Marksist devlet tartışmalarına ise çalışma için önem
oluşturacağı düşünülen temel tartışma noktaları itibariyle yer verilmiştir.
Çalışmanın üçüncü bölümünde ise; Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi
üzerine birbirlerine karşıt tezler geliştiren, ancak benzer kuramsal temelden
beslenen iki hakim yaklaşımdan, devletçi-liberal, özellikle 1980 sonrası
devlet-toplum ilişkilerinin devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhaliflik
iddiasında
konumlanan
hakim
paradigmanın
temel
tezleri
üzerinde
durulmuştur. Özellikle 1980’lerden itibaren egemenliğini sürdüren ve gündelik
19
söylemde de yaygın kabul gören bu yaklaşım, diğerine eleştirel olmakla
birlikte, Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin Batı’dan farklı ve kendine özgü
bir biçimde gelişmesini sivil toplum ve demokrasinin gelişiminde önemli bir
engel olarak görür. Bunun nedeni, Osmanlı’dan devralınan “güçlü devlet
geleneği”nin ülkede modern anlamda sınıflar, sermaye ve işçi sınıfının
oluşumuna izin vermeyişidir. Buna göre, 1980’lere kadar ki devlet merkezli
kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve devletin gücü nedeniyle sivil toplum
gelişememiş; batıcı, vesayetçi, jakoben, ceberrut nitelikleriyle devlet, her
dönemde muhafazakar, dindar ve ekonomide serbestlik yanlısı halk
kitlelerine baskı uygulamıştır. Bürokratik elitlerin ülkeyi sınıflar üstü kılacak ve
kendi çıkarlarını sürdürecek biçimde yönetimi ise 1980’lerden itibaren
dönüşmeye başlamıştır. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri biribirine
özerk gören, bu anlamda da ekonominin teknik, rasyonel ve siyasal
etkilerden uzak olduğunda etkin işleyeceği düşüncesindeki bu yaklaşım, tıpkı
Weber’de ve liberalizm’de olduğu gibi devleti düzenleyici işlevleri ile tanımlar.
1970’lerin kapitalist ilişkilerinin krizine çözüm olarak sunulan neoliberal
dönüşümü 1980 öncesi ve sonrası karşıtlık biçiminde gören yaklaşıma, 1980
sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerinin analizinde hakim paradigma haline
gelmesi nedeniyle bu bölümde geniş yer almıştır. Bu nedenle çalışmanın bu
bölümü 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerini devlet merkezli kalkınma
anlayışına muhalif bir konumda okuyan hakim paradigmanın temel tezlerine,
“güçlü devlet geleneği”-“güçlü merkez-zayıf çevre” “bürokratik elitler-siyasal
elitler çatışması”na, ayrılmıştır. Bu bölüm ayrıca dönüşümünün ekonomipolitik, toplumsal ve ideolojik düzeylerine ilişkin çözümlemelerinin yapılacağı
izleyen kısımlardaki tartışmalar için de bir giriş olması nedeniyle önemlidir.
Bu bağlamda çalışmanın bu kısmında, “Türkiye’de 1980 öncesi ekonomisiyaset ilişkilerini tanımlamada kullanılan baskın kuramsal çerçevenin ne
olduğu?” sorusu cevaplanmış olup, çalışmanın izleyen bölümlerinde izi
sürülen; “1980 öncesi kuramsal çerçevenin sonrasında nasıl dönüştüğü”
sorusunun da anlaşılabilmesine çalışılmıştır. Bu, sözkonusu kuramsal
çerçevenin ideolojik etkisinin dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki
etkisinin anlaşılabilmesi bakımından da ayrıca önem oluşturmaktadır. Bu
20
bölümün son başlığında ise, devlet merkezli yaklaşıma yönelik hakim
paradigma içinden eğilimlerce yapılan eleştirilerin yöntemsel ve kuramsal
eksikliği üzerinde durulmuştur. Bu eksiklik, çalışmanın yöntemsel dayanağını
oluşturan eleştirel/açık Marksizm’in “toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet”
kavrayışı ile aşılmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın dördüncü bölümünün konusu ise 1980 sonrası ekonomipolitik dönüşümün değerlendirilmesi olup, iki temel soru etrafında analiz
edilmeye çalışılmıştır. Bunlardan ilki, 1980 sonrasının neoliberal ekonomi
politikaları ve bu politikaların uygulanma araçları ve düşünsel dayanağını
oluşturan “yeni siyaset tarzı”nın Türkiye’de dönüşümün ekonomik-politik
düzeyini nasıl etkilediği? üzerinedir. Diğeri, ekonomi-siyaset ilişkilerinin
açıklanmasında 1980 öncesi devlet merkezli kalkınma anlayışına muhalif
hakim paradigmanın/liberal yaklaşımın 1980 sonrasında, bu ilişkilerin
analizinde nasıl dönüştüğü? hakkındadır. Bu anlamda, 24 Ocak ekonomik
istikrar kararlarının hemen ardından gelen 1980 askeri müdahalesi ile
başlayan
ekonomi-politik
dönüşümün
ilk
aşamasını,
ekonominin
liberalizasyonu ve siyasetin otoriterleşmesi ile karakterize askeri yönetim
yılları ve “sınırlı demokrasiye geçiş” dönemi oluşturmaktadır. Bu nedenle, bu
dönemin
ihracat
odaklı kalkınma
stratejisine
dayalı temel ekonomi
politikalarının ve bunların yasal-kurumsal araçlarının yerleşme biçimi bu
bölümün konuları arasındadır. Devletin yönetsel kapasitesinin arttırılması
amacındaki
bu
düzenlemelerin
1994
ve
2001
krizlerinin
ardından
yoğunlaşması ise IMF ve AB’nin Türkiye’nin ekonomi-politik reformları
üzerinde artan etkisinin “iyi işleyen bir piyasa ekonomisi” adına zorunlu
kılınmasını gerektirmesi bu bölümde ayrıca sermaye örgütleri, uluslararası
kuruluşlar ve devlet üzerinde durmayı gerektirmiştir. Son olarak, hakim
paradigmanın
1980
sonrasının
ekonomi-politiğinin
analizi
ve
bunun
araştırmada benimsenen kuramsal çerçeve ışığında eleştirisi de bu bölümde
üzerinde durulacak konular arasında yer almaktadır.
Çalışmanın beşinci bölümü ise kapitalist toplumsal biçimin emeksermaye/devlet-toplum/ekonomi-siyaset gibi temel kategorileri arasındaki
ilişkilerinin neoliberal yeniden yapılanma sürecini sekteye uğratmayacak
21
şekilde yeniden düzenlenmesinin, dönüşümün ekonomi-politik yanıyla olduğu
kadar toplumsal düzeyi ile de ilgili olduğu üzerinedir. Bu anlamda, bu
bölümde izi sürülen temel araştırma soruları şöyledir; -Bütün siyasal
faaliyetlerin yasaklandığı 1980 askeri müdahalesi sonrasında büyük burjuvazi
neden faaliyetlerine devam edebildi? 1990’lara gelindiğinde, 28 Şubat
sürecinde bu büyük burjuvazi neden önemli bir aktör oldu? - Müdahale
sonrası büyük burjuvaziyi temsil eden sivil toplum örgütünün siyasal karar
alma süreçlerine olan etkisinin aksine, emek sendikaları ve siyasal partiler
gibi sivil toplum bütününün diğer unsurlarının siyasetin dışında bırakılması
demokrasi-sivil toplum ilişkisi bakımından nasıl açıklanabilir? Bununla
bağlantılı olarak -1980 askeri müdahalesinin ardından faaliyetine devam
edebilen tek sivil toplum örgütü olarak büyük burjuvazi, TÜSİAD, ve
1990’larda yükselişe geçen küçük sermaye örgütlerinin temsilcisi MÜSİAD
neden
1990’ların
sonundan
itibaren
AB’ye
üyelik
sürecine
ve
demokratikleşme reformlarına yoğun destek vermeye başladı? -Özellikle
1994 ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra ekonomik karar alma süreçlerinin
teknikleştirilerek siyasetten bağımsızlaştırılmasının toplumsal güçlerin bu
kararları etkileme düzeyi üzerindeki etkisi nasıl olmuştur? Dolayısıyla, askeri
müdahale sonrasında emek örgütlerinden siyasal partilere kadar, ekonominin
yönetimine
müdahil
olabilecek
olası
bütün
siyasal
faaliyetlerin
yasaklanmasının neoliberal ekonomi politikalarının uygulanmasında ne gibi
etkisinin olduğu bu bölümün temel tartışmalarından birini oluşturmaktadır.
Bunun yanı sıra “demokratikleşme” reformlarına sivil toplumun önemli
parçası sermaye gruplarından yoğun desteğin geldiği sonraki aşamada,
ekonominin yönetiminin bu kez çeşitli düzenlemelerle teknikleştirilerek olası
müdahalelere kapatılmasının devlet-sivil toplum ilişkisi bakımından anlamı da
çalışmada üzerinde durulacak diğer tartışma konuları arasındadır. Bu
bağlamda, devletin nötrlüğü çerçevesinde yeni bir kamusal algılama kurmayı
amaçlayan bir süreç olarak, siyasal öznelerin siyaset dışı ya da karar alma
süreçleri dışında bırakılması anlamında apolitizasyon ve özellikle 1990
sonrası neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin ve
uygulamalarının
politika
dışıymış
gibi
gösterilmesi
anlamında
da
22
depolitizasyon kavramları sözkonusu aşamaların/soruların cevaplanmasında
temel referans noktaları olarak alınmıştır. Bu bölümde son olarak, hakim
paradigmaca 1980 sonrası toplumsal dönüşümün analizi ve bunun
araştırmada benimsenen kuramsal çerçeve ışığında eleştirisi ile ele alınan
tartışma soruları farklı bir bağlamda açıklanmaya çalışılmıştır.
Çalışmanın altıncı ve son bölümü ise; dönüşümün ideolojik düzey
bakımından analizi olup, bunun kimlik siyasetinde görünümünü bulan
biçimlerinin esas itibari ile kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülebilirliği ile
ilişkili
olduğunun
değerlendirilmesi
üzerinedir.
Bu
bölümde
ayrıca,
aralarındaki belirgin farklılıklarla birlikte, 1980 öncesini “güçlü devlet
geleneği” tezinin temel iddialarıyla analiz eden hakim paradigma içinden
yazarların benimsedikleri kuramsal çerçevenin 1980 sonrasında nasıl
dönüştüğü; başka bir ifadeyle dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki
ideolojik etkisinin nasıl olduğu? soruları dönüşümün ideolojik düzeyi
bağlamında irdelenmeye çalışıldı. Bununla 1980 sonrası devlet-toplum
ilişkilerini biçimlendiren “yeni siyaset tarzı”nın temel unsurlarının beslendikleri
benzer kuramsal ve yöntemsel çerçeve itibari ile öncekilerle arasında belirgin
bir kopuş olmadığı anlatılmaya çalışıldı. Çalışmanın bu bölümünde ayrıca,
ideolojik dönüşümün bir sonucu ve aşağıdaki temel sorularla da ilişkili olarak
Türkiye özelinde; -siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği?
ve 1980 sonrasında neo-liberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni
siyaset tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? üzerinde de
duruldu. Bütün bunlar kültür politikalarının neoliberalizmle uyumu, buna bağlı
olarak muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal
İslam’ın yükselişi ile örtüşmesi ile ilişki kurularak çözümlenmeye çalışıldı.
Böylece, ekonomi-politik olarak serbest piyasanın temel değer olarak
yüceltildiği bir ortamda, ideolojik olarak sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde
dönüştürülmesinin yeniden yapılanmanın meşruiyeti üzerindeki etkisi ortaya
konulmaya çalışıldı. Bu bölümde son olarak, ideolojik dönüşüm bağlamında
hakim
paradigma
içinden
yazarlara
referansla
yapılan
eleştirel
bir
değerlendirme ile bu yaklaşımın eksik yönleri ortaya konularak çalışmada
23
benimsenen kuramsal çerçeve ışığında bütünlüklü bir değerlendirme
yapılmaya çalışıldı.
BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE LİBERAL YAKLAŞIMLAR
Kapitalist toplum biçiminde devletin yeniden yapılanmasının anlamı,
ekonomi-siyaset kategorileri arasındaki ikiliğin teorik ve pratik ya da ekonomipolitik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde yeniden ve başka bir biçimde
kurulmasıdır. Bu biçimin esasına ilişkin bir açıklamayı amaçlayan çalışmanın
bu kısmının konusu, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanmanın
ekonomi-siyaset ikiliğinin özellikle neoliberal devlet tezlerinde aldığı görünüm
üzerinedir. Ancak toplumsal gerçekliğe ilişkin kategorilerin ayrı düzeyler
biçiminde ve farklı gerçeklik alanlarının konusu olarak anlaşılmasının tarihsel
dayanağı Weber sosyolojisine uzanır. Neoliberal devlet tezlerinin analizinden
önce bu ikiliğin tarihsel ve teorik temellerine, yani Weberyan devlet
çözümlemesine
değinmek
yöntemsel
bakımdan
bir
zorunluluk
oluşturmaktadır.
1.1.
EKONOMİ-SİYASET
AYRIMININ
KURAMSAL
KÖKENLERİ:
WEBER’DE DEVLETİN ANLAMI ve İŞLEVLERİ
Batı gelişmesinin temel dinamiği olarak ifade edilen ‘rasyonel
ekonomik eylem’; kapitalist ilişkilerde özel mülkiyet, piyasa, para, emeğin
bölünmesi, ücretler ve kar gibi ekonomik kategorileri siyasetin dışında tutar.
Ekonomik rasyonelliğin kavramsal ifadesi bu kurumlar, özgül toplumsal
ilişkilerle ilgili olmalarına rağmen, insanın toplumsal varlığının yeniden
üretiminden bağımsız ve rasyonel bir ilkenin somutlaşması biçiminde
görünür. Verimlilik adına ekonominin yönetiminin siyasal etkilerin uzağında
teknik bir kavrayışla gerçekleşebileceği savunusu ise kuramsal köklerini
Weber’in
özne-nesne,
ekonomi-siyaset,
devlet-toplum
gibi
toplumsal
gerçekliğin ikili düzeylerde açıklanmasında bulur. Bürokrat ve liderliğin ayrı
düzeyler olarak birbirlerinin alanlarına müdahale etmemeleri gerektiğini,
ekonominin gelişimi için temel ilke olarak alan Weber sosyolojisinin
‘metedolojik bireycilik’, ‘ideal tipler’, ‘ekonomi’ ve ‘sınıf-statü’ gibi temel
kavramlarının incelenmesi hem ekonomi-siyaset ilişkisinin, hem de kültürün
toplumsal ilişkileri açıklamadaki rolü nedeniyle burada üzerinde durulmayı
gerektirmektedir. Devletin anlam ve işlevlerinin bu kuramsal bağlamla
25
belirtilmesi devlet teorisi içinden hem liberal devlet tezlerini, hem de buna
eleştirel Marksist devlet teorisi içinden çeşitli yaklaşımları etkilemesi
nedeniyle önemlidir.
1.1.1. Weber Sosyolojisinin Temel Kavramları
Sosyal bilimlerin ilgi alanını oluşturan problemlerin kültürel öneme
sahip belirli sorunlarla ilişkili oldukları düşüncesindeki Weber, bilimsel
nesnelliğin kurallarını formüle etmeye çalışır. Buna göre sosyoloji, sosyokültürel bilimler hiyerarşisinde bağımsız bir bilim dalı olarak yerini bu
nesnellikte bulacaktır (Çiğdem, 1997: 38). Sosyal bilimler ise zorunlu olarak,
doğa bilimlerinin inceleme nesnelerinde bulunmayan, özellikle insani nitelikli
manevi veya ideal olgularla ilgilidir. Toplumsal gerçekliğin özne-nesne, olgudeğer gibi ikilikler üzerinden açıklanmasına dayalı bu yaklaşım, “ampirik bir
disiplinin olması gereken” şeyi tanımlayan idealleri bilimsel olarak inşa
etmesinin imkansızlığı üzerinedir (Giddens, 2009: 219). Weber’in toplumsal
gerçekliği bu biçimde ikiye bölmesi ve analizini ‘değer’ odaklı bir temele
dayandırması, öznenin dışındaki nesnel gerçeklik alanının onun eylemlerinin
tek kaynağı olduğuna ilişkin yaklaşıma duyduğu tepki nedeniyledir.
Metodolojik olarak birey’den, özne’den hareket eden Weber, insanların ve
yarattıkları toplumsal dünyanın fizik bilimleriyle aynı yöntem ve kavramlar
kullanılarak anlaşılabileceğini varsayan pozitivist bilgi teorisini reddeder.
Pozitivizmde bilimsel bilgi, ‘insan özne’nin dışında bir nesnel gerçeklik
alanının kabul edilmemesi nedeniyle, ‘olgu’sal içeriği bulunan önermelerle
dile getirilmekte ve bilimsel olmayan ‘bilgi’yi ifade eden önermeler, olgusal
içerikten yoksun oldukları için sınanmaları da mümkün olmadığından bilimsel
sayılmamaktadır (Köker, 1998: 27). Pozitivist yöntem bilimin, yalnızca
olgular-nesneler alanına ait olanı bilimsel kabul etmesine olan tepkisi, dışsal
doğa ile insan kültürü arasında kurduğu karşıtlığın da nedenidir. Dolayısıyla
Weber’in “yorumlayıcı anlayışı”, öncelikle eylemin onu gerçekleştiren kişi için
öznel anlamını–kaynaklandığı inanç ve arzuları- belirlemeyi içerir. Buna göre,
yorumlama/anlama, insanla ilgilenen ahlak ve kültür bilimlerine ait kendine
26
özgü bir yaklaşımdır (Weber, 2002: 102). ‘Ekonomi ve Toplum’ çalışmasında
da belirtildiği gibi;
“…süreçleri ve sonuçlarının nedensel açıklaması ile toplumsal eylemin
anlamını yorumlayan bir bilim, onun davranışının anlamının öznesiyle
ilişkilendirilen bireysel eylem olarak davranıştan konuşmalıyız, açık ya da
kapalı olan, toplumsal eylem şimdiye kadar onun öznel anlamı diğerlerinin
davranışıyla ilişkili ve süreci ile bağlantılıdır” (Weber, 1978: 4).
Yöntemsel olarak birey’i esas alan Weber’e göre birey’in eylemleri iki
şekilde rasyoneldir. Çevredeki nesnelerin ve öteki insanların davranışlarına
yönelik beklentiler tarafından belirlenen ‘araçsal akıl/rasyonel eylem’ ile etik,
estetik, din ya da diğer davranış biçimleri adına bireyin başarı beklentisinden
bağımsız bilinçli biçimde inanmasının ifadesi ‘değer1 amaçlı eylemdir’
(Weber, 1978: 25-26). Rasyonel eylem, bireyin kendisinin akılcı bir biçimde
hesapladığı amaçlarına ulaşması için koşullar ya da araçlar olarak
kullanıldığından işlevseldir. Birey, belli bir amacı gerçekleştirmek için özel bir
aracı kullanırken girdiği etkinliği ve başka bireyler ve gruplarla ilişkili olduğu
eylemdir. Değer akılcı eylem ise eylemin amaçlarıyla ilgilenmekte olup
rasyonel eylemlerin gerekçesini oluşturur (Çiğdem, 1997: 42; Giddens, 2009:
240). Bireyin rasyonel eylemi ekonomik merkezli olup, faydalar için arzuların
tatmin
edilmesi
ile
ilgilidir.
Öznenin
ekonomik
merkezli
amaçlarla
sonuçlanacak olan temel dürtüleri için barışcı araçlarla arzulanan faydaların
kontrolünü ele geçirmeye çalışmaktır. Bu nedenle rasyonel ekonomik eylem
özellikle planlanan, hesaplanan araçsal rasyonalite gerektirir. Özgül tip, bir
öznel anlama sahip olduğu düşünülen malların üretimi, fiyatlar hatta “malların
öznel değeri” gibi ekonomik eylemin devamı organize sistemlerle kurulmuş
bir ekonomiye neden olur (Weber, 1978: 63-64).
Weber’de sınıf kavramının başlangıcı piyasada ekonomik eylem
üzerine daha genel analizi ile ilgilidir. Weber ekonomik olguların insanların
düşüncelerinin doğasını doğrudan etkilediği fikrine karşı çıktığından, bu
değerlendirmelerin sınıfsal çıkarlardan bağımsız olarak kavramsallaştırması
gerektiği sonucu çıkar. Bu yüzden sınıfsal konumu statü konumundan ayırır.
Buna göre, bir bireyin statü konumu, diğerlerinin ona ve toplumsal konumuna
1
Değerden arınmışlık teorik ve kavramsal tutarlılık ve ampirik doğrulamadan azade kalma anlamında
değil, ampirik-aktüel veriler tarafından empoze edilen sınırlar içinde serbetliktir (Çiğdem, 1997:42).
27
ilişkin yaptıkları, böylece bir ölçüde onun toplumsal prestij veya itibar biçimine
yükledikleri değerlendirmeleri ifade eder. Bir statü grubu, aynı statü grubunu
paylaşan bireyler toplamıdır. Sınıflardan farklı olarak ortak konumlarının
hemen her zaman bilincindedirler. Statü grubu, sınıfsal açıdan sosyal sınıfa
en yakın ve ticari sınıfa en uzak konumdadır (Weber,1978: 306-307).
Dolayısıyla, statü konumuyla Weber’in belirlediği üç sınıf; bedensel emek
sahipleri, küçük burjuvazi (mülksüz beyaz yakalılar, teknisyenler, aydın sınıf)
ve egemen girişimci ve mülk sahibi sınıf (Weber, 1978: 305), arasında
herhangi bir zorunlu ya da evrensel ilişki yoktur. Mülk sahibi sınıflar her
zaman değilse bile çoğu kez belirli statü gruplarını oluştururlarken, bu durum
ticari sınıflar için nadiren söz konusudur (Giddens, 2009: 264).
Weber sosyolojisinde baskın bir diğer kavram; değer ya da öznel
yönelimli eylemin anlaşılmasıyla ilişkili olası sıkıntılar nedeniyle, ‘genelde
rasyonel tipler’ inşa etmek üzerinedir. Rasyonel eylemi oluşturan şey, ideal
tip içinde ortaya konulduğundan ondan sapma, irrasyonel unsurların etkisine
göre incelenebilecektir (Giddens, 2009: 239-240). Çünkü Weber’e göre
sosyoloji, ampirik sürecin genelleştirilmiş biçimliliklerini ve tip kavramlarını
formüle
etmeyi
amaçladığından
(Weber,
1978:
19-20),
gerçekliğin
olgusal/nesnel örgütlenişine, zihinsel inşaalardan başka bir şey olmayan
ideal tipler aracılığıyla nüfuz edilebilir. Gerçekte, ideal tiplere karşılık gelen bir
nesnel gerçeklik bulunmaz. Ancak, ideal tiplerin ideal oluşu, bir toplumsal
olgunun verili bütün özelliklerini kapsayabilmesinden ileri gelir. Buna göre,
sosyal bilimlerde kullanılan kavramlar değer kabulleri olmadan doğrudan
gerçeklikten elde edilemezler, zira ilgi konularını tanımlayan problemler bu tür
ön kabullere dayanır. İdeal tip kavramının biçimsel özellikleri ortaya
konulurken yeni bir kavramsal türü geliştirdiğini değil, zaten pratikte yapılan
şeye açıklık kazandırdığını düşünür. Bir ideal tip, her ne kadar gerçeklikte yer
alsa da bu özel biçimiyle nadiren ortaya çıkan birçok sayısız unsurun
soyutlanması ve birleştirilmesiyle inşa edilir (Giddens, 2009: 229). Teorik
anlaşılma için meşru kabul edilecek ‘ideal tip’lerin oluşturulabileceğini belirtir.
Bu nedenle, belirli tipteki toplumsal ilişkilerin anlaşılması için gerçeklikle tam
28
olarak uyuşması gerekmeyen ideal tipler teorisi soyut olmak zorundadır.
Buna göre;
“.. ideal tip kavramı, gerçekliğin belli öğelerinin mantıksal tutarlılığa sahip bir
kavram olarak soyutta inşasıdır… ideal teriminin herhangi bir değer
yargısıyla ilgisi yoktur” (Weber, 2002: 107).
Bir ideal tip, mantıksal anlamda saf bir tip olduğundan, bir zihinsel inşa
olarak kavramsal saflığı içinde somut olarak hiçbir yerde bulunmaz. Örneğin
bir sosyal bilimci rasyonel kapitalizmle ilişkili bir ideal tip formüle ederken,
özel kapitalizm biçimlerini ampirik olarak inceleyerek, geliştirdiği ilgileriyle
ilişki içinde rasyonel kapitalizmin ayırt edici en önemli özelliklerini belirlemeye
çalışır(Giddens, 2009: 230).
Sosyolojisine ilişkin temel kavramlarla kültürün toplumsal ilişkileri
açıklamadaki rolünü vurgulayan Weber, toplumsal değişimi hem nesnel
yapıya, hem de öznel insan eylemine dayanarak analiz ettiğinden kültür ve
toplum bilimlerinin bir birleşimini yapmıştır (Swingwood, 1998: 368). Sosyal
bilimlerde teorinin rolü konusundaki endişeleri nedeniyle yönteminde hem
tarihsel bakışı, hem de sosyolojik olanı içermesi, O’nun sosyolojisinin
özgüllüğünü
oluşturur.
Öte
yandan,
varsayılan
tarihsel
yorumun
varsayımlarında ısrar etmesi, sosyal bilimlerin saf bir teorinin biçiminde tipik
ilişkilerin bir analitik çerçevesiyle analizine neden olur (Clarke, 1982:196197). Toplumsal gerçekliği nesnel süreçlere indirgenemeyecek değer
sistemleri olarak gördüğünden, insan’ın dışsal doğası dışındaki gerçekliğin
yorumlayıcı bir biçimde anlaşılmasının süreç ve sonuçlarının nedensel
açıklamalarına eğilmesi (Callanicos, 2007: 241-242), birey davranışını
merkeze almasına neden olmuştur. Buna göre, toplumsal olguların bireysel
eylemlerin ‘maksat dışı’/doğal ya da rastlantısal sonuçları olduğunu gösteren
‘metodolojik bireycilik’ kavramı; devlet, aile ve bireylerin gerçek ya da olası
eylemlerinin belirli bir gelişimini ifade eder. Eylemin bu iki türünden rasyonel
olanı, bireyin maksatlı eylemi ile sonuçları bellirli, nesnel ve kesin kurallara
dayalı amaçları içerir. Örneğin toplumsal ilişkilerin ekonomi ve yönetim
kategorileri bu kapsamdadır. Ekonomik rasyonellik sözkonusu olduğunda
yorumlama yöntemindeki açıklama türü, insan davranışının ardındaki neden
29
ya da amaçları bunları gerçekleştiren bireylerin amaçlarına göre değil, somut
işlevlerine göre açıklamaya çalışır. Dolayısıyla metedolojik bireycilik;
Weber’in bazı verili hedefleri gerçekleştirmek için en etkili araçları seçmeye
yönelten amaçlı-akılcılık ya da araçsal akılcı eylem dediği, özgül bir eylem
türünün
kurumsallaşmasını
içerir.
Weber’e
göre
toplumsal
yaşamın
akılcılaştırılması, amaçları peşindeki bireylerin mümkün olan en etkili eylem
biçimini belirleyebilmek için, bilimsel yöntemlerin eşlik ettiği bir süreç olan
davranışın, artan biçimde geleneksel değerler ve normlardan çok araçsal
akılcılaştırma tarafından düzenlenmesinden oluşmaktadır (Callanicos, 2001:
59).
Weber’in bu yöntemsel kavrayışı, toplumsal bir yapıyı meydana
getiren ekonomi, siyaset, yönetim, aile, din gibi tüm kurumsal alanların
karşılıklı ve birbirlerine özerk ilişkiler biçiminde anlaşılmasına neden olur.
Buna göre askeri, dini, siyasal, hukuksal kurumlar işlevsel olarak çeşitli
biçimlerde olgular alanına ait olan ekonomi ve yönetimle olan bağlantıları
nedeniyle değerler alanına ait olup, etik idealler için önemlidirler. Bu nedenle,
her iki kategorinin işlevlerini iyi yapabilmesi ekonomi ve siyasetin birbirlerinin
alanlarına müdahale etmemesini gerektirir. Siyasal alana ait kurumların
aksine, uzmanlık isteyen işlevler olmaları nedeniyle bürokrasi, yönetim ve
ekonomi gibi kapitalist kurumlar rasyonalitenin biçimleri olduğundan nesnel
gerçeklik alanının konusunu oluştururlar.
1.1.2. Weber Sosyolojisinde Devletin Anlamı ve İşlevleri
Weber’in yazılarındaki anahtar temanın ekonomik olana karşıt olarak,
siyasi olanın bağımsız etkisi üzerine olan vurgusu (Giddens, 1996: 41),
‘Ekonomi ve Toplum’ adlı eserinin de konusunu oluşturan ekonomik
ilişkilerden
ayrı
ve
genel
olarak
devlet/siyasal
iktidar
kavramının
oluşturulmasına yöneliktir. Devletin anlam ve işlevlerinin anlaşılması
bakımından merkezi bir önem arzeden modern devletin tanımlanma biçimi ve
bu
devletin
egemenliğini
kullanırken
ki
meşruiyetinin
dayanağının
30
açıklanması, işlevselciliği temel alan devlet teorilerinin2 anlaşılmasına da
temel sağlayacaktır. Ekonomi–siyaset ilişkisinin kurulma biçimi bakımından
da
ekonomik
alanın
bürokrasi,
siyasal
alanın
da
siyasal
liderlikle
ilişkilendirildiği Weber metedolojisinde, toplumsal gerçekliğin ikiye bölünerek
incelenmesi, bu kategorilere farklı işlevler yüklendiğini göstermektedir.
Siyasete ilişkin bir görünüm olması nedeniyle liderlik, öznel bir kategori olup,
değer’ler alanının konusu iken, ekonomik bir kategori olarak bürokrasi,
nesnel niteliği itibari ile olgu’lar alanının bir görünümünü oluşturmaktadır. Bu
alanların birbirlerine özerkliği ve siyasetin ekonomiye önceliği ise sistem
içindeki yapıların işlevselliği nedeniyle gerekli görülmektedir. Nesnel, tarafsız
ve teknik bir alan olarak ekonominin verimliliğini sağlayacak olan yönetsel
alanın, yani ‘rasyonel bürokrasi’nin işlevleri ile öznel alanın konusunu
oluşturan ‘meşru şiddet kullanma tekeli’ne sahip devletinkiler birbirinden farklı
olacaktır.
Rasyonel ve bürokratik yönetim mekanizması olarak tanımlanan
‘modern devlet’in ayırt edici özelliği ise onun bürokratik biçimde örgütlenmiş
olmasından gelir (Gülalp, 1993: 10). Rasyonel bürokrasi, burada toplumsal
hayatın farklı alanlarındaki hesaplanabilir aklın gerçekleşmesi olarak kültürel,
toplumsal, entellektüel ve ekonomik rasyonalizasyon süreçlerinin işlevsel
hale gelmesini ifade eder (Çiğdem, 1997: 149). Bu anlamda, tarihsel olarak
kapitalist toplumsal ilişkilerin ortaya çıkışı ile aynı süreci paylaşan modern
devletin yönetsel aygıtı bürokrasinin işlevleri, ekonominin yönetiminin
verimliliği
ile
karakterizedir.
Weber’e
göre,
modern
devletle
piyasa
ekonomisinin eş zamanlı ortaya çıkışı, ücretli profesyonel olan bürokratların
varlığının parasal ekonomiyi, bunun da devleti ayakta tutacak güçlü bir vergi
tabanını gerektirmesi ile ilişkilidir. Bu da ancak parasal bir ekonomide
mümkündür. Buna göre, Batı Avrupa’da devletin bürokratikleşmesinin
ekonomik alandaki bürokratikleşmeden önce ortaya çıkmış olması, modern
kapitalist
2
devletin
varlığını
sürdürebilmesinin
tümüyle
bürokratik
Burada özellikle çalışmanın hem bu bölümündeki liberal devlet teorisinin temel ilkelerinin Weber’in
modern devlet kavramsallaştırması ile ilişkisinden, hem de bir sonraki bölümde Marksist devlet
teorileri içinde özellikle yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımlardan sözedilmektedir.
31
organizasyona bağlı olduğunu gösterir. Özel yönetsel görevleri yerine
getirmek için uzmanlaşma zorunluluğu, bürokratik uzmanlaşmanın artışında
verimlilik artışı kadar önemlidir. Modern kapitalist bir ekonomide mal ve
hizmetlerin düzenli ve koordineli dağılımı için üst-yerel bir piyasanın oluşumu,
bürokrasinin gelişiminde temel bir koşuldur. Bu tür rutinleşmiş görevlerin
yerine getirilmesini ve ekonomik işlerin hızlı ve dakik bir biçimde
gerçekleştirilmesini gerektiren kapitalist ekonomi, böyle bir bürokrasi ile
varlığını devam ettirebilir (Giddens, 2009: 254-255). Bunun yanı sıra, devletin
yönetsel aygıtı bürokrasinin işlevlerinin kusursuz, hızlı ve sürekli biçimde
yerine getirilmesini en başta kapitalist piyasa ekonomisi talep etmektedir.
Dolayısıyla Weber’e göre bürokrasi;
“....uzmanlık eğitimine, işlerin görülmesinde işlevsel uzmanlaşmaya, tek tek,
ama bir sistem oluşturan, işlevlerin mekanik ama virtüözce yürütülmesini
sağlayan bir yaklaşıma dayanmaktadır” (Weber, 2002: 312).
Bu tam gelişmiş bürokratik mekanizmanın üstünlüğü, makineyle
yapılan üretimin mekanik olmayan öteki üretim biçimlerine olan üstünlüğüdür.
Doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik gibi karmaşık işlevler
sözkonusu olduğunda ücretli bürokratik emek, daha verimli ve etkili olacaktır
(Weber, 2002: 308). Modern toplumun kurumsal yapılanmasında özellikle
bürokrasi ve ekonomik grupların örgütlenmesinde biçimsel rayonalitenin
önemine ağırlık veren Weber, bununla toplumsal eylemin hesaplanabilirlik ve
yeterlik kuralları altında yönlendirildiğini ifade eder (Çiğdem, 1997: 153).
Dolayısıyla, modern bürokratik devlet yapısının toplumsal ve ekonomik
önkoşullarının para ekonomisinin gelişmesini gerektirmesi (Weber, 2002:
301) ve bu sayede memurların hizmetlerinin karşılığının parasal ifadesi O’na
göre kapitalist toplumsal biçimin modern devletin tarihi ile ilişkisini ortaya
koymaktadır. Weber ayrıca yönetim faaliyetinin her yerde ve temel
karakteristikleri bakımından tek bir iş olduğunu belirterek durağan, teknik bir
sürecin inceleme konusu olması nedeniyle nesnel ve tarafsız niteliğini
özellikle vurgular. Weber’in kendi ifadesiyle;
“..çağdaş girişimciye özgü özelliklerinden biri, işletmesinin ‘birinci derecedeki
görevlisi’ gibi davranmasıdır, tıpkı çağdaş bürokratik bir devletin başkanının
kendini devletin ‘birinci hizmetkarı’ olarak tanımlaması gibi” (Weber, 2002:
293).
32
Siyasal iktidarın kaynağı konusuna gelince; üç ideal meşrulaştırma
tipine, geleneksel, karizmatik ve hukuki-rasyonel, göre geleneksel otorite
uzun süredir varlığını sürdüren kurallara ve güçlere duyulan inanca dayanır
(Weber, 1978: 226). Mısır, Çin, Roma ve Osmanlı gibi doğudaki yönetimler
kadar, yakındoğunun ve orta çağ Avrupası’nın geleneksel despotik
yönetimlerinde
de
görülen
patrimonyalizmin
aşırı
biçimi
Sultanizm,
geleneksel otoriteye dayalı olup, askeri bir güç ve yönetim olarak Sultan’ın
kişisel araçlarında örgütlenir. Sultanın kişisel hakkı içinde saklı bulunan
otorite, herhangi bir ekonomik varlığı sömürebilme, satma, güvenlik için rehin
tutma ya da miras için bölme hakkına sahiptir (Weber, 1978: 232, 254).
Otoritenin kullanıldığı uzman yönetici kadrolar bulunmadığından saray hayatı
ile hükümet işleri iç içedir. Memurlar ise öncelikle yöneticinin kişisel
mahiyetindeki hizmetkarlardan devşirilir (Giddens, 2009: 252). Hukuki ve
rasyonel egemenliğe dayalı rasyonel tip’le karşıtlık içindeki bu örgütlerde
rasyonel yasa yapma süreci olmadığından, üyelerin görevleri muğlak
tanımlanır. Birey otoritesine tabi olmayan rasyonel hukuksal otoritenin aksine,
haklar ve görevler yöneticinin eğilimine göre biçimlenir. Oysa rasyonel
bürokraside kişiler, kişisel olmayan üst bir düzene tabi olup, eylemleri kendi
kişisel tasarrufları ve yetkileri bakımından bir hukuki düzene yöneliktir
(Weber, 1978: 216-8).
Sadece modern kapitalizmde bu ideal tipe yakın
düşen rasyonel-hukuksal bürokrasinin aksine, Mısır, Çin, Roma ve Osmanlı
bürokrasileri büyük ölçüde ayni ödemeye dayanır. Bu durum, daha önceki
para ekonomisi biçiminin bürokratik örgütlenmenin ortaya çıkışının temel bir
önkoşulu olmadığını gösterir. Ancak para ekonomisi modern rasyonel
bürokrasinin gelişimini hızlandırmada büyük öneme sahiptir (Giddens, 2009:
253). Dolayısıyla, bürokrasinin kapitalizme çok uygun gelen özgül niteliği,
onun ne denli ‘insanlıktan uzaklaşırsa’ o denli kusursuz gelişeceğini, resmi
işlerden sevgi, nefret ve tüm hesaplanamaz kişisel, irrasyonel ve duygusal
öğelerden ne denli ayıklanırsa bürokrasinin asıl niteliğine o denli yaklaşacağı
savunulur (Weber, 2002: 310).
33
Bütün bunların yanısıra Weber, kitlelerin maddi geleceğinin giderek
özel kapitalizmin daha da bürokratikleşen organizasyonunun doğru ve
istikrarlı işleyişine bağlı hale gelmekte olduğunun (Weber, 2002: 312)
kaygısını duyar. Buna göre, modern ekonomik düzenin muazzam kozmosu
tümüyle bir “demir kafes” gibidir. Kapitalist, yasalcı, bürokratik ve kaskatı olan
bu mekanizma içine doğan tüm bireylerin yaşamlarını karşı konulmaz bir
güçle belirler. Bir özne olarak dünya içinde ve üzerinde tepki, yargı ve eylem
yetisine sahip bir canlı kimliğiyle modern insan yok olup gitmiştir (Berman,
2005: 44-45). Ama yine de bürokrasi, O’na göre varolan en iyi seçenektir.
Etkin ve verimli işleyebilen bir rasyonel bürokratik yönetim, bütün teknik
özelliklerinin yanında siyasetten, yani değerler alanından ne denli uzaklaşırsa
ideale o kadar yaklaşacaktır. Dolayısıyla, eyleyen öznenin ‘demir kafes’ten
kaçabilmesinin mümkün olduğunu belirten sosyalizm gibi kapitalist toplumsal
ilişkilerin dışında herhangi bir alternatifin bulunmadığına ilişkin bu yaklaşım,
toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin dönüştürücü dinamiğini de göz ardı
etmektedir.
Weber’de modern devletin kavramsallaştırılmasının diğer unsuru,
belirleyici bir düzey olarak siyasal alana yapılan vurguda görülür. ‘Şiddet
kullanma tekelini elinde bulundurma hakkı’nın meşruluğu, öznel alana ait
siyasal düzeye verdiği ayrıcalıktan gelir. Siyasal egemenliğin kaynağına
dayanarak yaptığı ideal tip’ler analizinde modern devletin egemenliğinin
kaynağı yasal-rasyonel otoritedir (Güllap, 1993: 10). Modern devlet, bölgesel
esasla varolan zorlayıcı bir birliktelik olup, sınırları içerisinde gücün
kullanımının meşru denetimini elinde bulundurur (Giddens, 1996: 43;
Giddens, 2009: 250). Sadece devlet tarafından belirli bir alanda kullanılan bu
hak, devletin varlığı ve bunu devam ettirmesi için zorunludur. Bu hakka sahip
olmak, aynı zamanda diğer birlikler ve bireyler üzerinde devletin gücünü
genişletmek için de uygulanır. Bu hakkın kullanımının gerekçesi ise en açık
haliyle Weber’in kendi ifadesinden izlenebilir;
“ iktidara sahip bir idari teşkilat, muayyen bir coğrafik alan içinde kendi
mevcudiyetini ve düzeninin geçerliliğini idari organının uyguladığı fiziki şiddet
ve tehdit sayesinde daimi şekilde güvence altına alıyorsa bu teşkilata siyasi
teşkilat denir. Siyasi bir kurumun idari organı, tekelinde bulundurduğu meşru
34
fiziki şiddete, düzeni uygulayabilmek için başarılı bir şekilde başvurabiliyorsa
bu siyasi kuruma devlet denir” (Weber, 2002b: 107, Weber, 2002a: 132).
Devlete işlevsel3 bakan bu yaklaşım, toplumsal yapının sürekliliğinde
devlet kurumlarının rolü veya amacı konusuna odaklanmaktadır. Buna göre,
devletin değişmeyen temel işlevi, toplumsal düzenin devamlılığının garantiye
alınmasıdır. Devlet, toplumsal düzeni destekleyen ve toplumsal istikrarı
sağlayan bir kurumlar bütünüdür çünkü. Bu yaklaşım örneğin, devleti
kapitalist sistemi uzun vadede ayakta tutmayı sağlayacak biçimde sınıf
çatışmasını düzenleyen bir mekanizma olarak görme eğilimindedir (Keat ve
Urry, 2001: 311-313). Bu işlevleri gereği Weber’in modern devleti, tıpkı özel
kapitalist yönetim gibi devlet kurumlarının da rasyonel ve verimli olmasını,
bunun için de yönetim ve siyasetin birbirinden kesin sınırlarla ayrılmasını,
yani devletin bütün toplum ve kurumları üzerinde nesnelliğini ve tarafsızlığını
kurmayı gerektirir. Clarke’ göre de Weber sosyolojisinde ekonomi, bir etik
bilimi değildir. Bu yüzden, ekonomi etik düzeyin yükselmesi için bir şey
veremez ama katı bir şekilde nesnel sürdürülmelidir (1982: 196). Başka bir
ifadeyle, kapitalizmde iş bölümünün ilerlemesinin genel paradigmasının
modern devletle ilişkilendirilmesi, hukuki-rasyonel örgütlenme sayesinde
ekonomik verimlilik işlevlerinin gerçekleştirilmesinde siyasal olanın bağımsız
karakterini de vurgulamaktadır (Giddens, 1996: 44).
Devletin toplumdan bu özerkliğinin bir diğer gerekçesi, siyasal kuralın
ulusal çıkarı sağlayacak sonuçlara göre düzenlenmesi nedeniyledir. Siyasal
düzeylerin özerkliğinin yanında, toplumsal güçler içinde herhangi bir sınıfın
varlığının reddi, ulusal siyasette siyasal liderliğin sağlanmasında ayrıca
önemlidir. Siyasal liderlik, kapitalist gelişmeyi düzenleyen ulusal, siyasal ve
etik ideallere göre biçimlendiğinden ekonominin yönetiminden tümüyle
ayrıdır. Ekonomi politikasının değerlendirilmesinde etik ve siyasal kriterlerin
önemi, bölgesel çıkarlar üzerinde ulusal çıkarların önceliği nedeniyledir.
3
Weber’in Hegel gibi toplumu organik bir bütün olarak kabul etmekle birlikte toplumu işlevleri
açısından konumlandırması, bürokrasi kuramının ‘verimlilik’ kavramına oturtulması ile paralellik
oluşturur. İşlevselcilik, organik bütün içindeki tek tek parçaların gördükleri iş ve yaptıkları etki
bakımından diğer parçalarla bir ve karşılıklı bağlılık ve etkileşim içinde olduğunu varsayar
(Swingwood, 1998). Yani bürokrasi işlevselciliğin görünür bir biçimidir denilebilir.
35
Çünkü devlet, ‘ulusun somutlaşmış biçimi’dir (Clarke, 1982: 196). Ekonomik
düzeyi, siyasal olana dayalı biçimde kuran Weber, ekonomik sürece katılan
kuruluşların, sosyalist ya da komünist olmamak şartıyla devletin ve mali
özerkliği bulunan diğer bütün kuruluşların, yani asıl amacı ekonomik nitelikte
olmayan
bütün
eğitsel
kuruluşların
ve
birliklerin
‘ekonomi alanında
düzenleyici kuruluşlar’ olduğunu belirtir4. Siyasal düzeni yürüten kuruluş
olarak devlet, bireysel haneleri ve işletmeleri ekonomik etkinliklerinde tümden
özerk bırakır ve yalnızca şiddet kullanma tekeli ile özgür sözleşmelerden
doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesine ilişkin anlaşmazlıkları çözer. Yani
ekonomik etkinlik içinde faaliyette bulunan her türlü insan etkinliğinin içerikçe
özerk olduğunu, bunların sadece biçim bakımından yönlendirildiğini belirtir.
Ayrıca rasyonel bir ekonomide maddi kaynakların, çağdaş mülkiyet düzenine
göre olduğunu ve bireylerce sahiplenildiğini söyler (Weber, 1995: 116-117;
2002: 290-292). Çiğdem’in de belirttiği gibi, Weber’in rasyonalite kavramına
başvurması kapitalist ekonomik etkinliği, özel mülkiyeti ve bürokratik otoriteyi
tanımlama
amacına
dönüktür
(1997:
155).
Piyasa
ekonomisinin
genelleştirilmesine yönelik çaba, sadece rasyonel bürokrasinin koşulu
olmayıp, aynı zamanda ekonomik eylemin biçimsel rasyonalitesi için de
gereklidir (Clarke, 1982: 212). Örneğin çalışma sürecinin teknik rasyonel
organizasyonu; bu öncelikle özgül piyasa koşullarında üstün, uygun ve etkili
bir yönetim biçiminin vazgeçilmezliği için gereklidir. Yönetimin bu geniş
kontrolü daha uygun çalışma disiplini ve koşullarını, işçilerin kullanılma
biçimlerini, özgür emeği ve uygun üretim araçlarının organizasyonudur aynı
zamanda.
Dolayısıyla Weber sosyolojisinde ekonomi-siyaset ilişkisi, kapitalist
rasyonelliğin tarihsel özgüllüğü bağlamında ekonomik rasyonalitenin ulusal
varlığa, toplumsal istikrara, ulusun kültürel ve siyasal devamlılığına katkısı
için etik idealle bağlantısı düzeyindedir. Buna göre, dinsel ya da siyasal
fikirlerin ekonomik kurumlar için önem taşıması, onları ekonomik etmenlere
dönüştürmeyip, bunların ‘ekonomiyle’ ilgilerini ifade eder (Clarke, 1982: 204).
4
Bunlar işveren dernekleri, sendikalar, üretici birlikleri ve devlet olabilir.
36
Bu nedenle, Weber çözümlemesinde tarihteki belirleyici unsur ekonomi değil
siyasettir. Çünkü toplumsal ilişkilerin temeli, siyasal meşruiyet sorunu olarak
görülür. Ekonomik olandan toplumsal olana değil, siyasal olandan ekonomik
olana genelleme yapılır. Ekonomi ve siyaset arasındaki bu ayrılıkla birincinin
nesnel, ikincinin öznel ilişkiler alanına ait olduğu ve bu iki alanın birbirlerine
müdahale etmediği sürece demokratik bir ilişki kurulabileceği vurgulanır.
Siyasetin ekonomiye, ya da tersi, müdahalesinin önlenmesi, devletin
işlevlerinin en önemlilerinden biri olup, bu işlevlerin bürokratik niteliğinin
yasal-ussal bir ilkeye dayanması ise kapitalist ilişkilerle uyumu ile ilgilidir.
1.1.3. Weber’de Ekonomi-Siyaset İlişkisinin Görünümü
Weber’in devlet kuramı, modern devletin gelişimini, rasyonel
ekonomik
toplumu,
bu
toplumun
liberal
unsurlarını,
devletin
nasıl
korunacağını ve toplumsal örgütlenmenin yeniden üretimi gibi değerleri içerir.
Şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkının meşruluğu, devletin
yerine getireceği bu işlevlerini gerçekleştirebilme kapasitesi ile ilgilidir. Bu
nedenle, devlet, toplumsal ilişkilerde sanki bir yapı/makine gibi toplumun
uzağında ve bütün topluma aynı tarafsızlıkta duran biçimsel bir örgüt gibi
kavranır.
Devletin ekonomiye özerkliği ise bireyin toplumsal eylemle olan
ilişkisinde ortaya çıkan ekonomi-hukuk ilişkisinin içeriğini oluşturur. Buna
göre, mal ve hizmetler üzerinde dağıtımın kontrolü ekonomik düzenle ilgili
olup, ortaklaşa sınıfsal çıkarları ifade eder. Dağıtımın diğer yönünü gücün
doğası, yani hukukla ilişkisi oluşturur. Dolayısıyla, siyasal alana ilişkin bir
kategori olarak hukuk ve ekonomik düzen kavramları birbiriyle örtüşmeyip,
farklı işlevleri gerçekleştirirler. Siyasal düzen, dünyanın ekonomik yönetimiyle
doğrudan ilgili olmayıp, öznel değerlere göre yapılmış bir şey olarak
kurulduğundan insan davranışının gerçek belirlenimlerinin bir karşımıdır.
Bunun tersine ekonomik düzen, olanla, yani nesnel gerçeklikle ilişkili olup
mantıksal olarak gösterilebilir doğruluk nomlarının setidir (Weber, 1978: 3112). Siyaset ise basitçe ‘zorlayıcı aygıtlar’ının varlığı ile toplumsal ilişkilerin
düzenlenmesini garantiler. Devletin zorlayıcı aygıtlarından biri olarak
37
hukukun rolü, burada piyasa ekonomisinin gelişiminde tahminedilebilir piyasa
ilişkilerinin garantisini sunar (Weber, 1978: 314).
Devletin bu biçimde, biçimsel özelliklerine ağırlık verilerek, kavranması
onun
bu
özelliklerinin
ardında
yatan
tarihsel
nedenlerinin
gözden
kaçırılmasına neden olur. Özellikle söz konusu biçimsel yapıların içerdiği
sınıfsal güç ilişkilerinin analizine dahil edilmemiş olması (Gülalp, 1993: 10),
biçimin ardındaki ilişkilerin görünmez kılınmasının nedenidir. Çünkü devletin
bir yapı olarak siyasal işlevleri ile tanımlanması, ekonomik alandan kendisini
soyutlaması gibi ‘sınıf mücadelesi’ konusundaki rolünü de gizler. Ancak sınıf
mücadeleleri ve bunların tarihteki yeri inkar edilmediği gibi toplumsal ilişkilerin
yeniden üretiminde temel dinamik oldukları da kabul edilmez (Weber, 1978b:
928; Weber, 2002a: 92). Weber’e göre aynı piyasayı, ya da sınıfsal konumu
paylaşanların hepsi, hem maddi varoluş standartlarını, hem de sahip
olabilecekleri kişisel yaşam deneyimlerini nedensel olarak etkileyen benzer
ekonomik zorunluluklara tabidirler. Yani bir sınıf, aynı sınıfsal konumu
paylaşan bireyler toplamını ifade eder. Bu koşullarda mülksüzler ve sadece
piyasa hizmetlerini sunanlar, tıpkı mülk sahiplerinin sahip oldukları şeylere ve
onları kendi ekonomik hedefleri için nasıl kullandıklarına göre ayrılmalarında
olduğu gibi, sunabilecekleri hizmet türlerine göre ayrılırlar5. Sadece mülk
sahipliği temelinde bir araya gelen özel kombinasyonları tarihsel bakımdan
önemli gören Weber, piyasada alınıp satılan bir şey olarak emek gücünü
metaa olarak görmez (Giddens, 2009: 262). Bu, aynı zamanda emek gücü
sahiplerinin, yani işçilerin tarihsel bakımdan önemli bir dinamik oluşturmadığı
anlamına gelir. Weber’e göre birey grupları, farkında olmadan ve ortak
sınıfsal çıkarlarını geliştirmek için örgütlenme yoluna gitmeden ortak bir
sınıfsal konumu paylaşabilirler. O’na göre sınıf mücadelelerine yönelten
faktör, her zaman mülkiyet dağılımındaki belirgin eşitsizlik değildir. Çünkü
sınıf çatışmasının ortaya çıkma ihtimali, sadece yaşam fırsatlarının eşitsiz
dağılımı kaçınılmaz bir olgu olarak algılandığında yüksektir. Tarihin birçok
5
Weber, Marx gibi mülk sahipliği ve mülksüzlük karşıtlığının rekabetçi piyasadaki sınıfsal
ayrışmaların en önemli temeli olduğunu kabul eder. Ayrıca mülk sahipleri, rantiye sınıfı ve
girişimciler ayrımı yaparken Marx’ı izler. Girişimci sınıfları da mülk sahibi ve ticari sınıflar olarak
ikiye ayırır.
38
döneminde negatif avantajlı gruplar, kendi alt konumlarını meşru kabul
ederler (Giddens, 2009:263). O’na göre, bir toplumda işbölümü tarafından
belirlenen toplumsal sınıfların yanı sıra etnik, dinsel, yöresel, kültürel,
mesleksel, siyasal vb. kollektiviteler de bulunmaktadır (Weber, 1995: 116117). Bu nedenle sınıflar ortak, ulusal ekonomik çıkarı sürdürmek için
bireylerin birleşmesi sonucu oluşmaktadır. Sınıf terimi, bu yüzden ekonomik
durumdan çıkarsanan ortak bir çıkarı ifade etmektedir (Weber, 1978: 302305).
Buna göre statü grupları, sınıfların aksine tarihsel gelişmenin birçok
evresinde hayati bir öneme sahip olup, piyasanın işleyişini doğrudan
etkileyerek sınıfsal ilişkileri etkileyebilmiştir. Bunun tarihsel örneği piyasanın
yönetimine bırakılan ekonomik alanlara sınırlama getirilmesidir (Giddens,
2009: 266).
Ekonomi siyaset ikiliği bakımından bunun anlamı, iktidar ilişkilerinin
kurumsallaşmış biçimi olarak ifade edilen devletin, hiçbir grubun, sınıfın ya da
kollektivitenin denetiminde olmadığıdır. Bundan ziyade, sınıfsal gruplar
arasındaki yarışmanın amaca yönelik aracı konumunda olduğudur. Başka bir
ifadeyle, devletin sınıflar karşısındaki tarafsızlığının düzenleyici işlevi ile
ilişkilendirilmesidir. Devlet-toplum ilişkilerinin bu biçimde; çatışma olarak değil
de uzlaşma üzerine kurulduğu bir yapıda devletin temel düzenleyici işlevi ise
bu uzlaşmayı sağlayacak biçimde meşru şiddet tehdidi ile katı bir şekilde
örgütlenmiş olmasıdır (Clarke, 1982: 218). Bir siyasal organizasyonun üyesi
olarak birey/özne ise kurulmuş düzen içinde bir bölgede sürdürülen şiddet
tehdidinin muhatabı konumundadır. Devletin bu işlevi, toplumsal özneler
üzerinde meşru şiddet tekelini elinde tutan tek kurum olması nedeniyle,
sınıflar üzerinde sağladığı geniş kontrolle birlikte onların apolitizasyonunu ve
depolitizasyonunu, yani siyasal süreçleri etkilemelerini önlemeyi de amaçlar.
Kapitalist rasyonel örgütlenmenin en akılcı seçenek olarak sunulması ve
olası alternatiflerin önlenmesi, böylesi bir yapıda toplumsal ilişkilerin
depolitizasyonunun desteklenmesine katkı sağlar.
39
Weber’in bürokratik örgütlenmeye ilişkin makinenin denetiminin6 yapıyı
özne’den öne geçirdiği duruma ilişkin rahatsızlığını belirtmesine rağmen,
bunun yine de ideal’e en yakın sistem olduğunu, bunun dışında başka bir
rasyonel sistem olamayacağını belirtmesi ise toplumsal ilişkileri dondurur.
Callanicos’un da ifade ettiği gibi, O’na göre giderek daha çok bürokrasinin
egemenliğine giren bir dünyada sosyalist devrimin yeri yoktur (2007: 262263). Akılcı biçimde düzenlenmiş bir toplumsal yapıya ulaşmayı sağlayacak
en yakın model burjuva toplumudur. Modern liberalizm ise bunun en iyi
örneğidir. Varolan modernliği kökten iyileştirecek bir toplumsal devrim
umudu, yalnızca bir yanılsamadan ibarettir (Callanicos, 2007: 93-94). Çünkü
modern devletin karşılaştığı en büyük sorun, kapitalizm ya da sosyalizm
arasında bir seçim yapmak değil, otoriteyi paylaşmada siyasetçiler ile
bürokratlar
arasında
bir
dengenin
kurulamamış
olduğu
durumdur.
Bürokratikleşme ve tahakkümün uzmanlaşmış seçkinlerin eliyle artması
durumunda bunun tekrar dengeye oturması, iktidar mücadelesi sonucunda,
yani siyasal alanın sorumluluğunda gerçekleşecektir (Swingwood, 1998:
368). Dolayısıyla Weber’e göre gerçek sınıfsal çatışma, bürokratlar ve
siyasetçiler, yani statü grupları arasındadır. Bir devletin karşılaşabileceği en
önemli sorun, bu iki sınıfın görevlerinin alanına giren konulara el atmasıdır.
Bu
nedenle
yönetim-siyaset,
ekonomi-siyaset
alanlarının
birbirlerine
özerklikleri katı sınırlarla çizilmelidir. Başka bir ifadeyle, bürokrasi-demokrasi
karşıtlığı ile yönetici ve siyasetçilerin görevlerinin farklılığı vurgulanmakta ve
bu farklılık bürokrasinin kapitalizmin rasyonel doğasının en önemli özelliği
olması nedeniyle uzmanlık gerektiren bir iş ve nesnel hareket etmesinin
zorunluluğunu ifade etmektedir (Akbulut, 2005: 58).
Dolayısıyla
Weber’de
modern
devletin
biçimsel
görünümünün
analizinin yapılmamış olması, kapitalist toplumsal biçimin içsel çelişkilerinin
gizlenmesine neden olur. Örneğin, kapitalizm rasyonel işleyişin en yüksek
biçimi olarak görüldüğünden dönemsel krizleri ve dalgalanmaları gibi
6
Weber, var olan gerçekliğe uyum sağlama, araçları ve amaçları uyumlaştırmaya çalışarak araçsal
olarak hesap yapma girişiminin zorunlu olarak bizi ‘demir kafes’ in içine sokacağını, ancak bundan
kaçmak için dünyayı koşulsuz olarak reddetmemiz gerektiğini (Callanicos, 2007: 262-263),
dolayısıyla kapitalist toplumsal ilişkilere alternatif olmadığını belirtir.
40
sorunlarının
olmadığı
varsayılır.
Krizlerin
nedeni,
rasyonel
işleyişin
bozulması, yani siyasetin ekonomiye müdahale etmesi yüzündendir. Bu
nedenle, rasyonel işleyişin en önemli özelliği siyasal, yönetsel ve ekonomik
alanların
ilişkisel
değil
özerk
konumlanmasıdır.
Böyle
bir
rasyonel
örgütlenme, kendi kendini düzenleyen bir ekonomi anlayışını ve siyasal
kurumlardan bağımsız bir toplum kavramını ifade eder. Siyaset ve ekonomi
arasına çekilen bu katı özerklik nedeniyle herhangi bir müdahale sözkonusu
olamayacağından krizler de olmayacaktır.
Modern dünyada bürokratikleşmeye başka bir alternatif olmaması ise
siyasal tercihlerin nasıl yansıtılacağının sınırlarını çizer. Buna göre, siyasal
topluluğun varlığı olarak devlet, devlet yönetimini etkilemeye yönelik
eylemlerin siyasal partiler kanalıyla gerçekleşmesi için yasal kurumsal yapıyı
kurar. Siyasal ve dinsel sorunların ekonomik olanla ilişkisinin özerkliği
nedeniyle siyasal eylem, doğrudan kendi amacı içinde siyasal gücün
başarılmasıya
ilgilidir.
Yani
siyasal
eylemin
ekonomik
bir
amacı
bulunmamaktadır (Clarke, 1982: 218). Devlet, toplumsal sınıflar ve gruplar
üzerinde nesnelliği ya da tarafsızlığı sağlamakla sorumlu olduğundan, bu
sınıflar devletle karşı karşıya geldiklerinde ekonomik bir kategori olarak
görünmezler.
Clarke’e göre, Weber’de politik ve dinsel eylemlerin dolaylı ekonomik
etkilerinin
olabilmesine
rağmen,
bunların
ekonomik
amaçlı
olmadığı
yönündeki varsayım hatalıdır. Weber’in bu eylemleri ekonomik değil de,
‘ekonomik biçimde akılcı’ olarak düşünmesi, ekonomik eylemin yasal ve
politik düzenin varlığına bağlı olmasına rağmen, toplumsal düzenden
soyutlanmış biçimde sunulmasının meşrululuğu nedeniyledir (1982: 208-9).
Benzer
biçimde
Gülalp’da,
kapitalist
sınıf
ve
rasyonel
bürokrasinin
kapitalizmin kuruluşunun unsurları olduğunu ve bu nedenle de birbirlerine
nesnel olarak bağlandıklarının Weber analizinde açıklanmadığını belirtir
(1993: 13). İdeal tipler inşaası ise ekonomi siyaset kategorilerinin birinden
diğerine soyutlanmasının formülasyonu gibidir. Gerçekte ekonomik, politik ve
dinsel özerklik eyleminin sürdürülmesi bunların aralarındaki ilişkilerin
biçimlerinin içeriği hakkında bir şey söylemez. Ancak kiliseler, devletler,
41
siyasal partiler v.b. kendi varlıklarını sürdürebilmek için ekonomik eylemle
ilişkili olmak zorundadırlar. Kendi politik ve dinsel sonuçları için ekonomik
hayata müdahale edebilen bu kurumlardan örneğin bir kartel, siyasal tercihte
bulunabilir, bir sendika yasal koruma isteyebilir ve bir siyasal parti dinsel
onaya ihtiyaç duyabilir. Finansörler sempatilerini yükseltmek, sanayiciler
onları rekabetten korusun diye ve sermaye sahipleri işçi sınıfı üzerinde baskı
kurabilmek için devleti destekleyebilirler (Clarke, 1982: 218).
Sonuçta Weber’in tarih yorumu amaçsal olup, dünyanın Avrupa
dışındaki kalan kısmı için bir şey söylemez. Bu Avrupa merkezci yaklaşım,
tarihsel gelişmelerin her zaman ve önceden kapitalist örgütlenme amacına
varılacak yola işaret ettiğini, farklı toplumsal biçimler arasındaki farklılıkların
da bu tek tarihsel hedefe ulaşma çabasını yansıttığını ortaya koyar (Wood,
2003: 179-180). İdeal tiplerle kurduğu yapısal çözümleme, modern kapitalist
toplumsal gerçekliğin kurumlarına dayanarak tüm tarihin yorumlanması
iddiasını taşır. Bunu ideal toplum yapısı olarak kabul edilen modern topluma
ulaşmanın yolunun bu toplumları izlemekten geçtiği izler. Bu, kapitalist
toplumsal biçime ulaşma arzusunda olan azgelişmiş ülkelere modernleşme
kuramı ile yansıyarak, bu ülkelerde kalkınma kuramlarına eşlik eder ve
geleneksel toplumların bir gün modernleşeceği varsayılır.
1.2. EKONOMİ-SİYASET AYRILIĞININ BELİRGİNLEŞMESİ: NEOLİBERAL
DEVLET TEZLERİ
Devletin toplumsal alandan “geri itilmesi”yle gerçekleşeceği düşünülen
‘serbest’ ve ‘adil’ bir piyasa düzeni için bu iki alanın yeniden yapılanmasını
zorunlu gören neoliberalizm, ‘bireycilik’, ‘özgürlük’, ‘kendiliğinden doğal düzen
ve piyasa ekonomisi’ ve ‘hukukun hakimiyeti ve sınırlı devlet’ gibi klasik
liberalizmin (Yayla, 2002: 149), temel ilkelerinin güncellenmiş biçimi olarak
yorumlanabilir. 1970’lerin derin ekonomi-politik ve toplumsal krizlerini devletin
sosyo-ekonomik alanda yüklendiği işlevlerinin sonucu olarak gören yaklaşım,
devletin işlevleri ve doğası ve onun toplumla olan ilişkileri üzerine çeşitli
tez’ler ileri sürer. Bu nedenle çalışmanın bu kısmı, kapitalist devletin
neoliberal
devlet
biçiminde
bu
temel
tezler
üzerine
tartışmayı
42
amaçlamaktadır. İlkin neoliberal yaklaşımca toplumsal gerçekliğin iki ayrı
düzeyi olarak görülen devlet ve piyasanın birbirlerine karşıt olduğu iddiasının
aksine,
kapitalist
ilişkilerin
bu
iki
temel
kurumunun
birbirinden
soyutlanamayacağı üzerinde durulacaktır. Bunu yaparken hem klasik
liberalizmde, hem de Weber’de toplumsal ilişkilerin bireyden hareketle
incelendiği metodolojik bireycilik ve “özgürlük” temel ilkelerinin devlet-piyasa
ilişkisi bakımından ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır. İkinci başlıkta
neoliberal ideolojinin devlet ve piyasanın karşıt iki düzey olduğu temel savına
dayalı serbet piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde, devletin yasanın
kuralı’nın uygulayıcısı olarak piyasa için vazgeçilmez bir önemde olduğu
üzerinde durulacaktır. Klasik liberalizmin ‘kendiliğinden doğal düzen ve
piyasa ekonomisi’ ile ‘yasanın hakimiyeti’ ilkeleri, ‘minimal’ güçlü devletin
düzenleyici işlevinin piyasa düzeninin yeniden üretimi bakımından önemi göz
önünde bulundurulacaktır. Son başlıkta ise yasanın kuralı’nın uygulayıcısı
olma işlevi ile ‘zor’ kullanma tekelini elinde tutan devletin piyasa düzeninin
sürdürülmesi için farklı toplumsal güçlerle arasındaki ilişkileri üzerinde
durulacaktır. Bu anlamda, özellikle siyasal karar alma süreçlerini etileyecek
muhalif
toplumsal
güçlerin
siyasetten
uzaklaştırılması
anlamında
apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin de güçlü ve etkin bir kurumu
olarak kapitalist ilişkilerin yeniden üretimindeki işlevinin altı çizilecektir.
1.2.1. Neo-Liberalizm ve Devlet-Piyasa Karşıtlığı Tezi
1970’lerin ortasından itibaren ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden
yapılanmasının yönünü biçimlendiren neoliberalizm, bir ideoloji olmasının
yanı sıra serbest piyasa, özel mülkiyet, piyasa niteliği ve piyasa oyuncularının
davranışları hakkındaki varsayımlarıyla klasik politik ekonominin bilimsel
temellerine dayanır. 1945 sonrasında Avusturya Okulu’ndan Friedman,
Hayek ve Nozick gibi düşünürlerin çalışmalarıyla klasik liberalizm 7 içinden
7
Hayek piyasa düzeninin ortak amaçlara değil, mutekabiliyete, yani katılanların karşılıklı yararları için
farklı amaçların uzlaşmasına dayandığını belirtir. O’na göre piyasa düzeninin tarihsel kaynakları,
Anglo-Sakson geleneğinin temsilcisi İngiliz liberalizmine dayanır. Bu, bütün kültür ve zihin
fenomenlerinin evrimci bir yorumunun ve insan aklının sınırlı olduğunu ifade eder. Ancak KıtaAvrupası liberalizmi, insan aklını medeniyeti dizayn etmeye muktedir gördüğü, geleneği küçümsediği
43
Locke felsefesinin bireysel özgürlük, özel mülkiyet ve sınırlı devlet gibi
ilkelerinin (Erdoğan, 2002: 104) devlet-piyasa ilişkilerini açıklarken yeniden
güncellenmesidir. Locke’da yaşama, özgürlük ve mülkiyet hakları içiçe olup
bu hakların kaynağı devlet’te değil doğal hukuk’ta bulunur (Yayla, 2002: 42).
Tek kollektif eylem biçimi olan ‘toplum sözleşmesi’yle oluşan devlet/siyasal
iktidar ise yasa yapma, bunları uygulama ve toplumu dışarıdan gelecek
şiddet eylemlerine karşı koruma ve ortak çıkarı sağlama gücüne sahiptir
(Didier, 2009: 64). Kaynağını doğal hukuk’tan alan temel hakların güvenceye
alınması için kurulan siyasal iktidarı, bireyden hareketle ve halkın rızası ile
tanımlayan Locke’da en temel hak, geniş anlamda mülkiyet hakkıdır. Devletin
asli işlevi ise bu en temel hak olan mülkiyet hakkının korunması olduğundan
devletin varlık nedeni, mülkiyetin korunması olarak ifade edilebilir (Cevizci,
2007: 317). Devletin ‘doğal durum’dan ortaya çıkmasının kaçınılmaz
olduğunu vurgulayan Nozick, doğal durumdaki insanların siyasi otoritenin
kurulmasından önce gelen ahlaki özneler olduğunu belirtir. Buna göre,
kurumsallaşmış bir siyasal iktidarın var olmadığı “doğal durum”daki bu ahlaki
bireylerin eylemleri ile meşru bir devletin oluşumu sağlanmıştır. Birey
haklarını koruma göreviyle sınırlı bu devletin yapılma sürecinde ‘toplum
sözleşmesi’, bireysel veya kolektif irade tarafından tasarlanarak değil
“görünmez el” aracılığıyla kendiliğinden işleyecektir (Erdoğan, 2002: 100)
Piyasanın da ‘görünmez el’ aracılığıyla kendiliğinden işleyeceğini
savunan bu düşünürler, toplumcu değil bireyci, pozitif değil negatif
özgürlükçü, yaygın müdahaleci ve baskıcı değil, sınırlı ve sorumlu devletçi
olup, yeniden dağıtımcı sosyal adalet anlayışına karşı çıkarak, adaletin en iyi
şekilde
piyasa
ekonomisi
içinde
kendiliğinden
gerçekleşeceğine
için eleştirir. Buna göre geleneğe saygılı İngiliz liberalizmi, bütün bilginin ve bütün medeniyetin
geleneğe dayandığını kabul eder. Kıta Avrupası, akla herhangi bir şekilde sınırlamalar konulmasını
istemez ve aklın belirli somut düzenlemelerin arzu edilebilirliğini kanıtlamaya muktedir olduğuna
inanır (Hayek, 1993: 122; Hayek, 2005: 45, 1993: 137). Bu nedenle Hayek’e göre devlete asli
işlevlerine ek olarak sosyo-ekonomik işlevler yükleyen Kıta-Avrupası yaklaşımı birey ‘özgürlük’lerini
kısıtladığı, piyasanın kendiliğinden doğal düzenini aksattığı için tercih edilmez. Nitekim 1980 sonrası
kapitalist ilişkilerin dönüşümünün bir görünümünün de Kıta-Avrupası liberalizminden Angla-Sakson
olanına doğru bir tercih yönünde olduğu söylenebilir.
44
inanmaktadırlar (Yayla, 2002: 28). Bu nedenle Hayek’ e göre bir “genel ilkeler
sistemi” ya da bir “ideoloji” olarak tanımlanan liberalizmde temel ilke; hizmet
sunan bir organizasyon olarak devletin faaliyet alanı ne olursa olsun, yaptırım
gücü olan bir kurum olarak belli nitelikere sahip yasalarla sınırlandırılması
gerektiği üzerinedir (Yumer, 1993: 110). Bu yasaların nitelikleri ile ilgili bir
kuram olan liberalizm, liberal bir eşitlik kuramının uygulanması için yeniden
dağıtıma yönelik vergilendirme politikalarının kullanımına karşı çıkarak
serbest piyasanın doğuştan adil olduğu savunusundadır (Kymlika, 2004:
141).
Yöntemsel
olarak
Weber’le
benzer
kavrayıştan
hareket
eden
Avusturya Okulu, politik ve ekonomik analizde pozitivist bilimi eleştirerek
sosyal bilimlerin sadece ölçülebilene önem vermesini kusurlu bulur. Buna
göre, bir piyasa süreci çalışmasının birçok bilinmeyen ve ölçülemeyen
değişkeni gerektirmesi örneğinde olduğu gibi, sosyal bilimler göreceli ve
yoruma açıktır. Weber’in bireyin eylemlerinin ‘maksatlı’ ve ‘maksat dışı’
niteliği ile uyumlu olacak biçimde, toplumsal yapıların bireysel eylemlerin
piyasa ve özel mülkiyet gibi ‘maksat dışı’ sonuçlarının olduğunun ileri
sürülmesi (Dunleavy, O’Leary, 1999: 91; Ashford, 1993: 25), liberalizmin
bireyciliğinin metedolojik bireycilik olduğunu gösterir. Burada birey; belirsiz,
ihmalkar ve ön plandaki beklentilerini sergiler göründüğünden insan
kapasitesinin sınırlı olabileceği üzerinde durulur. Eylemin ‘maksat dışı’ oluşu
ise bireyin mükemmel olmayan bilgisinin bir sonucudur. Birey eylemi
sonucunda oluşan, ancak bireyin sınırlı kapasitesi nedeniyle herhangi bir
dizaynın sonucu olmayan, kendiliğinden oluşan toplumsal yapıların varlığı bu
okul içinde geleneği savunan eski muhafazakârlığın 8 da yeni bir biçimini ifade
eder (Dunleavy, O’Leary, 1999: 92). Benzer biçimde Hayek de toplumun,
insanın bilinçli eylemi sonucunda belirlenmiş amaçlı bir oluşum olmadığını
belirtir. Buna göre insan işbirliğinin gelişmiş düzeni kapitalizm, insan
8
Liberal ve muhafazakar kökenli karşıt iki yaklaşımın bileşenlerinden çıkan ve “yeni sağ” olarak
ifade edilen bu siyaset tarzı, neoliberalizm ve neomuhafazakarlık kavramlarını birbirine yakınlaştırır.
Avusturya Okulu düşünürlerinin çalışmalarında da sıkça vurgulandığı gibi; neoliberal tanım öncelikle
bireysel özgürlükle ilgilenirken, neomuhafazakarlar geleneksel değerlerin yeniden değerlendirilmesine
odaklanmaktadır (Ashford, 1993: 19).
45
tasarımından ya da amaçlı eyleminden kaynaklanmayıp, doğal bir sürecin
sonunda ortaya çıkmıştır. Planlanmamış ama yine de yapılmış kurumlar
olarak dil ve piyasa da buna örnektir (Hayek, 2005: 45)9. Hayek’in aynı
isimdeki çalışmasında da belirtildiği gibi;
“..özgürlük politikası, bilinçli eylemden uzak, yönü tayin edilmemiş ve
kendiliğinden vuku bulan bir şey” (2005: 57).
Nitekim liberalizmde birey, temel varlık olduğundan bireye toplumdan
ve diğer kolektif bütünlerden daha fazla değer verilir (Yayla, 2002: 151).
İnsan eylem ve davranışlarının incelenmesine bireyden başlanması, zaten
sınıf ve toplum gibi bireyin dışında ve üstünde olduğu varsayılan kolektif
bütünlerin varlığının reddini ifade eder. Çünkü soyut bir kavram olan sınıf,
seçimde bulunamaz, biriktiremez, tüketemez veya yatırım yapamaz. Bunun
yanı sıra, seçimlerin bireylerce onların tercihleri ve zevklerine göre yapılması
da bir metaanın ya da eylemin değerinin göreceli olduğunu, diğer
bireylerinkinden farklı olduğunu ortaya koyar. Bunun anlamı farklı bireyler
tarafından farklı değer tavırlarının olabileceği ve nesnelerin gerçek değere
sahip olmadığıdır (Ashford, 1993: 25; Dunleavy ve O’Leary, 1999: 88).
Toplumun ontolojik temelini bireyde gören, toplumsal sorunların
çözülmesinde bireysel girişim ve bireyin seçim özgürlüğünü en temel değer
olarak gören liberalizmin ikinci temel ilkesi olan ‘özgürlük’ ise bireyin
dışarıdan gelen keyfi bir zorlama olmaksızın davranabilmesi anlamında
genelde ‘negatif özgürlük’le ilişkilendirilir (Yayla, 2002: 163-164). Ilımlı ve
refah devletçi sosyal teorilerde vurgulanan, bir şeye karşı özgürlük anlamında
pozitif özgürlükten ziyade, liberaller bir şeyden özgürlük anlamında negatif
özgürlüğü savunur. Buna göre bireysel seçim özgürlüğü, en iyi serbest
piyasa düzeninde gerçekleşeceğinden devletin sosyo-ekonomik alana
müdahalesi bu özgürlüğü kısıtlayacağı gerekçesiyle reddedilir. Örneğin
devletin piyasa üzerindeki yerini ve etkisini sorgulayan Hayek, ekonomideki
devlet etkinliğinin bireysel özgürlüklere zarar vereceğini bu nedenle, devletin
9
Hayek iki farklı liberal anlayıştan İngiliz geleneğini tercihinde olduğu gibi, ‘özgürlük’ teorisi
bakımından da deneysel ve kendiliğinden olduğunu ifade ettiği İngiliz geleneğini bir ütopyanın
inşaasını amaç edinme biçiminde açıkladığı Fransa geleneğine tercih eder. Buna göre Fransız geleneği
rasyonalist, ikna edici ve mantıki içerikli iken İngiliz geleneği amaçsal niteliktedir (Hayek, 2005: 45;
1993: 137).
46
piyasalara müdahale etmekten vazgeçmesi gerektiğini belirtir (2004). Mises’e
göre ise ekonomik özgürlükle genel olarak özgürlük içiçe olup, ekonomik
özgürlüğün olması piyasa ekonomisinin varlığı demek olduğundan, piyasa
ekonomisi kaldırıldığında bütün siyasal özgürlükler de son bulacaktır (Mises,
Human Action, akt: Yayla, 2002: 280). Piyasa ekonomisinin insanların
özgürlüğünü nasıl sağladığı sorusunun cevabı ise herkesin piyasada dilediği
işte çalışabileceği iddiasındaki rekabetçi sistemdir. Bu sistemde ‘bırakınızyapsınlar’-‘bırakınız geçsinler’ ilkesi ve arz/talep kuralına dayalı serbest fiyat
mekanizmasının ‘görünmez el’i ile düzenlenen piyasa aracılığıyla her bireyin
peşinde koştuğu kişisel çıkarlarını gerçekleştireceği ileri sürülür. Bu aynı
zamanda, bütün toplumun sosyal refahının maksimize edilmesi için
kaynakların bölüşülmesinin de en etkili yoludur (Smith, 2004: 71-73). Bu
nedenle Hayek, dağıtımcı adalet işlevine ve sosyal adaleti sağlama çabasına
girişen bir devletin, zorunlu olarak bireyin haklarını ihlal edeceği varsayımı ile
ekonomik alandan tamamen çekilmesini ve piyasanın kendi işleyişine
bırakılmasını savunur (2004). Nitekim klasik liberalizmin temel ilkelerini
yeniden güncelleyen neoliberalizmin temel eleştirisi, liberalizmin siyasal
olarak kabul edilebilirliğine inanan ve devlet müdahalesine ekonomik ve
toplumsal düzeylerde geniş olanak tanıyan Keynesyen politikalaradır
(Gamble, 2001: 130).
Dolayısıyla,
ekonomi
politik
bakımdan
neoliberalizm
ekonomik
yaşamda devlet müdahalesinin en aza indirilmesini, tüm ekonomi içinde
kamu sektörü payının azaltılmasını ve ekonomik ilişkileri kendi ‘yasaları’na
tabi kılmayı öngören programın adıdır. Ekonomi ve siyaseti ayrı ilişki
düzeylerinde ele alan liberalizm, bu ayrılığa bağlı olarak devletin ekonomiye
müdahale etmesinden sonra bu müdahalenin toplumsal, ekonomik ve siyasi
sonuçlarını gideren düzenlemeler önerir. Belirli bir ekonomik örgütlenme
tipinin ‘iyi’ olarak idealleştirildiği liberalizmin, neoliberalizm aşaması ise
idealleştirilmiş bir ‘piyasa ekonomisi modeli’ ve ‘tam rekabetçi kapitalizm’
biçimine bürünerek (Köker, 1987: 69), devlet-piyasa karşıtlığı biçiminde
konumlanmaktadır. Neoliberalizme göre serbest piyasa ve birey ‘özgürlüğü’
ile verimlilik, etkililik, büyüme ve yaygın refah kendiliğinden gerçekleşecektir.
47
Piyasanın bu nitelikleri üstlenebilmesi ise ‘devletin sınırlarının geri itilmesi’yle
genişleyen ekonomik alanın rasyonalize edilmesi ve parasalcı politikalarla
piyasa ilişkilerinin genişlemesine dayalı Thatcherism ve Reaganism gibi yeni
ekonomi-politik biçimlerin varlığını gerektirir (Larner, 2000: 36). Gamble, bu
biçimlerin hem politik ekonomi biçiminin, hem de ideoloji olarak neoliberalizm
formunda
değişmesi,
yeniden
“üçüncü
canlanmasının
dünya”da
sosyal
demokrasinin
yörüngesinin
“kalkınma”
alternatiflerinin
solması
ve
SSCB’nin çöküşü gibi etkiler nedeniyle olduğunu söyler (2001: 127). Savaş
sonrası dönemin yeniden inşa süreci ile bağlantılı “kalkınmacı devlet” ya da
Keynesçi refah devleti dönemi, yeniden bölüşüm aracı olarak sistemli bir
maliye politikası uygulamasına ve piyasanın aksaklıklarına çözüm getirmek
amacıyla makro ekonomik düzenlemelere dayanıyordu. Özgül bir kapitalist
üretim biçimi olarak finans sermayesinin üretim sermayesi üzerindeki
baskınlığı ile karakterize neoliberalizm ise küresel kapitalist birikimin
hızındaki yavaşlamanın neden olduğu 1970’lerin krizine alternatif olarak
ortaya çıkmıştı. Bu anlamda neoliberal yeniden yapılanma ekonomik, siyasal,
toplumsal ve ideolojik düzeylerdeki dönüşümlerin zorunluluğunu krizden
çıkmanın tek çaresi olarak görür. Devletin sosyo-ekonomik alanda artan
düzenleyici işlevinin krizlerin nedeni olarak görülmesi ise ekonomi ve siyaset
ilişkilerinin de bu süreçte birbirinden katı sınırlarla ayrılacak biçimde yeniden
yapılanmasını önerir. Devlet-piyasa karşıtlığının derinleşmesinin temel
gerekçesi, devletin ekonomik ve toplumsal faaliyetlerdeki müdahaleciliğinin
en aza indirilerek, emek ve mali piyasaların kendi haline bırakıldıklarında
daha yaratıcı ve üretken olacağı savunusudur (Navarro, 2006: 27). Başka bir
ifadeyle neoliberalizmin bu ilk aşaması, serbestleştirme ve metaalaştırma
yoluyla serbest piyasa mantığının yayılması anlamında Keynesci ve
“kalkınmacı devlet” siyasi matrisinden geri adım atılmasını, emek piyasasının
düzenlemelerden arındırılarak esnek hale getirilmesini ve piyasanın siyasal
kısıtlarından etkilenmesini engelleyen politikaları ifade eder (Munck, 2005:
111). Washington Konsensüsü ile netlik kazanan bu politikalar paketinde, bir
dizi ekonomik reform arasında özellikle özel mülkiyetin garantisi olarak
yasanın rolü vurgulanır. Konsensüs’e göre reformlar, serbest piyasa yasasını
48
destekleyen bir modeli beimsemekte olup, mülkiyet haklarının korunması ve
değişimi gibi neoliberal değerler etrafında biçimlenmelidir (Glinavos, 2008:
1088). Nihai olarak da devletin serbest piyasanın işleyişinin garantisi,
sözleşme yasası ve mülkiyet haklarının korunmasındaki rolü dışındaki
işlevlerinin
tümünün
rededilmesi
gerektiği
belirtilmektedir.
Devletin
müdahaleci niteliğinin sivil toplum ve piyasanın gelişiminde en büyük engel
olarak görülmesi, onun “minimal devlet” formülü ile asli görevlerine dönmesini
gerektirmektedir. Çünkü liberallere göre en büyük tehlike, müdahaleciliği
abartan, ekonomik planlamayı ve soyut bir kamu yararı geliştirme amacını
amaç edinen hükümetlerdir (Yayla, 2003: 171).
1990’larda başlayan neoliberalizmin ikinci evresi ise ‘devletin geriye
itilmesi’nin ötesinde, toplumsal alana nüfuz edici sosyal güvenlik, kamu
yönetimi reformu ve kentsel reform gibi yeniden yapılanma politikalarıyla
tekrar ‘öne çıkarılması’na sahne olunması biçimindedir (Munck, 2005: 111).
Post-Washigton Konsensüsü ile karakterize ikinci dönem, devletin piyasa
işlevleri için önemini özellikle vurgulamakta ve piyasa mekanizmasının
devletin kendi işlevselliği, yani kendi yeniden üretimi açısından önemine
dikkat
çekmektedir.
Glinavos,
kalkınma
teorilerinin
Washington
Konsensüsü’nün eleştirisiyle devlet-piyasa ilişkisi karşıtlığında ters biçimde
sunulduğunu, fakat diyalektik olarak devlet ve piyasanın birbirlerini karşılıklı
destekler biçimde varolduklarını belirtir. Post-Washington Konsensüsü’nde
örneğin, demokratik anlatımın altını kazan neoliberalizmin varsayımlarının
aşılması
ihtiyacı
ve
ekonominin
kontrolünde
demokratik
politikaların
getirilmesi için (2008: 1093), devletin düzenleyici gücü piyasa lehine
desteklenmiştir. Dolayısıyla emek-sermaye arasındaki çelişkili ilişkilerin
mücadele alanı olarak devlet, Bonefeld’e göre neoliberal birikimin ilk
döneminde de toplumsal ilişkilere müdahalesi ile piyasada düzenleyici işlevini
sürdürmeye farklı bir biçimde devam etmiştir (2010: 16). Glinavos’un ifadesini
destekleyen bu ifade, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak devlet ve piyasanın
devlet ve piyasa karşıtlığı biçiminde ayrılamayacağına dikkat çeker.
Neoliberal yeniden yapılanmanın kapitalist toplumsal ilişkilerin temel
kurumları olan ekonomi ve siyaset ya da devlet ve piyasa ilişkisinin sürekli
49
yeniden yapılanması sürecinin bir uğrağı olarak anlaşılması bunu ortaya
koyar. Bonefeld’e göre, “devletin mi piyasaya, piyasanın mı devlete karşı
olduğu?” sorusu yerine, bunların toplumsal ilişkilerin farklı biçimleri olarak
toplumsal oluşumlarıyla ilişkilendirilmeleri gerekir. Çünkü kapitalist devlet,
liberal devlettir ve bu, kavram belirleyen bir kategori olarak sınıfı ve onun
biçimini, yani toplumsal ilişkileri içerir (2010: 15). Radice’in de belirttiği gibi;
“….devlet ve piyasa arasındaki çelişkiler bir yanda, politik ve ekonomik
olarak onların kendi alanlarının faaliyeti ise öte yanda..” dır (2008: 1155).
Nitekim neoliberal ideolojinin ve kapitalist sistemin diğer biçimlerinde sürekli
vurgulanan piyasa ve devletin birbirine karşıt ilişki alanları içinde yer aldığı
tezinin gerçekte hiç de öyle olmadığı, aksine bu iki alanın tarihsel olarak
toplumsal ilişki dinamiklerinin içinde birlikte yer aldığının belirtilmesi
gerekmektedir. Başka bir ifadeyle;
“..politik ideoloji olarak liberalizm, doğallıkla onun hem tarihsel sınırlarını hem
de onun kapitalizmin sömürü karakterini gizlediğini inkar eder” (Radice,
2008: 1155).
Kapitalist devletin sınıf karakterinin gizlenmesi, bu ilişkilerin yeniden
üretiminde ihtiyaç duyulan bir kurum olarak toplumun üzerinde ona tarafsız
bir ideal kurum olarak durmasıyla ilgilidir. Devletin bu özgül konumunun
faaliyetleridir ki kendi kendini düzenleyen piyasa toplumunda onun spesifik
işlevler edinmesini gerektirir. Örneğin neoliberalizmin ekonomi politikalarının
uygulanmasında hukuk ve yasa yapma süreci yeniden yapılanma işlevi için
önemli bir araçtır. Bunun devletin yasa yapma ve yasanın kuralını uygulama
işlevi ile birlikte kavranması, devlet ve piyasanın karşıt konumlanmadığının
anlaşılmasını kolaylaştırır. Glinavos’un da işaret ettiği gibi, neoliberal
ideolojide hangi ekonomik davranışın varsayımlarının yeniden yapılanmanın
yasal çerçevesini belirlediğinin üzerinde durulması, bu ilişkiyi daha görünür
kılar. O’na göre dünya genelinde piyasa liberalizminin geliştirilmesi çabası,
neoliberal politikaların ve istikrar paketlerinin yasal-kurumsal çerçevesini
oluşturmaktadır (2008: 1087-1088). Yasal-kurumsal düzenlemenin kapsamı
ise
piyasa
çerçevesi
politikası
olarak
neoliberalizmin
yaygın
kavramsallaştırması ve piyasaya müdahalenin engellenmesindeki piyasa
vurgulaması olup, sermaye birikiminin küreselleşmesi politikalarıyla görünüm
kazanmaktadır. Rekabet, ekonomik etkililik ve seçimle ilişkili piyasaların
50
ekonomik faaliyetin örgütlenmesinin en rasyonel biçimleri olacağı varsayımı,
bu yasal-kurumsal çerçevenin gerekçesi olarak sunulmaktadır (Larner, 2000:
36). Bu anlamda neoliberal ideoloji, daha fazla piyasa, deregülasyon ve
özelleştirme
merkezli
politikalar
ve
devletin
bunları
etkin
kılacak
düzenlemeleriyle somutluk kazanmaktadır. Bugünün etkili politikası ve
ideolojisi olarak da kalkınmacı/keynesyen refah devletinin neoliberal devlete
dönüşmesinin, ya da yeniden yapılanmasının sonucunun kullanışlı amacı
olarak hizmet görmektedir (Larner, 2000: 39-40). Bunu yaparken de
piyasanın serbestliğini ve rasyonel işleyişini sağlamak için ekonomi, siyaset
alanlarının birbirine soyutlanması noktasından hareket etmektedir. Çünkü
siyasetin ekonomiye müdahale ettiği bir durum verimsizlik ve krizlerle
sonuçlanacaktır. Bu nedenle tıpkı Weber’de olduğu gibi, ekonomik alanın
siyasal etkilerin uzağında kurala dayalı ve teknik ilkelerle biçimlenmesi
gerekmektedir.
1.2.2. Serbest Piyasa Ekonomisi İçin Devletin Vazgeçilmezliği ve
Minimal Devlet Tezi
Yayla, Locke’un ‘doğal haklar’ öğretisinin teorik kurguların ötesinde
gerçekliğe taşındığında ‘kendiliğinden doğal düzenin ve piyasa ekonomisi’nin
temellerini oluşturduğunu söyler (2002: 188). Buna göre, toplum sözleşmesi
ile
siyasi
toplumun
oluşturulmasından
sonra
birey
özgürlüğünün
korunmasındaki en önemli nokta, siyasi yönetime karşı korunma olup, bu
“minimal devlet”i gerektirir. Ne devletin, ne de başka bireylerin müdahale
edemeyeceği bir özel alanın korunması gereği, devletin bireylerin hayatına
yönelik müdahalelerinin sınırlanmasını gerektirmektedir. Sosyo-ekonomik
işlevleri daraltılıp, ‘yasa ve düzen’ işlevi ön plana çıkartılan sınırlı devletle
bireyler mümkün olan en geniş özgürlük alanından yararlanacaktır
(Heywood, 2006: 138). Liberalizmin temel ilkelerinden piyasa sistemi ile aynı
anlama gelen ‘kendiliğinden doğal düzen’, “minimal devlet”in gerçekleşmesi
sayesinde bireyleri kendi bilgilerini kendi amaçları için kullanmakta serbest
bırakan soyut kuralların işleyişini güçlendirecektir. Çünkü buyruklara dayanan
bir örgütlenme veya bilinçli insan eyleminin dizaynı olan düzenlemeler,
51
bireyin üzerinde sınırlandırıcı, özgürlüğünü kısıtlayıcı etkide bulunur (Hayek,
1993: 123). Bu nedenle kendiliğinden doğal düzenin düzenleyici güçlerini,
yani
bireylerin
davranışlarının
düzenliliğini
kullanarak,
bilinçli
bir
düzenlemeyle elde edebileceğimizden çok daha kompleks ve gerçekçi bir
sistem elde edebiliriz. Bilinçli organizasyon düzeninden farklı olarak
kendiliğinden doğal düzenin yol açacağı sonuçlar hakkında bir ortak görüş ya
da anlaşma olmasına gerek yoktur (Yayla, 2002: 189-90). Çünkü
kendiliğinden doğal düzen insan eyleminin ‘maksat dışı’ ve tasarımlanmamış
sonuçları ile ilgili olduğundan herhangi bir özel amaçtan bağımsızdır (Hayek,
1993: 122).
Piyasanın kendiliğinden doğal düzenin işleyişine bırakılmasının yeni
siyasal meşruiyet arayışı ile ‘özgürlük’ kavramını yeniden yorumlayan Nozick,
klasik liberalizmin ‘minimal devlet’ anlayışına geri döner. Buna göre sosyoekonomik işlevlerinden soyutlanmış devlet, liberal ekonominin ‘görünmez el’i
aracılığıyla piyasaya ilişkin bütün düzenleyici işlevlerini yerine getirebilecektir.
Nozick’e göre bütün bireyler, tam bir özgürlük içinde birbirlerinin haklarına
saygılı olur ve piyasa mekanizmasının işleyişine müdahalede bulunmazlarsa
etik açıdan insanı rahatsız edecek sorunlarla karşılaşılmayacak, bütün
sorunlar kendiliğinden çözülecektir (Nozick, 2005). Her bireyin temel haklara
sahip olduğu Locke’cu doğal durumu esas alan Nozick, ‘görünmez el’
sürecinin, herhangi bir bireyin özgül amacı olmasa bile, kaynakların piyasa
ekonomisinde etkin tahsisi gibi toplumdaki bireyler için faydalı sonuçlar
üretebilen bir süreç olduğunu belirtir (Yayla, 2002: 207). Nozick’in
kavramsallaştırmasında mülkiyet hakkı ve özgür mübadele merkezi bir yer
almakla birlikte, piyasa ekonomisi doğrudan savunulmaz. Onun hareket
noktası devlet-piyasa karşıtlığının doğrudan savunusundan ziyade, ‘özgürlük’
ile ‘zor’ arasındaki ayrımdadır (Erdoğan, 2002: 104). Bu
noktada
minimal
devlet’in temel özelliği olan ‘yasanın egemenliği” ve ‘sınırlı devlet’ gündeme
gelir. Buna göre varlığı ve meşruiyeti toplum sözleşmesine dayanan ve pozitif
hukuktan önce varolan doğal hukuk ve doğal haklarla sınırlanmış olan devlet
bunları ihlal ettiğinde meşruiyetini de kaybeder (Yayla, 2002: 203). Liberal
devletin ‘sınırlılık’ niteliği, ‘hukuk devleti’ gereği ‘yasaların egemenliği’ olup
52
devletin yaptırım gücünün soyut ve genel yasalarla sınırlandırılması
nedeniyle devleti bağlayıcı niteliktedir. Burada yasanın kaynağı devlet değil,
devletin varlık nedeni yasaların uygulanmasıdır (Yumer, 1993: 110) .
Birincil işlevi ‘yasa ve düzen’in sağlanması olan devletin, verimliliği
arttırmak için dahi piyasaya müdahale hakkının olmadığını belirten Nozick,
piyasa ve adalet arasında şöyle bir ilişki kurar; ‘yetkilendirme kuramı’na göre
herkesin şimdi sahip olduğu mallarda hakkı olduğu kabul edilirse adil bir
dağılım; insanların serbest değişimi ile gerçekleşecek olan dağılımdır.
Hükümetin bu değiş tokuşu, birinin isteğine aykırı olarak, vergiler doğuştan
engelli
birinin
ekstra
masraflarını
karşılamaya
yönelik
olsa
bile,
vergilendirilmesi adil değildir. Tek meşru vergilendirme ise güvenlik ve adalet
gibi serbest piyasa sistemini korumayı amaçlayan kurumları ayakta tutmayı
sağlayacak geliri elde etmeye yönelik vergilendirmelerdir (Kymlika, 2004:
144). Nozick’e göre esasında devletin koruma hizmetini sadece bedelini
ödeyenlere sağlayan bir konumda olması ultra-minimal devleti ifade ederken,
bedelini ödeyemeyecek olanların bu hizmetten yararlanması minimal devleti
ortaya çıkarmıştır (Erdoğan, 2002: 101). Başka bir ifadeyle adalet10, iç
güvenlik ve ulusal savunmanın yanı sıra bireyler arasında zor kullanımını
önlemek için zorlayıcı bir aygıt olarak devlete ‘şiddet kullanma tekeli’nin
verilmesi (Yayla, 2002: 207), liberalizme özgü olup tıpkı Weberyan anlayışta
olduğu gibi serbest piyasa ekonomisinin sürekliliği ile ilişkili olarak devletin
toplumsal düzeni sağlama işlevi ile ilgilidir. Bu nedenle Nozick, devlet
faaliyetinin kapsamı ve sınırı konusunda meşru devletin asgari büyüklükteki
devlet olduğunu ve koruma ve hukuk düzeninin ötesine geçerek yeniden
dağıtım politikalarını üstlenen devletin birey haklarını ihlal edeceğinden gayri
meşru kabul eder (Erdoğan, 2002: 101). Çünkü ‘meşru şiddet kullanma
tekelini’ elinde bulundurması itibari ile bir ‘zor’ aracı olarak devletin görevi,
piyasaya
ve
bireylerin
piyasa
tarafından
yönlendirilen
faaliyetlerine
müdahalede bulunmak değildir. Aksine bireylerin piyasa ekonomisinin
korunmasına ve düzgün işlemesine yönelik ‘karşı’ eylemlerini önlemektir.
10
“Adalet” kavramı burada iç ve dış güvenliğin sağlanması ya da yasa ve düzen işlevi nedeniyle
verginin sadece devletin bu işlevlerini gerçekleştirmek için alınabileceğini ifade etmektedir.
53
Başka bir ifade ile devlet bireylerin sağlığını, hayatını ve mülkiyetini olası
şiddet eylemlerine karşı koruyarak piyasa ekonomisinin güven içinde
işleyebileceği ortamı yaratmak ve muhafaza etmekle mükelleftir (Yayla, 2002:
195). Hayek’in de belirttiği gibi;
“..özgür bir toplumda devlet pek çok gerekli teşkilattan birisidir- kendisini
üreten düzenlerin teşekkül edebileceği etkili bir çerçeve temin etmek için
gereken, fakat hükümet aygıtına hasredilen ve hür bireylerin faaliyetlerini
belirlemeyen bir teşkilat devletin bu teşkilatı pek çok gönüllü örgütü
kapsayacaksa da toplumları teşkil eden, bireyler arasındaki kendiliğinden
gelişen ilişkiler ağı ve onların meydana getirdikleri çeşitli örgütlerdir” (Hayek,
1997b: 210).
Devletin topladığı vergilerin kamusal eğitim, kamusal sağlık hizmeti
gibi
Rawls’cı11
kendiliğinden
yeniden
doğal
dağıtım
düzenini
politikalarından
sürdürmek
için
ziyade,
(Kymlika,
piyasanın
2004:
153)
kullanılabileceğinden liberalizm; ekonomik eşitlik, yeniden dağıtım ve sosyal
adalet gibi sorunların çözümünü dert edinmez (Ashford, 1993: 27). Çünkü
ekonomik, sosyal ve kültürel sorumlulukların bireylere ait olduğu liberal
kapitalist toplumların yapısı temelden sağlamsa toplumsal sorunlar uyumsuz
bireylerden, onların kusurlu davranışlarından kaynaklanmaktadır (Callanicos,
2007: 464). Ekonomik kararlar en önemli bilgi aygıtı piyasa aklının
kendiliğindenliğine teslim edilmiş olduğundan, bu rekabettçi sistemde bireyler
özgürce
ekonomik
eylemde
bulunacaklarından
herhangi
bir
sorunla
karşılaşmayacaklardır. Liberal yazarlara göre akılcı kararların verilebilmesi
için gereken içsel olarak dağınık bilgi parçalarını harekete geçirebilecek tek
şey, liberal ideolojinin bu merkezsizleştirilmiş bir iletişim sistemi olan
piyasadır (Callanicos, 2007: 347-348). Bu piyasa sisteminde birbirlerinden
bağımsız verdikleri kararlarla ekonomik faaliyette bulunan bireyler, piyasada
bir
araya
gelmekte
ve
ürettikleri
mal
ve
hizmetleri
birbiri
ile
değiştirmektedirler. ‘Görünmeyen el’ tarafından örgütlenen ve dengelenen bu
bir araya geliş doğal bir uyumluluk ve bütünleşme göstermektedir (Smith,
2004: 68-69). Ancak ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesinin belirsizleştiği durumlarda
11
Rawls ve Nozick’in adalet anlayışları üzerine bir karşılaştırma için bkz: Beriş, H.E. (2002), “Çağdaş
Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls ve Robert Nozick”, Liberal Düşünce, Yıl, 7, S.28, ss
197-215.
54
kollektif çıkarların kolay incinirliliği, neoliberal birikim rejiminin 2008’de Banka
endüstrisinin ‘devletin geri getirilmesinde’ tereddüt etmemesinde olduğu gibi
güçlü devletin korumasına ihtiyaç duymaya devam eder. Bonefeld bunun bu
sefer finansal kayıpların sosyalleştirildiği, borçların garantilendiği ve özel
karların
korunduğu,
zenginliğin
büyük
yeniden
dağıtımının
emekten
sermayeye eşitlendiği bir amaç için olduğuna dikkat çeker ( 2010: 15-16).
Kendiliğinden doğal düzenin işleyişinin, hukukun kuralını uygulayan
devlet anlamında, ‘yasanın egemenliği’ ilkesiyle garantiye alınması, aynı
zamanda toplumsal güçler üzerinde devletin etkililiğinin artışını ve ‘bekçi’
devlet’ işlevinin ön plana çıkmasını ifade eder. Devletin bu birincil işlevini
gerçekleştirmesi, ‘meşru şiddet kullanma tekeli’ni elinde bulundurma hakkının
da sahibi olması itibariyle onu toplum üzerinde daha güçlü yapar. Devletin
piyasa düzenini sürdürmek adına artan ‘güvenlik’ işlevi, birey davranışları ve
muhalif toplumsal grupların eylemleri üzerinde sınırlama getirme biçiminde
olup, bu diğer bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması gerekçesiyle
yapılmaktadır. Başka bir ifadeyle, devletin bireyler arasında yapılan
sözleşmelerle ‘gönüllü’ anlaşmaların uygulanmasını sağlamak ve dıştan
gelecek saldırılara karşı koruyucu işlevinin gerekçesi (Heywood, 2006: 138),
‘sözleşme’nin uygulanabilirliğinin ve özel mülkiyet hakkının garantiye
alınması biçiminde olup, burjuva hukukunun sürdürülmesiyle ilgilidir. Bu
nedenle devlet Bonefeld’in dediği gibi özel mülkiyet hukukunun politik
biçimidir ve bir vergi devleti olarak varlığı, sermayenin birikimini sürdürmesine
ve geliştirmesine bağlıdır (2010: 19). Bunun yanı sıra özel üretimin garantisi
için toplumsal ilişkilerin bir organizasyonu olarak devletin kendi yeniden
üretiminin sürekliliği de bu ilişkilerin devamlılığına bağlıdır. Dolayısıyla devlet
yasanın rolü ile sözleşmeli anlaşmaların uygulanması, özel mülkiyetin
dağıtılması ve korunması biçimindeki özel mülkiyet haklarının garantiye
alınması işleviyle önem arzeder (Glinavos, 2008: 1089). Başka bir ifadeyle
oyunun kural’ına göre oynanmasının hakemliğini yapar. Ancak piyasa
koşullarında oyunun kuralı Hayek’in de ifade ettiği gibi sert olabilmeyi de
içerir. O’nun kendi ifadesiyle; “..kurallara göre oynanan bir oyun hiçbir zaman
muamelede adalet tanımaz” (Hayek, 1997b: 212).
55
Toplumsal ilişkileri biçimlendiren bu piyasa kuralının 1990’lardan
itibaren özellikle azgelişmiş ülkelerde protestolar ve isyanların kaynağı
olmasına bakılmaksızın yapısal uyum politikalarıyla kaynakların, hakların ve
hizmetlerin özelleştirilmesi devam etmektedir. Bu reformların özellikle
toplumsal dinamiklerin değişimi ve neoliberalizmin serbest piyasa ilkelerinin
yayılması bakımından önemli olmasına rağmen, serbest piyasa ekonomisinin
düzenlenmesi bakımından yeterli olmaması siyasal karar alma süreçlerini
etkileyecek karşıt toplumsal güçlerin siyasetin dışında tutulmasını gerektirir.
Devletin ‘yasa ve düzen’işlevinin bir sonucu olarak aksayan piyasa sürecinin
alacağı biçimlere cevap verebilmek için otorite ve uyum gücünün artması bir
zorunluluktur çünkü. Bu özellikle karşıt toplumsal güçlerden gelebilecek olası
etkilere
karşı
yeniden
yapılanan
emek-sermaye
ilişkileri
ile
örgütlü
muhalefetin parçalanmasını gerektirir (Cecena, 2009: 37). Sermayenin
marjinal verimliliği için, ulus-devlet içinde, devlet bürokrasisinin bireysel
ekonomi oyuncularına göre daha iyi karar verme olasılığının yüksek
olduğunu savunan önceki dönem kapitalist devlet biçiminin bu şekilde
aşılabilmesinin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeyde yeniden yapılanma
ile mümkün olacağı düşünülmektedir.
Nitekim klasik politik ekonominin temel meselesi, toplumun sosyal
sınıflardan oluştuğu ve bu sosyal sınıflar arasındaki ilişkileri tanımlamada
toplumsal ilişkilerin yönetilmesi için hukukun keşfedilmesidir (Clarke, 1982:
19-20). Devletin gücü hukukun değerini korumaya ve devam ettirmesine
bağlı olup, bunu yapabilmesi sivil toplumdan ayrılığına bağlıdır. Kapitalist
devlet olarak devlet, sivil toplumdan soyutlandığında bu onun toplum
üzerinde etkili olma kapasitesini arttırır. Devletin sivil toplumdan ayrılığını
sürdürebilmesinin başarısızlığı ise sonunda sınıf savaşımına neden olur
(Nicholls, 1984: 170 akt: Bonefeld, 2010: 19). Uzun dönemde işçi sınıfının
çıkarlarının ekonomik gelişme ile paralellik göstereceğini söyleyen Smith’e
göre de devletin rolü, evrensel gelişme ve ekonomik çıkarlar gereğince
işçileri eğitmek ve kapitalist sınıfı korumaktır. Devletin temel amacı serbest
piyasa koşullarında onun doğal kendiliğinden düzeninde uygulananan bu
politikaları korumak ve toplumsal uyumu sürdümektir. Ulusal birlik, eğitim,
56
endüstriyel yeraltı çalışmaları ve topraksal alanın savunulması gibi işlevleriyle
birlikte liberal düzende devlet, serbest piyasının varlığı için vazgeçilmezdir
(Smith, 2004: 80-81).
Bireysel özgürlükleri piyasanın biricik değeri olarak gören Hayek,
piyasadan elde edilecek nisbi gelirlerin belirlenmesinde devleti tümüyle
dışarıda tutmanın toplumun bazı kesimleri için oldukça riskli olmasına
rağmen, bir oyunu kurallara göre oynamanın herkesin şansını artırdığını
söyler. O’na göre toplumda herhangi bir örgütlü grubun böyle bir gücü
kendisine maletmesini önlemek de devletin açık bir ahlaki görevidir (Hayek,
1997b: 212). Bu, Bonefeld’in ifadesiyle serbest piyasanın ‘piyasa polisi’
olmadan varolamayacağının açık izahıdır (2010: 17). Piyasa politikalarının
yapılması için devletin otoritesi ile birikimin verimli ilerlemesini tercih eden
güçlü devletin varlığının önemi, kabaca sermayenin temel amacı artı değerin
fazlasını
biriktirirken
devletin
bu
amacın
siyasal
biçimi
olarak
konumlanmasıdır (Bonefeld, 2010: 17). Bu amacı gerçekleştirmek için sık sık
devletin yasaklama yetkisine değinen Hayek’e göre de;
“..büyük ve açık bir toplumun temel değerlerinin bireye bilinen bir alanda
kendi amaçlarını kendi bilgisine dayanarak elde etmeye çalışmak hakkını
temin ederek niçin negatif olması gerektiğini anlamayı yeniden öğrenmek
gerekir. Yüksek konumunu her eyleminde genel bir ilkeye bağlı oluşuna
borçlu olması için bu otoritenin biricik yetkisi kurala uygun yasaklama yetkisi
olmalıdır” (1997: 195).
Görüldüğü gibi neoliberalizm, klasik liberal ekonomi politiğin temel
ilkelerinin yeniden sunulmasını temsil eder. ‘Toplumsal reform’ talepleri
liberal toplum modeli idealinde ve piyasanın önceliği gerekçesiyle ve devletin
destekleyici eliyle karşılanır (Clarke, 2005: 103). Kapitalist devlet biçiminin bir
görünümü olarak neoliberalizmin temel tezi, kendi kendini düzenleyen piyasa
idealinin ekonomik sorunları ortadan kaldıracağıdır. Ancak kendi kendini
düzenlemenin kapasitesi devletin, piyasanın kendi kendini düzenlemesine
yetki vermesine ve bunun kurumsal çerçevesini oluşturmasına bağlıdır.
Serbest
piyasa
ekonomisinin
sürekliliğini
sağlayacak
politikaların
uygulanması, hukuk kuralllarının yerleştirilmesi ve bu piyasa sistemini
güvenceye alacak mekanizmaların oluşturulması biçiminde oyunun kuralını
57
koymaktır. ‘Devletin geriye itilmesi’nin anlamı ise sözleşme ve özel mülkiyetin
güvenliğini koruma işlevi dışarıda kalacak biçimde devletin sosyo-ekonomik
alandaki rolünün sınırlandırılmasıdır. Dünya Bankası Raporu’nda da
devletlerin piyasanın işleyişinde hem toplumsal kontrol ve dengeyi sağlamak
hem de uluslararası ve ulus içi piyasa disiplinini korumak için müdahale
edeceği
ayrıca
belirtilir.
Piyasanın
işleyişini
akasatacak
bürokrasi
insiyatifindense piyasa kurallarına bağlı devlet müdahalesi tercih edilir (World
Bank, 1991: 5). Hükümetin uygun rolü insanların yeterli yatırımlarını
garantilemak, özel girişime rekabet ortamı hazırlamak, ekonomiyi uluslararası
ticarete açık tutmak ve makro ekonomiyi istikrarlı tutmak şeklinde tanımlanır
(World Bank, 1993: 10). Neoliberal yeniden yapılanmanın reform programı da
bu bağlamda piyasa demokrasisini destekleyen yasal reformlardır. Bunlar
piyasa adına hukukun rolünün önemine dikkat çekerek, piyasa destekli
kurumlar tarafından azgelişmiş ülkelerde politik ve ekonomik reformları
destekler. Dünya Bankas’ı tarafından sunulan ‘yönetişim’ kavramında
devletin piyasaya ilişkin rolüne verilen önemde olduğu gibi, etkili piyasanın
desteklenmesinde yasanın rolü neoliberal refromların gerçekleşmesi için
vazgeçilmezdir. Yasanın rolü işlem maliyetlerinin azaltılması ve özel mülkiyet
haklarının korunması bakımından reform süreci için bir zorunlululuk oluşturur
(Glinavos, 2008: 1088). Dolayısıyla neoliberalizm’de devlet piyasadadır,
küresel alanın kontrolörü olarak kendiliğinden devlet biçimindedir. Otoriter
görünümü ve sistemin gücü tarafından kullanılan doğrudan bir biçim olarak
özel girişimi temsil eder (Cecena, 2009: 34). Bir diğer ifadeyle;
“..toplum piyasanın suretinde dönüştürülürken, bizzat devletin kendisi
‘piyasalaştırılıyor’….. devletin işlevinin yeni küresel düzene uygun düşecek
şekilde yeniden örgütlenmesiyle birlikte, eski ulusal devletler düzenindeki
‘hakem’ rolünü bir kenara bırakıp giderek bir piyasa ‘oyuncusu’ gibi
davranmaya başlıyor. Düzenleme artık kamu yararına adına değil, bizzat
küreselleşme projesi adına gerçekleştiriliyor” (Munck, 2005: 112).
Sonuç olarak devletin geri çekilmesinden değil dönüşümünden ya da
aldığı yeni biçimden sözedilebilir. Bu yeni biçimin politikaları sayesinde
piyasanın her türlü devlet müdahalesinden/düzenlemesinden arındırılması,
devletin
sosyo-ekonomik
alanda
düzenleyici
sistemlerinin
ortadan
kaldırılması ve piyasa odaklı yeni kural ve politikaları kapsayan düzenlemeler
58
gerçekleşme
olanağı
bulur.
Liberal
devletin
rekabeti
kolaylaştıracak
girişimlerde bulunmasının vurgulanması ya da devletin serbest piyasa
düzenini belirleme, hakemlik etme ve oyunun kuralını uygulamak için
müdahale edebileceğini belirtmesinde olduğu gibi neoliberal devlet serbest
fiyat mekanizması için ‘planlayarak’ yönetir.
1.2.3. Neoliberalizmin Güçlü Devleti ve Piyasanın Demokrasiye Önceliği
Ondokuzuncu yüzyıl liberalizminin genel eğilimi içinde özgürlükle
‘siyasal eşitlik’ (demokrasi) arasında bir çelişkinin varlığı gözönünde
bulundurulurken, neoliberalizmde ‘demokrasi’nin temelinde ‘siyasal özgürlük’
siyasal özgürlüğün temelinde ise ‘iktisadi özgürlük’ fikri bulunmaktadır.
“Özgürlük,
demokrasiden
önce
gelir”
ifadesiyle
özetlenebilecek
neoliberalizmin klasik liberalizmden devr aldığı bu tezi, ekonomik özgürlükle
bunun doğal sonucu olan siyasal özgürlüğün kısıtlanmış olduğu ‘refah devleti’
uygulamalarının terk edildiği, neoliberal politikalarla uygulanan iktisadi
politikalarda
kendisini
pratiğe
aktarmaktadır
(Köker,
1987:
78).
Bu
politikaların temel savunucuları, özgür ve adil bir toplumun piyasa
mekanizması tarafından kendiliğinden oluşan bir düzenle varolabileceğini ileri
sürer. Örneğin Hayek, insanların davranışları ve birbirleriyle ilişkilerinin
mülkiyeti esas alan yasalara göre yani, ‘özgür sözleşme’ ilkesine göre
biçimlendiği bir düzende gerçek demokratik devletten söz edilebileceğini
belirtir (Hayek, 2004: 93). Başka bir idafeyle demokratik bir devlet, sadece
dış güvenlik ve yasanın kuralını uygulama işlevleri için vergi toplamalı ve
ekonomik, toplumsal süreçlere müdahale etmemelidir. Aksi takdirde ‘doğal
anayasa’nın sınırlarının sürekli ihlali sözkonusu olacaktır; ki bu neoliberallere
göre anti-demokratik bir durumdur. Çünkü klasik liberalizmde demokrasi
piyasanın kendiliğinden doğal düzenini, yani devletin bireyler arasındaki
‘özgür’ ekonomik ilişkilere müdahale etmemesini ifade etmektedir. Örneğin
Hayek, kapitalizmi tiranlık tehlikesini en aza indirdiği için savunur. O’na göre
devlete
ekonomik
işleri
düzenleme
yetkisi
vermek
iktidarı
merkezileştirdiğinden bu “köleliğe giden yol”dur. Serbest piyasa özgürlükleri,
59
faydayı en üst düzeye çıkarmanın ya da siyasi hakları korumanın en iyi
aracıdır (Kymlika, 2004: 142).
Demokratik bir piyasa düzeninde bireysel özgürlük; insanların
kendilerine özgü bilgileri kendi amaçları için kullanmaları durumu olarak
tanımlanır. Bireysel özgürlüğün korunduğu bir siyasi sistem ise insanların
değişik ve çeşitli amaçları gerçekleştirmelerine en uygun sistemdir. Bu
düzende ‘çoğunluğun iradesi’ doğrultusundaki yaptırımlar da dahil olmak
üzere her türlü yaptırım soyut, genel ve adil olma gibi belli nitelikleri olan
yasalarla sınırlandığı zaman oluşabilir (Yumer, 1993: 111). Bu nedenle
liberalizm ve demokrasinin birbirleriyle bağdaştırılmalarına rağmen farklı
şeyler oldukları Hayek’çe özellikle vurgulanır. Çünkü liberalizm devlet
kuvvetinin sınırlarıyla ilgili iken, demokrasi kimin iktidara sahip olduğuyla
ilgilidir. Örneğin liberalizmin Kıta-Avrupası gelişimi liberalizmden çok
demokrasi ve çoğunluğun sınırsız güce sahip olmasını takip ettiğinden
esasında anti-liberal olmuştur (Hayek, 1993: 122). Bu nedenle ‘yasaların
egemenliği’ ile devletin hukuka bağlandığı ‘anayasalcılık ilkesi’ bireylerin
yasaların kendilerini nasıl etkileyeceğini bilmeleri ile ilgili olduğundan
liberalizmin temel ilkelerinin gerçekleşmesi demokrasi ile ilgilidir. Egemenliğin
halkta olduğu ve kanunların halkın temsilcisi parlamento tarafından yapıldığı
bir rejim dahi bu nedenle despotik12 olabilir (Yayla, 2002: 206). Benzer
biçimde bireyler arasındaki düzeni sağlamak için güçlü ‘minimal devlet’i
öngören Nozick de devletin zorunluluğunun yasanın
kuralının etkili
uygulanması ve kimin ne zaman, hangi koşullarda güç kullanacağını
belirleme yetkisini elinde bulundurmasının (Nozick, 2000: 55-56), yani
liberalizmin
temel
ilkelerinin
gerçekleşmesi
durumunu
demokrasi
ile
ilişkilendirir. Soyut nitelikleriyle kavranabilen piyasa düzeninde piyasa ve özel
mülkiyet gibi çeşitli organizasyonların aralarındaki bağları içeren ve hiçbir
somut amaca yönelik olmayan kendiliğinden doğal düzeni, bilinçli amaçla
yapılmış hiçbir insan dizaynı herhangi bir kurumu içermediğinden daha
12
Burada despotik olduğu ileri sürülen rejimler kapitalist devletin neoliberalizm öncesi aşamasındaki
sosyal-refah devleti biçimidir. Devletin sosyo-ekonomik işlevleri gereği artan yeniden dağıtım işlevi
ile toplumun geniş kesimlerini hoşnut tutması serbest piyasa ekonomisini bozduğundan antidemokratik kabul edilmektedir.
60
demokratik kabul edilir (Yumer, 1993: 113). Örneğin sosyalizm insanın bilinçli
eyleminin dizaynı olduğu ve ortak amaç gerektirdiği için anti-demokratik kabul
edilir. Sosyalist ekonomilerin planlayıcı niteliği birey davranışı üzerinde ‘zor’
güç kullanımını gerektireceğinden planların gerçekleşmesi devletin gücünün
de gittikçe artmasına neden olacaktır (Ashford, 1993: 28).
Liberalizmin devlete asgari düzeyde işlevler yüklemesinin bir başka
nedeni, onun sosyo-ekonomik hayattaki ağırlığının sivil toplumun zeminini
zayıflatacağı düşüncesidir (Yayla, 2003: 167). Burada sivil toplum ve devleti
toplumsal gerçekliğin farklı düzeyleri olarak gören liberalizm, bir baskı gücü
olarak konumlandırılan devletin toplum karşısında denetlenmesinin ve
sınırlandırılmasının demokrasi için önemini vurgular. Buna göre devletin
uyrukları arasında yaptığı bir sözleşme ile egemenliğini kullanma hakkına
sahip
olması,
onun
egemenliğin
kaynağı
olan
toplum
tarafından
denetlenmesini gerektirir. Bireyler ve özel örgütlerden-işletmelerden oluşan
bir sivil toplum ile siyasetçiler ve memurlardan oluşan bir devlet ilişkisinde
siyasetin, karşıt çıkarlar arasında zorlayıcı olmayan uzlaşmalara ulaşılmasını
ve demokratik yolların böyle uzlaştırmaları olanaklı kılan en etkili yol olduğu
kabul edilir (Sabine, 1997: 181).
Daha önce de ifade edildiği gibi kapitalist devletin neoliberal biçiminde
devletin sosyo-ekonomik işlevlerinden soyutlanması geriye sadece vergi
toplamak ve yasanın kuralını uygulamak için meşru şiddet kullanma hakkının
kaldığını gösterir. Bunun anlamı, devletin şiddet kullanma tekelinin tek başına
siyasal, ‘bırakınız yapsınlar’ ilkesinin de tek başına ekonomik bir kavram
olmayıp, aksine her ikisinin birden neoliberal güçlü devlet biçiminin esasını
oluşturmasıdır. Yani devletin toplumsal güçler karşısında tarafsız ve nesnel
bir konuma oturtulmasının aksine devlet ve sivil toplum alanlarının
liberalizmde olduğu gibi birbirinden ilişkisiz olmadığıdır. Genel olarak
neoliberalizm, piyasa güçlerine direnemeyen zayıf devletle ilişkilendirilmesine
karşılık
Bonefeld’in
de
vurguladığı
gibi
serbest
piyasanın
işleyişini
kolaylaştırıcı devlet olarak neoliberal devletin işlevleri güçlü devlet olmasını
gerektirir (2010: 15). Bonefeld’i doğrular biçimde Hayek, bir yandan piyasa
karşısında zayıf devleti savunurken, öte yandan devletin bireylerin birleşerek
61
ortak amaçlarını gerçekleştirmek için yaptıkları güçlü bir kurum olduğunu
vurgulamaktadır. Kendine özgü ayrı ve sınırlı alanında her şeye hakim olan
bir kurumdur devlet (2004: 84). Bu, devletin yeniden oluşumunun sivil
toplumun özel alanından ayrı kamu alanı olarak desteklenmesini ifade eder.
Kamusal alanda bireyselleşmiş vatandaşlar üzerinde devletin meşrulaşması
bu biçimde olur (Radice, 2008:1157). Başka bir ifadeyle devletin yasa ve
düzen işlevi üzerindeki etkililiği ancak onun toplumsal güçlerden ayrı bir
biçimde, toplum üzerindeki kapasitesinin ve özerkliğinin gücüne bağlıdır.
Bonefeld’in de ifade ettiği gibi;
“..devletin gücü onun toplumdan bağımsız olmasına bağlı. Toplumdan
bağımsızlığı bir burjuva devleti olarak etkili işleyişine izin verir. Kamu
çıkarlarının tarafsız ve güçlü koruyucusu olmak bu bağımsızlıkla ilgilidir”
(2006: 240).
Tıpkı Weber’de olduğu gibi devleti teknik bir süreç olarak kabul eden,
ekonomik alandan soyutlayıp siyasal alanın konusu yapan liberalizmin
‘anayasal demokrasi’si ekonomik yaşamı toplumsal güçlerin elinden çekerek
yasama organının ekonomiye müdahale edemeyecek hale getirilmesine
dayanır. Ekonomi politikalarına ilişkin bir önceki dönem kapitalist devlet
biçiminde içerilmiş olan farklı toplumsal çıkar grupları ile uzlaşma’dan
vazgeçilmesinin gerekçesi ise bu grupların sadece kendi dar çıkarlarını temsil
ettikleri varsayımıdır (Ashford, 1993: 33). Neoliberal devlet biçimi bu
toplumsal grupların politik güçlerinin en düşük seviyeye kadar parçalanması
ya
da
bölünmesiyle,
uygulanması
önündeki
yani
depolitizasyonu
engellerin
ile
giderileceğini
reform
politikalarının
varsayar.
Böylece
ekonominin siyasetten ve güçlü devlet sayesinde de toplumsal etkilerden
uzaklaştırılması, devletin toplumun değil, ekonominin hizmetine sunulan
güçlü ve etkin bir ‘hizmetli’ye dönüştürülmesinin siyaseti olarak okunabilir.
Devleti piyasa serbestliğinin garantörü olarak varsayan Hayek’e göre de;
“..iktisat sahasında telafi icap eden menfaatler o kadar birbirinden uzaktır ki,
demokratik bir mecliste bunlar hakkında gerçekten bir anlaşmaya varabilmek
ihtimali yoktur” (2004: 89).
Piyasanın kendiliğinden düzeninde yasa önünde eşit tanımlanan
bireyler arasındaki ‘özgür sözleşme’ ilkesi, devletin yasanın kuralını
uygulama işlevi olmaksızın anlamsızdır. Örneğin emek ve sermaye
arasındaki ilişkinin sistemleştirilmesi ya da kurulması serbest emek
62
piyasasını gerektirir. Ancak, emek piyasasının bu serbestliği içinde eşit ve
serbest vatandaşlar olarak sözleşmenin imzalanması, değişimin içeriği ile
çelişkilidir.
Ücret
sözleşmesi
imzalandıktan
sonra
emekçilerin
eşit
vatandaşlar olarak anılması, mülkiyet haklarının sınırları ve değişim
kavramıyla uyuşmaz. Değişimde emek ve sermayenin eşit ve özgür taraflar
olarak anılması, sömürünün garantisininin de içerilmesi anlamına gelir
(Bonefeld, 2006: 248). Zira devlet, toplumsal güçlere karşı tarafsız bir
konumda ve her birey yasa önünde eşittir. Değişim ilişkisinin bu
görünümünün esasına karşı olası toplumsal muhalefet ise devletin meşru
şiddet uygulama işlevini devreye sokar. Nitekim Hayek’e göre de ‘bırakınız
yapsınlar’ ilkesi, bütün herkes için faydalı olmasına rağmen, insanlar sıklıkla
yaptıkları yanlış seçimlerle serbest piyasa sistemini riske atmaktadırlar.
Örneğin fiyatların manipule edilmesi ve greve gitmek gibi kollektif eylemler
ekonominin rekabet edebilirliğine zarar vererek etkili fiyat mekanizmasının
zeminini zayıflatmaktadır. Böylesi bir toplumda ise iktidar hem örgütlü
hükümeti, hem de özel kişileri ve örgütleri genel davranış/piyasa kurallarının
uygulanmasıyla sınırlandırma görevi nedeniyle güçlü bir iktidarın varlığı
önemlidir (Hayek, 1997b: 202-3). Bu, sermaye ve onun devleti için büyük
tehlikenin liberal demokrasi sistemi içinde işçi sınıfının temsiline ilişkin bir
birleşmenin değil, toplumun demokratikleşmesinin ta kendisi olduğunun da
ifadesidir. Çünkü bazı demokratikleşme hareketleri ekonomi ve devlet
arasındaki ayrılığı tehdit ederek piyasanın doğal düzenini aksatabilir. Örneğin
işçi sınıfının üretim üzerinde demokratik kontrol için kitle gösterileri
aracılığıyla mücadele etmesi ekonomik ve siyasal sınırları zorlar. Bu nedenle;
“..yasanın gerekliliği şiddetin yasasıdır – o, yasanın zoruyla düzeni uygular,
bu yüzden yasanın kuralı yeniden uygulanmalıdır, olağanüstü hal üzerinde”
(Bonefeld, 2006: 249).
Klasik liberallerden Smith’e göre de devlet, şiddet üzerindeki tekelini
sınıf mücadelesi üzerindeki çıkarlarına politikalarıyla doğrudan uygular.
Böylece, ‘eşit’ bireylerden oluşan toplumun kendiliğinden doğal düzeni
devletin koruyucu işlevi ile garantiye alınır. Çünkü yasalar, müdahaleden
bağımsız serbest malların değişim özgürlüğü için piyasaya göre oluşturulan
kuralları tanımlar. Bu kurallar sayesinde bireysel hakların ve özel mülkiyet
63
yasasının kolaylaştırılması anlamında adalet sağlanmış olur (Smith, 2004:
80). Dürüst ve tarafsız bir devleti tek başına mümkün kılabilecek temel
anlayış, gerçekte ne kadar eşit olmasalar da hükümetin bütün insanları eşit
görmesi ve birisinin eylemini hangi tarzda sınırlandırıyorsa başkalarının
eylemlerini de aynı soyut kurallara göre sınırlandırmasıdır. Hiç kimsenin
devletten, herhangi bir kişiden gelecek bütün şiddete karşı korunma
teminatının ve işler tamamen ters gittiğinde belirli bir sabit minimum gelir
taminatının ötesinde zengin ya da fakir olduğu için özel taleplerde bulunmaya
hakkı yoktur (Hayek, 1997b: 213).
Dolayısıyla, serbest piyasa sisteminde yasa ve mülkiyet haklarının
yaratılması
ve
dağıtılmasında
olduğu
gibi,
hakların
topluma eşitsiz
dağıtılması, yani bazı piyasa oyuncularının piyasada diğerlerinden daha
özgür olmasında neoliberallere göre ters bir durum yoktur. Başka bir ifadeyle
bir serbest piyasa oluşturmanın kuralı, bazı oyuncuların diğerlerinden daha
fazla seçebilmesidir (Glinavos, 2008: 1094). Çünkü ‘kendiliğinden doğal
düzen’de piyasa yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir kuvvet
görünümündedir de. Aylak ve yetersiz olanları cezalandıran, girişken ve
çalışkan olanları ödüllendiren bir kuvvettir bu (Clarke, 2005: 94-95). Hayek’in
demokrasi üzerine ifadesinde olduğu gibi;
“..bir demokraside, şuurlu müdahale ve murakabe, ancak üzerinde hakikaten
anlaşmak mümkün olan sahalara inhisar eder. Diğer sahalarda işi tesadüfe
bırakmak lazımdır. İşte demokrasinin bedeli budur (, 2004: 93)
Görüldüğü gibi serbest piyasanın kendiliğinden doğal düzeninde
demokrasinin bedeli, mülkiyetin korunması ve sözleşme ilişkisinin garantiye
alınması için yasanın kuralının etkilili olması, yani liberal devletin demokratik
olanına önceliğidir. Hukuk kurallarının demokratik süreçlerle politize olma
olasılığı bunun nedenidir. Çünkü Hayek’e göre eşitsizlik içinde olan bireyler,
politik faaliyetlere katılmak isteyebilir ve çoğunluk azınlığı kolektif çıkarların
takip edilmesi için zorlayabilir. Bu durumda, hükümetin kolektivizm ile
mücadelesi başlayacak ve toplumun sorunlarına cevap vermek için sonsuz
müdahale alanı bulacaktır. ‘Genel refah’ın başarılmasının sonu gelmeyecek
ve piyasanın dengesi yeniden bozulacaktır (Hayek, 1997b: 202). Piyasanın
serbestliğinin toplumun demokratikleşmesine tercih edildiği özgür bir
64
toplumda devletin zor kullanmasını meşrulaştıracak şey ise bireysel davranışı
yönetip sınırlandırması gereken ilkelerdir. Ancak, böyle kurallara genellikle
itaat edildiği ve gerektiğinde bunların zor’la uygulandığı toplum huzurludur
(Hayek, 1997b: 202). Özetle özel mülkiyetin ilişkisel ve dışsal doğasının
anlamı, piyasanın özgürlüğe ve zor’un uygulanmasına aynı oranda olanak
tanımasıdır. Başka bir ifadeyle;
“….demokrasi yasanın gücü tarafından korunmak zorundadır. Yasanın
kuralı yerine yasa yapıcının zorunun şiddeti kontrol etmek için yasanın kuralı
ile uyumlu bir sosyal düzeni uygulamaya koymak için” (Bonefeld, 2006: 239).
Bunun anlamı, devletin kriz-kaos anlarında demokratik süreçler
aracılığıyla yasanın rolü ele geçirildiğinde, neoliberal devletin ekonomiye
müdahale etme biçimi, karışıklığın düzenlenmesi ve krizin sonlandırılması
için demokrasinin hukukun gücü ile bir süreliğine ertelenmesidir. Hayek’in
ifadesiyle;
“ insanlık dışı ve doğal güçlerin bir sonucu olarak kendi kendini üreten düzen
bozulduğu ve çalışılması için gerekli şartların düzeltilmesi için olağanüstü
tedbirlere gerek duyulduğu zamanlar hariç, yüksek otoritenin pozitif
yetkilerine ihtiyaç yoktur” (Hayek , 1997b: 197).
Piyasanın
demokratik
süreçlerden
gelebilecek
tehlikelere
karşı
yasanın kuralıyla anayasal garantiye alınmasını ‘anayasal diktatörlük’ olarak
ifade eden Bonefeld’e göre, diktatörlük kendi kendinin sınırlarını uygular,
zorlar ve demokratik özlemleri azaltarak piyasa serbestliğini kolaylaştırır.
Böylece, özel mülkiyetin ekonomiden kurtarılmasına ve tüm düzensizliklerin
piyasadan kaldırılmasına çabalayarak kalıcı toplumsal ilişkileri yeniden
düzenler. Çünkü “toplumsal kaosa uygulanabilecek yasal bir norm yok”tur
(Bonefeld, 2006: 243). Bu nedenle, toplumsal ilişkilerin yasa kuralına dayalı
olarak yeniden düzenlendiği anayasal demokrasinin toplumsal kaosa engel
olacak biçimde yerleştirilmesi gerekir. Çünkü;
“..yasa kaosa uygulanmaz - yasa düzen gerektirir, isyanlar parlamenter
tartışmalarla çözülmez - düzenin uygulanması yürütme eylemi gerektirir.
Düzen yasanın işlemesi için uygulanmaya ihtiyaç duyar. Düzenin
uygulanması sosyal ilişkilerin sistemleştirilmesini ve yasanın temel kuralının
düzenlenmesinin olasılığını sağlar. Düzenin uygulanması yasanın gücüne
bağlıdır. Yasanın kuralı yasanın gücünü varsayar, yani şiddet bir yasa
yapma gücü ve bir yasa-koruma gücüdür” (Benjamin, 1965: 78-94 Akt:
Bonefeld, 2006: 243-244).
65
Dolayısıyla neoliberalizmin ‘güçlü devlet’ talebi, sınırlı devlet
tercihidir. Sınırlı devlet yeniden dağıtımı etkilemek için değil, ekonomiden
özel mülkiyeti kurtarmak için topluma müdahale eder (Bonefeld, 2006: 242).
Nozick’in de ifade ettiği gibi, meşru olan tek devlet asgari büyüklükteki
minimal sınırlı devlettir. Koruma, yasa ve düzeni sağlamanın ötesine geçen
ve yeniden dağıtıma yönelen devlet, kaçınılmaz olarak birey haklarını ihlal
edeceğinden meşru değildir (2000: 59)13. Yani neoliberalizm, ne devletin ‘geri
plana itilmesi’ni, ne de piyasanın düzenleme alanının dışına çıkarılmasına
yönelmiştir (Munck, 2005: 110-11). Pinochet’in Şili’de neoliberalizmin ilk
evresinde, 1973’de yaptığı askeri darbenin ardından uyguladığı politikalar,
Türkiye’de 1980 askeri müdahalesinden sonra uygulanma imkânı bulan
neoliberal politikalar ve Thatcher ve Reagan’ın ‘devlet müdahalesi’ni geri
plana
itmek
biçiminde
meşrulaştırıldığı
serbest
piyasa
politikalarını
uygulayabilmek için güçlü devleti kullanması serbest piyasa mekanizmasının
demokrasiye önceliğine sadece birkaç örnek olarak not düşülebilir. Serbest
piyasa mekanizmasının demokratik bir toplumdan ziyade, neden güçlü
devleti gerektirdiğine ilişkin başka bir alıntıya göre;
“…liberalizm devletten zayıf olmasını talep etmez ama sadece ekonomik
gelişme için devlet koruması altında serbestlik ister……güçlü devlet
ekonominin üzerinde ve aşkın ve ilgili partilerin de üzerinde ve onlara
aşkın… zayıf devlet toplumu aşamaz ve onun üzerinde olamaz. Onun
yerine toplumun içine yayılır ve antagonistik sosyal ilişkilerin kurbanı olur.
Devletin “toplumsallaşması” onun bağımsızlığının altını oyar ve böylece
onun burjuva karakteri tehlikeye atılır” (Bonefeld, 2006: 242).
Neoliberal politikaların uygulamaya geçtiği yerlerde çok partili siyasal
yaşama getirilen kısıtlamalar, sendikaların baskı altına alınması, yurttaşın
tüketiciye dönüşmesi gibi sonuçlar demokrasinin değersizleşmesine yol açan
düzenlemelere örnek gösterilebilir. Bunun yanı sıra, ‘siyasi yurttaşlık’
kavramının sıradanlaşarak uygulamada oy sandıklarına yapılan seyrek ve
göstermelik ziyaretlere indirgenmesi oy kullanımının demokratik katılımın ne
ölçüde göstergesi olduğunu tartışmaya açık bırakır (Munck, 2005: 116).
13
Ultra minimal devletin ayırıcı özelliği, güvenlik ve koruma hizmetini sadece bedelini ödeyenlere
sunan bir devlet olmasıdır. Bedel ödemeyenlerin de bu hizmetten yararlanmasına olanak tanıyan
devlet, yetkilerinin bedel ödemeyenlere sağlanan hizmetler aracılığı ile biraz daha arttığı minimal
(gece bekçisi) devlettir ve bu devlet vergi gelirleri ile finanse edilmektedir (Nozick, 2000: 59).
66
Meşru şiddet tekelini elinde bulundurma hakkına sahip neoliberal devlet
biçimi, yasa ve düzen işlevi ile serbest piyasanın işleyişinin garantiye
alınması biçiminde özetlenebilir. Devletin bu işlevi, Glinavos’un (2008: 1089)
‘piyasa demokrasisi’ adlandırmasıyla ekonominin gelişiminin önünde duran
toplumsal güçlerin bertaraf edilmesi biçiminde bir müdahaleyi de içermesi
anlamında piyasanın demokrasiye önceliği anlamına gelir. Toplumun
depolitikleştirilmesi biçiminde ifade edilen bu süreç, ekonomiye ilişkin yasa
yapım sürecinin siyasal süreçlerden soyutlanmasını, toplumsal dinamiklerin
uzağında ve onların hedef alamayacağı bir yerde gerçekleştirilmesini ifade
eder.
İKİNCİ BÖLÜM: DEVLET TEORİSİNE RADİKAL YAKLAŞIMLAR
Neoliberal yeniden yapılanmanın ekonomik, siyasal, toplumsal ve
kültürel sonuçları üzerine Marksist yaklaşım içerisinde oldukça zengin
tartışmalar yürütülmektedir. Kendi içinde hiç de sorunsuz olmayan bu
kuramsal tartışmalar, toplumsal gerçekliğe ilişkin analizlerinde kullandıkları
kategoriler ve bunların birbirleriyle ilişkilerini tanımlama biçimlerine göre
ayrılmaktadır. Temel kategori ekonomi ve siyaset ilişkisi olarak alındığında
tartışmalardan bir kısmı ekonominin belirleyiciliğinin diğer alanlara öncel
olduğu tezinden hareket etmektedir. Bu tezin önde gelen savunusu, ‘araççı
devlet yaklaşımı’ içerisinde yürütülür ki bu da toplumsal ilişkileri ele alırken
ekonomik süreçlere siyasaldan daha ayrıcalıklı bir konum verir. Bu
‘belirlenim’ ilişkisini aşmayı amaç edinen yapısal-işlevselci Marksizm olarak
bilinen yaklaşım ise ekonomik alana verilen önceliği ‘indirgemeci’lik biçiminde
eleştirerek toplumsal gerçekliğe ilişkin farklı ve karmaşık düzeylerin
birbirlerine özerkliğini savunur. Marksizm’in bu temel kategorileri arasında
birinin diğerine önceliği, ya da birbirlerine özerklikleri biçiminde sunulan
ilişkinin, kategorileri birbirlerine karşı donuklaştırdığı ve teorinin kendi içinde
kapanımına neden olduğu eleştirisi ise her iki yaklaşımı birden hedef
almaktadır.
Özellikle 1970’lerden sonra yaşanan ekonomi-politik dönüşümü
Marksist devlet kuramını geliştirerek açıklama çabasındaki bu tartışmalar,
görünürde kuramsal bir canlanma gibi görünse de beraberinde kuramsal bir
kapanmayı da getirmiştir. 1980’lere kadar Doğu Avrupa’da sosyalist
uzlaşmanın
ve
sosyal
demokrat
partilerin
dağılarak
yerlerini
monetarist/parasalcı politikalara bırakması, liberalizmin yeni sağla yeniden
canlanması ve Marksizmin modası geçmiş, tarihdışı bir teori olarak
yorumlanmaya başlanması teori de gözlenen bu kapanmanın temel nedeni
olarak ifade edilebilir.
Keynesyen refah devletinin üretim biçimi fordizm üzerine yapısalcılık
etrafında dönen Marksist devlet tartışmalarının bu yıllardan itibaren temel
problemi,
fordizmin
krizinin
ardından
neoliberal
yeniden
yapılanma
dolayımıyla, yapısalcılığın ekonomi politik dönüşümü kavramsallaşırmasına
68
alternatif-eleştirel bir çerçeve sunmaktır. Çünkü 1980’lere doğru Keynesyen
uygulamaların doğurduğu kriz ve moneterist/parasalcı bakışın yeniden
canlanmasıyla
toplumsal
ilişkilerin
oluşturulmasına
girişilmesi
ve
piyasa
esneklik
temelinde
ilişkilerinin
yeniden
uluslararası
para
piyasalarıyla daha fazla hassaslaşması, yapısalcı Marksizm’in krizini de eş
zamanlı ortaya çıkarmıştır. Ancak 1980’lerde Marksizm içinde yapılara
vurguyu yeniden ön plana çıkaran yaklaşım, Keynesyen uygulamalarla da
eklemlenerek fordizm-post fordizm tartışması ve düzenleme okulu yaklaşımı
altından tekrar önem kazanmıştır. Dolayısıyla, 1980’lerin Marksizm’i ‘sınırlı
ufukları’yla varolan yapıların krizlerini görememeyi sürdürdü ve toplumsal
ilişkilerin çelişkili temellerinin ekonomi-siyaset, özne-nesne, yapı-mücadele
diyalektiğinde değerlendirilme olanağını bulamadı denilebilir (Bonefeld, Gunn
ve Psychopedis 1992: x-xi).
1980’lerin Marksizmi bu bağlamda kapanmış (closed) Marksizm
(Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: x-xi) olarak betimlenir. Bugün
Marksist teorinin kendi içinde bu kapanımını aşma çabası teorinin kendi
içinden, kendine yapılan eleştirel/açık-Marksist yaklaşım ışığında aşılmaya
çalışılmakta ve 1980 sonrasında Marksist devlet tartışmalarında bir ilerleme
kaydetmektedir. Çalışmanın yöntemsel dayanağını da oluşturan bu kuramsal
yaklaşım,
toplumsal gerçekliği ikili düzeylerle
açıklayan
yaklaşımları
eleştirerek kategorilerinin açıklığını ve kapitalist toplumsal ilişkilerin görünür
olmayan yapılarının görünür kılınması katkısını sunar teoriye. Bunu yaparken
de
kapitalist
toplumsal biçimin
dinamik istikrarsızlığına
odaklanarak,
Marksizm’in kategorilerinin kendi aralarındaki ilişkilerinde bütünsel, içsel,
bağlantısal bir açıklama düzeyini amaçlar. 1970’lerin krizinin ardından
mevcut Marksist devlet tartışmalarının, araççı/yapısal-işlevselci, yaşanan
dönüşüme yanıt verememesi açık-Marksizm’in toplumsal ilişkilerin mücadele
alanı olarak devlete ve bu bağlamda yeniden yapılanan emek-sermaye
ilişkilerine yönelik analizleriyle aşılmaya çalışılmaktadır.
Bu
kısa
girişten
de
anlaşılacağı
üzere
toplumsal
ilişkilerin
çözümlenmesinde liberal ve onun yeni biçimi neo-liberal yaklaşıma yöneltilen
eleştirel kuramsal çerçeve, radikal devlet teorileri başlığında alternatif bir
69
açıklama düzeyi olarak ikinci bölümün konusunu oluşturmaktadır. Ancak
çalışma konusunun, bundan bağımsız olmamakla birlikte, geniş anlamda
devlet teorisi olmaması ve çalışmada benimsenmiş olan metodoloji ve temel
kuramsal çerçevenin eleştirel/açık-Marksist kavrayış olması, bu bölümde
ağırlığın bu yaklaşıma verilmesini gerektirmiştir. Marksist kuram içinden
araççı, yapısalcı, tekelci devlet kapitalizmi ve düzenleme ve türetme okulu
gibi 1980’ler’in Marksist devlet tartışmalarına ise çalışma için önem
oluşturacağı düşünülen temel tartışma noktaları itibariyle yer verilmiştir.
2.1.
MARKSİST
ARAÇÇI
VE
YAPISAL-İŞLEVSELCİ
DEVLET
TARTIŞMALARI
Marksizm içinde klasik metinlerin kapitalist devletin farklı biçimlerine ve
bunların farklı durumlarda yeniden üretilen birikim için yeterliliklerine ilişkin
sorun
üzerinde
yeterince
durulmaması,
politik
ekonomide
özellikle
1970’lerden itibaren çalışmaların yönünü devlet/siyasal alan konusuna
çevirmiştir. Bu yıllarda Miliband’ın “Kapitalist Toplumda Devlet”(1969) ve
Poulantzas’ın “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar”(1992) adlı çalışmaları
üzerinden birbirlerine yöneltikleri eleştirilerde her ikisinin birden klasik
Marksizmin
“ekonomik
indirgemecilik”
yorumunun
aşılmasında
devlet
aygıtlarına ve devletin diğer toplumsal sınıflarla ilişkilerine odaklanmaları, bu
tartışmalar için önemli bir başlangıç noktası oluşturmuştur. Temel sorun, bu
yıllara kadar Marksizm’de yeterli bir siyaset teorisinin yokluğu nedeniyle
siyasetin ekonomiye indirgenmesi olarak ele alındığından, eksik bırakılan
devlet teorisinin geliştirilmesi üzerinedir. 1970’lerdeki kriz sonrasına denk
gelen bu tartışmalarda, devlet konusunun ekonomik analizle bütünsel bir
yaklaşım içinde aydınlatılabilmesi, endüstriyel ve finansal sistemi yeniden
yapılandırmak için artan devlet müdahalesi (Jessop, 2008: 42) dönemine
denk gelmesi bakımından, Marksist devlet teorisi üzerine çalışmaları
zenginleştirmiştir. Bu hem araççılık-yapısal işlevselcilik arasındaki tartışmayı,
hem de özellikle 1980’lerde yapısal-işlevselcilik esinli düzenleme yaklaşımı
ve buna yönelik eleştirel tartışmalar için uygun zemin yaratmıştır.
70
Bu bağlamda, araççı yaklaşımın özellikle Miliband’ın sözü edilen
çalışmasından izlenilebilen “devletin sermaye sınıfının çıkarlarına göre
işleyen işlevler üstlenen bir araç olduğu” temel iddiasının aksine, 1970’li
yıllarda devletin ekonomik krizin üstesinden gelememesi, Marksist devlet
teorisine ilişkin yeni yaklaşımlara zemin hazırladı. Krizden sonra sermayenin
yeniden üretiminin sürekliliği ile ilişkili olarak neoliberal politikalar bağlamında
artan uluslararasılaşmasının araççı yaklaşımın temel tezini zayıflatması,
Poulanzas’ca ileri sürülen “devletin sınıflara göreli özerkliği” yaklaşımı ile
aşılmaya çalışıldı. Devletin yöneten sınıfın bir aracı olduğu varsayımının
aksine, onun sınıflara göreli özerkliği savunusundaki yapısalcı Marksizm ise
Poulantzas’ın
çalışmalarında
“ekonomik
indirgemecilik”e
düşmeme
kaygısıyla siyasal alana verdiği öncelikte somutluk kazandı. Poulantzas’ın
Marksist devlet teorisine uyarladığı yapısalcı Marksizm, 1980’lerin devlet
tartışmalarına olan etkisini esas olarak ‘düzenleme okulu’ yaklaşımı etrafında
sürdürmeye devam etmektedir.
2.1.1. Araççı Yaklaşım: Sınıf Egemenliğinin Bir Aracı Olarak Devlet
Klasik
Marksist
metinler
içerisinde
araççı
yaklaşımın
temel
referanslarından “modern devlet iktidarı, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini
yürüten bir komiteden başka bir şey değildir” (Marx ve Engels, 2005: 13)
ifadesine göre devlet, egemen sınıfı temsil eden ve onun eğilimlerine göre
işlevler üstelenen bir araç olarak yorumlanır. Bu yaklaşıma göre, Marx’ın
“Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’nın önsöz’ünde(1859), hukukun ve
siyasetin ekonomik “altyapı” üzerinde yükselen bir “üstyapı” olarak, mülkiyet
ilişkilerinin hukuksal ifadesi olarak görülmesi, devlet yapısının kendine yeterli
ve kendi kendine gelişen ekonomik bir temelin yüzey yansıması olduğunu
ifade etmektedir. Buna göre sınıflar, tamamen ekonomik temeller üzerinde
tanımlanmakta ve devlet iktidarının uygulanımı da ekonomik mücadelenin bir
yüzey yansıması olarak görülmektedir (Jessop, 2008: 44). Başka bir ifadeyle,
devlet yapısının ekonomik temelin bir yansıması ve gücünün kullanılmasının
ekonomik mücadelenin bir uzantısı olması, onun mülkiyet ilişkileri sistemi ve
ekonomik sınıf mücadelesinin bir görünümü olarak anlaşılmasına neden
71
olmaktadır (Yılmaz, 2002: 17; Gold, Lo, Wright, 1976: 4). Altyapı-ekonomi/
üstyapı-siyaset tartışması bakımından, egemen siyasal özne olarak devletin
‘yöneten sınıfın bir aracı’ olduğu iddiası ise devlet iktidarı için mücadelede
ekonomik yapının siyasal güçlerin dengesini belirlediği anlamına gelmektedir.
Hatta bir araç olarak devletin bu araçsal biçiminin siyasal güçlerin
kontrolünün devamında etkili olduğu düşünülmektedir (Jessop, 1982: 12).
Dolayısıyla yaklaşımın temel tezi, kamu politikalarının sermaye
sahiplerinin uzun dönemli sınıf çıkarlarına uygun biçimlendirilebileceği, bu
politikaların devlet kurumları aracılığıyla kabulünün ve uygulanmasının
güvenceye alınmasıyla da bu sınıfın etkin ve etkili olacağı üzerinedir.
Devletin sınıf mücadelesinin bir nesnesi olarak anlaşılması, ona bir üstyapı
kurumu olarak toplum içindeki diğer kurumlar ve sınıflar üzerinde gücünü
yansıtan bir örgütlenme olduğu görünümünü de verir. Nitekim ‘Fransa’da İç
Savaş’da sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları zümresi ve adli erkan
gibi organlarıyla merkeziyetçi devlet iktidarının on dokuzuncu yüzyılda
geliştiği, sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının
ilerlemesiyle de devlet iktidarının işçi sınıfını baskı altına almaya yarayan bir
kamu gücü ve bir sınıf egemenliği aygıtına dönüştüğünden sözedilmektedir
(Marx,
Akt:
Lenin,
1998:
38).
Devletin
gücünün
merkezileşmesinin
karakteristiği olan bu aygıtlar, doğrudan burjuva sınıfıyla bağlantılı (Lenin,
1998: 27) olup, “iktidar’ın özel bir örgütlenmesi”(Lenin, 1998) olarak devletin
belli sınıfları baskı altında tutmak için kullanılan bir şiddet örgütü olarak tarif
edilmesine neden olur. Dolayısıyla devlet, egemen sınıfın üstünlüğünü
dışarıda ve içeride koruyan, mülkiyetini ve çıkarını karşılılı olarak güvence
altına alan bir örgütlenme biçimidir. Engels’in destekleyici ifadesiyle;
“..devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama
aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural
olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde,
siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı
boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın
devletidir” (2005: 201).
Klasik metinlerin dışında araççı yaklaşım içinden Miliband’ın hakim
“demokratik- çoğulcu” devlet teorisine karşı kapitalist toplumda devletin rolü
72
ve doğasının araştırıldığı (1990a:42) çalışmasında, “devletin neden kapitalist
sınıfın çıkarlarına hizmet ettiği?” sorusu incelenir. Buna göre sermayenin
siyasal egemenliği, siyasal ve ekonomik güç tekeline sahip olmasıyla ilişkilidir
(Yılmaz, 2002: 42). Bu bağlamda ‘yönetici sınıf’ üretim araçlarına sahip olan,
onları denetleyen ve bunun verdiği ekonomik güçle devleti topluma
hükmetmek için bir araç olarak kullanan sınıftır (Miliband, 1969: 22 Akt: Gold,
Lo, Wright, 1976: 5). En temel düzeyde, bir toprak parçası üzerinde siyasal
egemenlik olarak devlet; bürokrasi ve ordu gibi ‘devlet aygıtları’ yoluyla
korunur ve yönetilir (Yılmaz, 2002: 45). Devlet aygıtları ve ülke toprakları
üzerindeki nüfus üzerinde güce sahip olan yönetici sınıf, böylece açık bir
şekilde sınırları belirlenmiş bir toplumsal sınıfı ifade eder.
Toplumsal bir sınıf olan yönetci sınıfa karşı devletin temel işlevi ise
sermaye birikiminin sürekliliğinin güvenceye alınması ve yeniden üretiminin
sağlanmasıdır. Bunun tehlikeye girdiği dönemlerde ekonomik krizleri önlemek
için yapılan devlet müdahaleleri, onun bu sınıfla özdeş olduğu sonucunu
doğurur.
Devlet
müdahalelerinin
bir
yönü,
gerekli
endüstrilerin
ulusallaştırılması, temel hizmetlerin devlet tarafından sağlanması, para ve
kredi üzerinde merkezi kontrol, yatırımlara devlet yardımları, metaalar için
geniş devlet pazarının yaratılması, araştırma geliştirme projelerinin devlet
tarafından desteklenmesi biçiminde olabilmektedir. Ekonomik ve siyasal
alana ilişkin bu reformların uygulamaya geçiş sürecinde devletin karşıt
sınıfların olası direnişini belirli sınırlar içinde tutması (Gold, Lo, Wright, 1976:
6), onun hangi sınıf lehine işlevler üstlendiğinin bir göstergesini sunmaktadır.
Etkin bir emek gücünün varlığını sürdürmek için sermayenin kabul edilemez
ve sınırlandırıcı bulduğu ve kendi başına kesinlikle girişemeyeceği bu
reformları yapmak, devletin işlevleri arasındadır. Bu işlevlerinin yanı sıra,
ulusal çıkar ve kapitalist ilişkilerin sürekliliğinin sağlanması, yine aynı sürecin
bileşenleri olarak görülür. Buna göre devlet, dış rekabete karşı yerel
sermayeyi kollayan, ileri teknolojiyi destekleyen ve endüstriyel ilişkiler üzerine
sınırlandırıcı kontrolleri içeren politikalar izleyebilir, sermaye için karlı
olmayan gerekli ekonomik faaliyetlerin organizasyonunu üstlenerek bunlara
destek verebilir.
73
Devletin sermaye sınıfının gereksinimlerine yönelik bu işlevleri
gerçekleştirebilirliği prensip olarak onun bir siyasal güç olarak, aralarındaki
çatışmalara rağmen, sermayenin bütün dilimlerine karşı eşit bir şekilde
kullanılabilecek tarafsız bir araç olduğu izlenimi de verir. Çünkü devletin bu
işlevleri yapabilmesi, onun bütünsel kabul edilen farklı sermaye sınıfı
dilimlerine
karşı
özerkliğini
zorunlu
kılar.
Burada
özerklik,
devletin
sermayenin uzun dönem çıkarlarına yönelik işleyişini sağlayan önemli
mekanizmalardan biridir. Bu sayede devlet, kapitalist çıkarlara doğrudan
tepki vermeyip hem kapitalist sınıfın genel bütünlüğünü korur, hem de
gerektiğinde bunun sürdürülmesi için işçi sınıfına kısa dönemli ödünler
verebilir (Yılmaz, 2002: 48).
Bu anlamda araççı yaklaşımın farklı bir yorumu, liberal parlementer
rejimlerde devlet aygıtlarının bütün siyasal güçlere eşit, etkili, bağımsız,
tarafsız
bir
kurum
olarak
görünen
sosyal
demokrat
hareketlerin
reformculuğuna uzanır (Jessop, 1982: 14). Araççı yaklaşımda olduğu gibi
devletin ekonomik niteliğini ön plana çıkaran ve Keynesyen politikalarla ilişkili
bu reformlar, onun sınıfsal bölüşüm ilişkileri bakımından gelir dağılımı
üzerindeki etkisine odaklanarak sermaye karlarının ücretler aleyhine
korunması ve yenilenmesi için ekonomiye nasıl müdahale ettiğini göstermeye
çalışır. Devletin böylesi müdahalelere yönelmesinin arkasında genellikle
sendikal mücadeleler veya uluslararası rekabetten kaynaklanan karlılığı
engelleyici baskılar bulunmaktadır. Bu gibi durumlarda uygun devlet
müdahalesi, kardaki düşüsün özgül biçimine ve sınıfsal güçler dengesine
göre konumlanır (Jessop, 2008: 50-1). Mali değişiklikler, devlet transferleri,
satınalmalar, sübvansiyonlar, ulusallaştırma, devaülasyon, ücret denetimleri
ve sendikal faaliyetler üzerinde yasal kısıtlamalar gibi yollarla sermayenin
yeniden üretiminin önündeki engeller kaldırılabilir (Gough, 1975: 84). Kamu
hizmetlerinin devletçe doğrudan sağlanması, devletin özel girşimine yönelik
finanse edici işlevleri ve serbest özel işleyişin sınıf güçleri dengesine ve her
tekil durumun siyasal yapısına bağlı olduğu bu analiz, devletin neden ulusal
sermayenin siyasal çıkarlarına göre davrandığını ortaya koymaya çalışır
(Gough, 1975: 85). Devlet müdahalelerinin sermayenin ihtiyaçları ile
74
ilişkilendirildiği bu tür çalışmalarda bir bütün olarak, sermayenin ekonomik
gereksinimleri için tekil sermayelerinkilerin reddebilmesi ve doğrudan belli
hizmetlerin devletçe sağlanmasının nedenlerinin ortaya konulması, bu
yaklaşıma göre devletin anlaşılabilmesini kolaylaştıracaktır.
Araççı yaklaşımla ilişkilendirilen devletin ekonomik niteliğinin başka bir
biçimi, Lenin’in(1998b) emperyalizm14 üzerine çalışmalarına dayanan “tekelci
devlet kapitalizmi” yaklaşımı olup, kapitalist toplum biçiminde devletin rolünün
niteliksel olarak artmasıyla karakterizedir. Kapitalist devletin doğasını
sermaye birikiminin içkin eğilimlerinden türeten yaklaşım, devleti hakim
tekellerin bir aracı olarak düşünür. Marx ve Engels’in “siyasal yürütme
gücünün tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey
olmadığı”(2005) ifadesi de araççı yaklaşımda olduğu gibi devleti ekonomik
temelin gölge bir yansımasına indirir.
Kapitalizmin genel krizininin ikinci aşamasında, savaş sonrası
dönemde, yani 1950’lerin ortasından itibaren devam eden sermaye birikimi
sürecinde kapitalizmin yeni bir biçimi olarak yeniden dikkatleri üzerine çeken
(Jessop, 1982: 40-41) yaklaşım, devlet müdahalelerini onun ekonomik gücü
ile ilişkilendirir. Buna göre devletin ekonomiye yoğun müdahalesi şöyledir;
temel sanayilerin ulusallaştırılması, zorunlu hizmetlerin devlet tarafından
sağlanması, kredi ve para üzerinde kontrol, yatırımlar için devlet yardımı,
ticari mallar için geniş bir devlet pazarının oluşturulması, devlet destekli
araştırma geliştirme, ücretlerin devletçe kontrolü ve ekonominin devletçe
plalanması(Jessop, 1982: 46; Jessop, 2008: 53). Bu müdahalelerin sonucu
olarak ekonomik alanda genişleyen devlet etkinliği, tekellerin güçlü
pozisyonlarının korunmasını ve devletin siyasal gücü ile birlikte ekonomik
gücünün koordinasyonunu ifade eder. Savaş sonrası büyüme döneminde
sosyalist dünya sistemi ile rakebet ve kapitalizmin gelişiminde devlet
14
Sanayi ve banka sermayesindeki tekellerin yükselmesi, sermayenin dolaşımı, uluslararası tekeller,
dünyanın büyük kapitalist güçler arasında bölünmesi genel olarak devletin siyasal egemenliğin baskı
aracı olması ve aşırı ekonomik zorlamanın kullanılması ile ilişkilidir (Jessop, 1982: 33-35; Jessop,
2008: 53). Jessop’ın ‘tekelci devlet kapitalizmi’ anlamında İngilizce ‘stomocap’ olarak kısalttığı
yaklaşım, kapitalizmin eylem yasaları teorilerinde merkezi bir yer işgal eder. Fakat siyasala verilen
öncelik daima devletin tekelin egemenliğinin sağlanmasında hayati olduğunu ima eder.
75
müdahalesinin yeni bir biçimi olarak tekil kapitalist çıkarlara karşı tekelci
sermayenin kolektif çıkarlarının korunması, devletin özerkliği, yani devlete
sınıfsız olarak davranılması ile ilgilidir (Jessop, 1982: 40-41). Araççı
yaklaşımda olduğu gibi Marx’ın politik ekonominin eleştirisinin altyapı-üstyapı
yorumuna dayalı bu çalışmalarda kriz yönetiminde devletin rolünün
yükselmesi özellikle vurgulanır. Kapitalizmin temel yasalarının nedenleri,
üretim güçlerinin toplumsallaşmasının büyümesi ve kar oranlarının düşme
eğilimi gibi sorunlar yaklaşım içerisinde öne çıkan konulardır.
Gerek
üretim
ilişkilerinden
ziyade,
bölüşüm
ilişkileri
üzerine
odaklanarak kapitalist üretimin yeniden yapılandırılmasında devletin rolünü
göz ardı eden sosyal demokrat yaklaşım (Gough, 1975: 86), gerekse
kapitalist üretimin yeniden örgütlenmesinde devlet müdahalesinin aşırı rolünü
vurgulayan tekelci devlet kapitalizminin her ikisinin birden devletin sermaye
sınıfının bir aracı olduğu ortak varsayımını paylaştıkları söylenebilir. Sermaye
sınıfının genel ekonomik çıkarlarına yönelik işlevlerinin gerçekleştirilmesinde
devletin ekonomik niteliğini vurgulamaları ise araççı yaklaşımda olduğu gibi
bu yaklaşımlara yönelik “ekonomik indirgemecilik” eleştirisinin yöneltilmesinin
temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Bu eleştiri, ağırlıklı olarak
“ekonomik indirgemecili”ğe ya da bir üstyapı kurumu olarak devletin
altyapı’nın bir yansıması olarak alınmasına karşı onun “göreli özerkliğini”
vurgulayan yapısal-işlevselci yaklaşımlarca yapılmaktadır. Ekonomik niteliği
öne çıkartılarak en önemli üretim gücü olarak görülen devletin sınıf
karakterinin göz ardı edilmesi ise daha çok devleti sınıf mücadelelerinin bir
alanı olarak gören yaklaşımlarca yapılmaktadır.
Nitekim kapitalist sınıfı devlete sistematik olarak bağlayan belirli
kurumların açığa çıkarılması konusundaki katkısının yanı sıra izleyen
kısımlarda da üzerinde durulacağı gibi üretim araçlarıyla olan ilişkilerine göre
biçimlenen sınıflar yerine, toplumsal ve siyasal gruplaşmaları görmesi ve
devlet politikasının şekillenmesinin ekonomik olarak güçlü kişilerin iradesine
indirgemesi kendisine yöneltilen eleştirilerin temelini oluşturmaktadır. Başka
bir ifadeyle, kimin yönettiği sorusuna odaklanan yaklaşım, dikkati politik
temsil ve devlet müdahalesi biçimlerine çektiğinden, bu biçimlerin belirli bir
76
sınıfın
uzun
dönemli
çıkarlarına
uygun
sınıfsal
güçler
dengesinin
sağlamlaştırılmasına (Gold, Lo, Wright, 1976: 6; Jessop, 1982: 10; Jessop,
2008: 47; Poulantzas, 1990: 21 ) odaklanılması kapitalist devletin anlaşılması
için yeterli değildir. Bu bağlamda yaklaşım örneğin, Poulantzas’ın da devletin
“göreli özerklik” tezine kaynaklık eden ekonomik olarak baskın sınıfın devlet
aygıtında kilit rolleri ele geçiremediği durumlarda hangi baskın üretim
biçiminin başarılı olacağını ve devletin sınıf mücadelesinde geçici denge
sağlayarak hakim sınıf
karşısında bağımsızlık elde ettiği durumları
açıklayamamaktadır15 (Jessop, 1982: 15; 2008:46). Başka bir ifadeyle,
devletle yönetici sınıf arasındaki ilişkinin devlet aygıtının üyelerinin toplumsal
kökeni ve yönetici sınıfın üyeleriyle kişilerarası ilişkilerinde olduğu belirtilirse
ve böylelikle burjuvazi neredeyse fiziksel olarak devlet aygıtını “tekeline”
alırsa, devletin bu sınıf karşısındaki göreli özerkliği açıklanamaz (Poulantzas,
1990: 29). Bunun yanı sıra kapitalist sınıfın homojen kabul edilmesi de devlet
müdahalesinin ve giriştiği reformların da bütün kapitalist sınıfın çıkarlarına
göre yapıldığı sonucunu vermektedir. Bu nedenle toplumsal sınıflara ilişkin
farklı sermaye gruplarının kendileri ve işçi sınıfı ile aralarındaki çatışmaların
bir sonucu olarak devlet alanı tanımlanamamaktadır.
2.1.2. Yapısal-İşlevselci Yaklaşım: Sınıflar Üzerinde Tarafsız- Özerk Bir
Güç Olarak Devlet
Ekonomi-siyaset, yapı-mücadele ve özne-nesne gibi ikili düzeyler
arasındaki ilişkileri sorgulayan yapısalcı teori, yapı kavramının göreli özerklik
taşıyan düzeylerinin bir toplumsal formasyonun ‘yapısal karmaşıklığında’
birleşmesinin yollarını gösterir (Swingewood, 1998: 361). Yapısalcı teoriyi16
15
19. yüzyıl. İngiltere’sinde toprak aristokrasisinin sermaye adına yönetimi ve II. Bonaparte dönemi
yükselen burjuvazi ve feodal lordlar arasında geçici denge sağlayan devlet bununla ilişkilidir (Jessop,
1982: 16).
16
Yapısalcılığın temel ilkesi, gözlemlenebilir olan şeylerin ancak temeldeki bir yapı ya da düzenle
ilişkileri temelinde anlam taşımasıdır. Bütünün içindeki parça bütünle anlamlı olacak biçimde ve
sistemle kurduğu ilişkideki işlevi bakımından anlamlıdır. Tekil bir sözü açıklamak ve anlamak için
işlevler, normlar ve kategorilerin “gizli” sistemiyle bağ kurulur (Swingewood, 1998: 346-347).
Eagleton’a göre bir sistem içindeki öğelerin konumu ve işlevinin eşzamanlı analizi yapısalcılık,
metedolojik olarak Saussure’nin “eşzamanlı analiz”i savunduğu dil anlayışına dayanır ve artzamanlı
yani tarihsel analizden ayrılır. Temel bir sistem, ya da yapı şeklinde düzenlenebilecek sınırlı sayıda
işlevler saptanabileceği ve eşzamanlı öğenin önceliği savunulur. Bunun anlamı toplumsal ilişkilerin
77
Marksizm’e taşıyan Althusser (2006), karmaşık bir bütün içerisinde işlevsel
olarak birbiriyle ilişkili ekonomi-siyaset gibi özerk düzeylerden oluşan nesnel
yapılardan söz eder. Buna göre her bir düzeyin işlevi, ekonomik olanla ilişkisi
nedeniyle değil, bir bütün olarak yapıyla olan ilişkisi temelinde kurulduğundan
ne yapısal olarak, ne de herhangi bir sınıf öznesinin eylemi aracılığıyla hiçbir
düzey başka bir düzeye indirgenemez. Yani her bir kategori birbirlerinden
özerk biçimde ve her birinin bütünle kurduğu ilişkisi bağlamında incelenir.
Ekonomi-siyaset,
özne-nesne
gibi
kategoriler
birbirleriyle
olan
içsel
bağlantılarına göre değil, ekonomi ve siyasetin ayrı ayrı bütünle ilişkisine
göre değerlendirilir. Ancak, toplumsal ilişkilerin ‘siyasal’ olanın yapı
içerisindeki işlevleriyle olan ilişkisi temelinde analizi, devletin siyasal ve
ideolojik işlevlerinin ekonomik olanından daha önemli olduğu anlamına gelir.
Bu anlamda kapitalist toplumsal ilişkilerin neoliberal yeniden yapılanması
konusunda yapısalcılık, devletin işlevinin işçi sınıfının parçalanması ve
yönetici sınıfın ‘hegemonyasının’ örgütlenerek toplumun siyasal ve ideolojik
olarak yeniden üretiminin güvenceye alınması (Clarke, 2004: 30-31)
olduğunu belirtir.
Klasik Marksizm’in temel ‘altyapı-üstyapı’ modelinin yerine ekonomik,
politik ve ideolojik yapıların çokluğu ve bunların birbirine göreli özerkliğinin
vurgulanması, siyasal ve ideolojik düzeylerden oluşan üst yapının göreli
özerkliği anlamında, ‘ekonomik indirgemecilik’ eleştirisiyle ‘üst belirlenim’
kavramını
devreye
sokar
(Callanicos,
2007:
400-404).
“Ekonomik
indirgemecilik”e karşı bu konumlanma, sözkonusu düzeylerden siyasal
düzeyin somutlaşması anlamında devlete diğer düzeylerden daha fazla
ayrıcalık tanınmasını ifade eder. Her bir düzeyin yapı içindeki işlevlerine göre
konumlandığı bir durumda örneğin, ekonomik olan toplumsal bütünün fiziksel
tarihsel kategorilere önceliğinin esas alınmasıdır. Semboller, sembolize ettikleri şeylerden daha gerçek
görünür. Gösterenin gösterilene önceliği, dil gibi toplumsal olan da özerk bir gerçeklik biçiminde
kavranır (Eagleton, 1996: 198-201). Başka bir ifadeyle toplumsal olandan zihniyetler dünyasına doğru
bir hareket olarak yapısalcılık, gerçekliği şey’ler ve toplumsal olgular temelinde değil, öğeler
arasındaki ilişkilere dayanarak açıklar.
78
yeniden üretimini garanti eden teknik bir düzeyi ifade eder. Siyasal alan ise
bireysel öznelerin üretim aracı sahibi olup olmamalarını belirler. Üretim aracı
sahibi olmayanlar emek gücünün sahibi olurlar17. İdeolojik düzey ise bu
bireylerin toplumda kendi rollerini yerine getiren toplumsal özneler olarak
mevcut bölüşüm ilişkilerinin destekleyicileri olmalarını sağlar (Yılmaz, 2002:
55). Dolayısıyla ekonomik düzey Weberyan anlamda, toplumsalın yeniden
üretiminin teknik bir alanını oluştururken, siyasal ve ideolojik düzeyler maddi
yeniden üretimin toplumsal ortamını sağlayan göreli özerk düzeyler biçiminde
konumlanmaktadır.
Althuserci yapısalcı toplum modelini izleyen Poulantzas, sadece
ekonomik düzeyin teorisini sağlayan Marx’ın ‘Kapital’ini tamamlamak
amacıyla o zamana kadar geliştirilmemiş olarak kabul ettiği siyasal
alanın/devletin teorisini kurmak istemiştir. Poulantzas’a göre kapitalist üretim
tarzı ekonomik, siyasal ve ideolojik düzeylerin göreli özerkliği ile oluşan özgül
bir yapıya sahip olduğundan bu göreli özerklik, kapitalist üretim tarzının bir
evresinin kuramı olarak, siyasal kuramın geliştirilmesine olanak tanımaktadır
(2001). Buna göre, ‘toplumsal formasyon’un siyasal yapıları kurumsallaşmış
bir devlet iktidarını gerektirir. Bu nedenle devletin en temel varlık nedeni,
araççı yaklaşımda olduğu gibi sermaye sınıfının çıkarlarından değil, bir bütün
olarak toplumun uyumunu güvence altına alacak bir kuruma olan
gereksinimden çıkarılmalıdır. Sınıfların devletin dışında ve devletten
bağımsız varolan ve devleti pasif bir araç olarak kullanma yeteneğine sahip
basit ekonomik güçler olarak görülmemesi, devletin bu kurumsal yapısına
bağlıdır (Jessop, 2008: 49). Devletin bir bütün olarak kapitalist sınıfın uzun
dönemli çıkarlarının koruyucusu olduğu iddiasındaki araççı yaklaşımın aksine
devletin önemli işlevi, kapitalist formasyonda birliğin sağlanmasıdır. Bu
birliğin sağlanması, devletin toplumsal sınıflara uyumu ile, yani onun nesnel
işlevi sayesinde gerçekleştiğinden devlet aygıtının hangi sınıf tarafından
17
Özerk bireylerin üretim faktörü sahipliğindeki konumlarına göre üretimden alacakları paylar
değişir. (Arazi(Kira), Sermaye(Kar), Emek(Ücret)) Marx’da bu ilişkiler bütünseldir. Toplumsal
üretimi ve yeniden üretimi belirleyen, mülkiyetin dağıtımı anlamında dağıtım kategorisidir. Dağıtımı
belirleyen de üretim kategorisidir. Bu ilişkiler toplumsal tarihsel kategorilerle, tikelle bütünselin
birlikteliği ile açıklanabilir (Marx,1973:Introduction).
79
kontrol edildiğinin bir önemi kalmamaktadır. Ortak sınıf çıkarları arasındaki
karmaşık ilişkilerde hassas olması gereken devletin, toplumsal formasyonun
küresel uyumunu garantiye alması ve ekonomik düzeyde engellenemeyen
sermaye birikimini sürdürmesi bu sayede mümkün olacaktır (Jessop, 1982:
17-19).
Kapitalist sınıfın üyelerinin gerçekte sık sık devlet aygıtına ve
hükümete doğrudan katılmasını reddeden Poulantzas’a göre, burjuva sınıfı
ile devlet arasındaki ilişki nesnel’dir. Bu nedenle, belli bir toplumsal
formasyonda devletin işlevi ile aynı formasyondaki hakim sınıfın çıkarları
uyuşuyorsa bu sistemin kendi mantığından ya da yapısından ötürü böyledir.
Bunun ortaya konulması ise devletin rolünün toplumsal bütünün özgül bir
düzeyi olarak açıkça ortaya konulmasını gerektirir (Poulantzas,1990: 26-7).
Bu nedenle Poulantzas, Miliband’ın devletin işlevlerini devlet aygıtı üyelerinin
davranış ve tavırlarına indirger görünmesini eleştirir. Çünkü kapitalist devlet,
sermaye sınıfı üyelerinin devlet aygıtına doğrudan katılmadığı durumlarda,
bu sınıfın çıkarlarına en iyi şekilde, yönetici sınıfın siyasal olarak egemen bir
sınıf olmadığı durumlarda hizmet edebilmektedir (Poulantzas, 1990: 27;
Gold, Lo, Wright, 1976: 6-7). Sermaye sınıfının toplumsal ilişkilere egemen
görünmemesinin bir diğer ifadesi, devletin göreli özerkliğinden çıkarsanan
“sınıflar üstü” konumuna bağlı olarak, sermaye sınıfının homojen değil, farklı
çıkarlara sahip bir grup olmasından kaynaklanan düzenleyici işlevinde açığa
çıkar. Bu farklı çıkarların korunabilmesinin tek yolu ise devletin göreli
özerkliğidir. Bu özerkliğe bağlı olarak devletin düzenleyici işlevi, toplumsal
çelişkilerin uzlaştırılmasının, işçi sınıfının siyasal birliğinin ve sermaye
gruplarının dağınıklığının ortak sakıncalarının giderilmesi gibi işleyen
‘toplumsal formasyonda birlik’i sağlamada kesin bir rol oynar. Böylece, devlet
hem bütün toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak görünür, hem de işçileri
bireyselleşmiş yurttaşlara dönüştürerek, bu sınıfın siyasal birliğini dağıtma
işlevini gerçekleştirmiş olur. Bu işlev eşitlik, tarafsızlık, hukuk kurallarına
bağlılık gibi burjuva demokrasisi biçiminde kendini gösterir ve işçi sınıfının
sınıfsal birliğinin kurulmasının engellenmesi için zaman zaman devlet
tarafından verilen ekonomik tavizleri gerektirir (Yılmaz, 2002: 58; Jessop,
80
2008: 44). Devletin ‘göreli özerkliği’ sayesinde gerçekleştirilebilen bu işlevler,
sadece siyasal yapının ekonomiden göreli özerkliği ile değil, egemen
sınıfların da uzağında durması ile ilgilidir. Devlet, bu göreli özerkliği
sayesinde kapitalist sınıfın çıkarlarını sadece işçi sınıfına karşı değil, aynı
zamanda bireysel kapitalistlerin çıkarlarına karşı da temsil etmek yoluyla
kapitalist bir toplumun yeniden üretimini güvence altına almış olur. Devletin
sınıf karakterinin onun bir bütün olarak yapının yeniden üretimindeki işlevsel
rolü içinde saklı olduğu bu durum, devlete bir ‘nötrlük/tarafsızlık/nesnellik’
görüntüsü verir (Yılmaz, 2002: 59; Jessop, 2008: 49).
Çünkü
devletin
karmaşık bir toplumsal yapı içinde karşıt sınıflar arasındaki çatışmayı
yatıştırarak toplumsal uyumu/ahengi yeniden sağlama işlevinin, sermaye
sınıfının egemenliğinden bağımsız gerçekleştiği düşünülmektedir.
Görüldüğü gibi Poulanzas liberal-demokrat teorinin eleştirisinden çok,
modern devletin sermaye sınıfının ekonomik gereksinimlerinin itaatkar bir
aracından başka bir şey olmadığı görüşüne karşıt olarak, tüm araççılık
biçimlerinin reddedilmesi ve devletin karmaşık bir toplumsal ilişki olduğu
iddiasındadır. “Yönetici sınıf” yerine, “nesnel yapılar” ve “nesnel ilişkiler”
kavramlarının kullanılmasının devletle kapitalist sistem arasındaki diyalektik
ilişkilerin anlaşılmasını önlediğini belirten Miliband’a (1990a:48) göre bu,
Poulanzas’ı liberal-demokratik burjuva teorilerine yaklaştırır. Çünkü devletin
kapitalist ilişkilerin yeniden üretimine yönelik işlevlerinin özerk olarak ama
bütünüyle sistemin kendisine koyduğu “nesnel” ilişkiler çerçevesinde yerine
getirildiği düşüncesi, Poulantzas’ı “ekonomik indirgemecilikten” kaçarken
“yapısal/üst belirlenimcilik”e kaydırmaktadır18. Jessop’a göre de bu durum,
bağımsız bir devlet iktidarının rolünün hem toplumsal uyumu, hem de
sermaye birikimi gereksinimlerini sürdürdüğü görüşü ekonomizm ve sınıf
indirgemeciliğinin reddedilmesi olup, alt ve üst yapı arasında gerekli olmayan
bir uyumluluğu geliştirmek içindir (1982: 19). Dolayısıyla, devleti toplumsal
18
Miliband burada haklı olarak yapısal “üst belirlenim” anlayışının siyasal tehlikesine değinir. Buna
göre “eğer devlet seçkinleri, ileri sürüldüğü gibi bütünüyle nesnel yapılar içinde hapsedilirse, o zaman
örneğin tutucu ya da sosyal demokrat olsun, burjuva meşrutiyetçileri tarafından yönetilen bir devletle,
faşistler tarafından yönetilen arasında temelde hiçbir fark olmadığı sonucuna varabilir” (1990a: 50).
81
sınıflar karşısında “bir uyum unsuru” olarak gören yaklaşım hem bunun
doğasını tanımlayamamakta, hem de devletin bu işlevleri yerine getirirken
hangi mekanizmaları devreye soktuğunu açıklayamadığından bir mücadele
alanı olarak devletin sınıf karekterini ortaya koyamamaktadır.
2.1.3.
Düzenleme
Okulu
Yaklaşımı:
Yapısal-İşlevselci
Analizin
Sürdürülmesi
1960’ların sonu ve 1970’lerin başlarında başlayan fordizm olarak
bilinen kapitalist toplumsal ilişkilerin uluslararası krizi, Marksist devlet
teorisine ilişkin 1980 sonrası yakın dönem tartışmalarda kapitalizmin
krizinden kapitalizmin yeniden yapılanması sorunu üzerine tartışmalara
evrildi. Bu krizin aşılması, ya da kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülmesi,
sermayenin yeniden üretiminin gerekliliği bağlamında neoliberal yeniden
yapılanma ile karakterize post-fordist üretim biçimi ile sonuçlanmıştı. Kitlesel
üretim ve yüksek ücretlerle karakterize fordist üretim biçiminde Keynesyen
ilkelere dayalı geniş devlet müdahalesi, refah devleti uygulamaları, işçi
sendikalarının merkezi rolü ve hem kolektif pazarlığın kurumsallaşması, hem
de bunun için devlet politikalarının formülasyonu gibi ilkeler sözkonusuydu.
Keynesyenizm ise finansal ve parasal genişleme talebi ile artı değerin
üretimine dayalı birikimi kitlesel tüketime yayan düzenleme biçimi olarak,
dünya ekonomisinin derin krizlere girmeksizin aşırı üretim krizlerinin
çözülmesi anlamında kapitalist ilişkileri ifade eder (Clarke, 1991: 103).
Keynesyenizmin
bunalımı
ve
parasalcı
politikaların
kabulü
örneğin,
İngiltere’de ekonominin nasıl yeniden yapılandırılacağı sorunu ile ilişkili
olarak düşük enflasyon, artan teşvikler, vergi indirimleri gibi önlemlere karşılık
işçi
sendikaları
ile
uzlaşmayı
ve
işçi
sınıfına
ödünler
vermeyi
gerektirmemektedir (Jessop ve diğerleri, 1987: 45).
Kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminde 1980 sonrası neoliberal yeniden
yapılanma dönemine denk yeni üretim teknikleri ile karakterize post-fordist
üretim biçimi ise mikro elektroniğe dayalı olup; esnek çalışma biçimlerini, işçi
sendikalarının ve devlet müdahalesinin rolünün azaltılmasını, yeni bireycilik
biçimlerini ve yeni üretim ve tüketim ilişkilerini içermektedir (Bonefeld ve
82
Holloway,
1991:1).
Düzenleme
yaklaşımınca
post-fordizmin
yapısal
koşullarını hazırlayan ve “aşırı birikim krizi” olarak nitelendirilen fordizmin
krizinin göreli artık değer üretiminin bir sonucundan ziyade, üretim
biçimlerinin köklü dönüşümleri ile açıklanması (Clarke, 1991: 109), krizin işçi
sınıfının militanlığı, emek kıtlıkları ya da kar oranının düşme eğilimine
bağlanmasına neden olmaktadır. Bu da birikim eğilimlerinin döngüsel krizlerin
üzerinden gelinmeksizin, birikimi yeniden düzenleyen neoliberal politikalarla
kitlesel işsizlik ve işverenlerin ve devletin işçi sınıfına saldırısıyla emeğin
yoğunlaştırılmasına neden olmaktadır. Krizin bu biçimde nedenselleştirilmesi
Keynesyen refah devletinin uluslararası gerileyişi karşısında örneğin,
İngiltere’de yeni sağ’ın ideolojik ve siyasal konumlanmasında, savaş sonrası
dönemle bir kopuş olarak tarif edilen Thatcherist politikaların, yeni ulusal
popüler bir uzlaşma üretmeyip, yeni organik iktidar bloğuna dayanma
ihtiyacını ortadan kaldırmasıyla sonuçlanmıştır (Jessop ve diğerleri, 1987:
42).
Fordizmin krizinin ardından Marksist devlet teorisi içinden sermayenin
yeniden üretiminin belirsizliği ve aşırı birikim eğilimleri üzerine analiz, yapısalişlevselcilik esinli “düzenleme okulu”nca yapıldı. Fransa kökenli yazarlarca
geliştirilen Keynesyenizm, fordizm19, post-fordizm ve devlet müdahalesine
ilişkin
konular
düzenleme
teorisyenlerince
yapılan
bütün
kalkınma
analizlerinde merkezi bir önem oluşturdu (Bonefeld ve Holloway, 1991:1).
1980’lerin Marksist devlet tartışmalarında önemli bir yer tutan ve Fransız
‘düzenleme okulu’nca sürdürülen Poulantzas esinli yapısal-işlevselcilik
etkisindeki yaklaşım, Aglietta (1979: 355) ve Lipietz’in (1987) yapı’ların
kendilerini yarı-otomatik olarak, etkili bir sosyal acenta ve önemli dönüşümler
olmadan nasıl sürdürdükleri sorusunu merkeze alır. Bu yazarlara göre,
sermaye ilişkilerinin kaçınılmaz çelişkileri ve krizlerine rağmen, kapitalizmin
kendisini nasıl yeniden yapılandırdığı, onun özgül kurumsal gelişme
biçimlerine bağlanmaktadır. Bu biçimler, ‘toplam gelirin üretimi ve dağıtımının
19
Fordist devlet, kuramsal olarak ilk kez erken 1980’lerde Almanya’da Hirsch(2004), İngiltere’de
Jessop tarafından geliştirildi.
83
makroyapısına uyan biçimde, birikimin belirli rejimi olarak bazı düzenleme
biçimleri ile oluşmaktadır (Lipietz, 1987: 3-4 akt: Jessop, 1991: 71; Aglietta,
1979: 355; Aglietta 1982: 7). Başka bir ifadeyle kapitalist toplumsal ilişkilerin
sürekliliği, fordizm ve post-fordizm gibi tarihsel özgül kurumsal biçimler,
düzenleyici kurumlar ve davranış normları aracılığıyla dolayımlanmaktadır.
Bunlar ücret ilişkileri, rekabet biçimleri, para miktarı, devlet, uluslararası ticari
ve finansal sistem, davranış normları ve hesaplama biçimleri gibi sistemin
yapısal özellikleri ile ilişkilidir (Jessop, 1991: 73).
Savaş sonrası kapitalizmin farklı birikim rejimlerine işaret ettiği
görüşündeki ‘düzenleme okulu’na göre (Aglietta, 1982: 10), ilkin fordist üretim
teknikleriyle karakterize yoğun üretim rejimi ve bunu takiben esnek üretime
dayalı post-fordist üretim rejimi, sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayan
yapısal biçimlerdir. Sermaye birikiminin farklı düzenleme biçimlerinden biri
olarak kabul edilen fordist üretim, aynı zamanda farklı bir birikim rejiminin,
yani aşırı üretimin farklı bir biçimini ifade eder. Geniş birikim rejiminin yapısal
krizi, 1929 ekonomik krizi, yeni düzenleme modeli, fordist üretim biçimi ile
sonuçlanmıştır. Yoğun birikimle karakterize fordist üretim rejiminin istikrarının
sermayenin azalan kar eğilimleriyle başetme konusunda geçici olması, bu
üretim biçiminin yapısal krizi post-fordist birikim rejimini getirmiştir (Clarke,
1991: 105-6).
Fordist devletin kavramsallaştırılmasına yoğun ilgi düzenleme okulu
yazarlarının yanı sıra, 1980’lerde Almanya’da Hirsch’in, İngiltere’de de
Jessop’ın çalışmalarınca sürdürüldü. Hirsch’in “fordist güvenlik devleti”
üzerine makalesi (2004), devlet teorisinin yeniden biçimlenmesi ve fordist
devlet kavramsallaştırmasının geliştirilmesi bakımından önemlidir. Buna göre,
sermaye birikiminin gelişiminde karşılaşılan sürekli krizlere karşı üretimin
toplumsal ilişkilerinin baştan sona siyasal olarak düzenlenmesi, fordist ve
post-fordist üretim biçimlerinden izlenebilmektedir. Fordizmi düzenleyici
okul’a yakın bir perspektifle analiz ederek, fordist rejimin birikim için uygun bir
siyasal biçim olduğunu belirten Hirsch, fordizmin krizinin aynı zamanda
fordist devlet biçiminin de krizi olduğunu söyler. Buna göre, sermaye
birikiminin sürekliliği, önceki yeniden üretim biçiminin uygun toplumsal
84
koşullarının altını kazdığından, fordist devlet biçiminde kurumsallaşan
toplumsal istikrarsızlık, yeni toplumsal hareketlerin yükselmesine, sınıf
uzlaşmasının bozulmasına ve üretim biçimin bütünsel bir dönüşümüne yol
açmıştır (2004: 190). Neoliberal yeniden yapılanma ile karakterize bu
süreçte, devletin toplumsal ilişkileri yeniden yapılandırmak için sermayenin
krizlerinde saklı bulunan istikrarsızlıkların giderilmesine cevabı, post-frodist
birikim rejimi olmuştur. Çünkü sermayenin krizlerinin üstesinden gelebilmek
için toplumsal istikrarın sağlanması anlamında “fordist güvenlik devleti,” postfordist devlet biçiminin oluşmasını sağlayacak biçimde devletin düzenleyici
işlevini öngörmüştür. Ancak, yeni üretim biçimi olarak post-fordizm, devletin
ekonominin düzenlenmesinden çekilmesi anlamına gelmeyip, onun hayli
farklılaşmış ve esnekleşmiş biçimi ile işçi sınıfının parçalanmasına ve
üretimin esnekleştirilmesine uygun bir yeniden düzenleme biçimini ifade
etmektedir (Bonefeld and Holloway, 1991: 4-5). Bu nedenle sermaye birikim
sürecinin güvence altına alınması ve toplumun kapitalist üretim ilişkilerince
yeniden yapılanmasına ilişkin bir analiz, üretim güçlerinin kapitalist ilişkiler
temelinde bir analizinin yanı sıra iş bölümünde, sınıf ilişkilerinde ve genel
olarak toplumsal ilişkilerdeki bütünsel bir değişiminin analizini amaçlamalıdır
(Hirsch,
2004:
182-183).
Hirsch’in
analizine
göre
devlet,
araççılık
yaklaşımında olduğu gibi bir araç olarak değil, polis, okul, sosyal yardım
kurumları gibi toplumsal ilişkilerin çeşitli düzeylerinde görülen düzenleme
biçimlerinin somutlaştığı bir yapı olarak anlaşılmalıdır. Devlet bu biçimler
aracılığıyla toplumsal organizmanın içlerine uzanır ve toplumsal yapıya sıkıca
bağlananarak onun bürokratik kontrolünü sağlar. Böylece, toplumun
ekonomik yeniden üretimi ve işlevsel uyumu yeniden düzenlenerek
baskılanıp gözetim altında tutulması garantiye alınır (Hirsch, 2004: 182).
Görüldüğü gibi Hirsch’in düzenleme yaklaşımı perspektifli analizinde,
toplumsal çatışmaların kapitalist sömürüden kaynaklandığı kabul edilmekle
birlikte, tıpkı yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi, bu çatışmaların sınıf
mücadelesi ile ilişkisi kurulmaz. O’na göre toplumsal ve siyasal çatışmanın
yapısından kaynaklanan üretim biçimlerine bağlı dönüşümün siyasal sistemin
toplumsal sorunları çözme yeteneğini sınırlaması; siyasal partiler, bürokratik
85
yönetim ve sendikalar arasındaki karşıtlıkların azalmasının da nedenidir.
Örneğin post-fordist üretim biçiminde geleneksel mücadele biçimlerinin20
yerini, bürokratik siyasal aygıta karşı kurum dışı yeni toplumsal hareketlerin
yeni çatışma düzeyleri almıştır (Hirsch, 2004: 190). Bu anlamda İngiltere’de
görüldüğü gibi Thatcher’la başlayan geniş toplumsal yeniden yapılanmada,
yeni toplumsal hareketlerin rolü daha belirgin çizilmiştir (Jessop ve diğerleri,
1987: 55).
Düzenleme okulu analizinin ekonomik yapıdan ziyade, siyasal yapı ile
ilişkili olduğunu belirten yapısal-işlevselci yaklaşım etkisindeki Jessop’da,
üretim ve tüketimle karakterize fordist birikim rejimleri ve düzenleme
biçimlerinin, kapitalist toplumsal ilişkilerin çelişkili niteliğine rağmen, kapitalist
yeniden üretimi koruyan kurumsal birlik ve karmaşık normları ifade ettiğini
belirtir (1991: 72). Buna göre, devletin işlevleri birikim rejimi ile ilişkili olup,
toplumsal yapının oluşumu, sınıf mücadelesi ve kapitalist üretimin nesnel
yasalarıyla belirlenir. Düzenleme biçimi ve onun işleyişinin üstyapı aygıtları
aracılığıyla olması, devletin etkinliğinin düzenleme sürecinde yoğunlaştığı
anlamına gelir. Kar oranının düşme eğilimi ekonominin belirleyici bir rol
oynadığını gösterse de siyasal olan egemen roldedir (Jessop, 1991: 75).
Buna göre örneğin, devlet ve iktidar bloğu arasındaki ilişkilerle biçimlendiği
düşünülen Thachergil siyaset, sınıflararası mücadele ile değil, egemen
sınıflar ve devletin içindeki yapısal bunalımla ilişkilendirilir. Böylece, kamu
harcamalarındaki kısıntılar ve maliyetlerin yükü alt sınıflara ve sendikalara
yüklenmesine rağmen, yönetsel otoritenin güçlenmesi sonucu finans kapitalin
serbestliği, değişim ve faiz oranlarında olası belirsizlikler ve enflasyona karşı
istikrar politikası gereği neoliberal yeniden yapılanma haklılaştırılabilir
(Jessop ve diğerleri, 1987: 53-54). Alt sınıfları-işsizleri-ayrıcalıksızları
koruyan, ekonomik büyümeyi, tam istihdamı ve evrensel refah uygulamalarını
ifade
20
eden
Keynesyen
refah
devleti
modelinin
toplum
üyeliğinde
Yapısalcı kurama göre işçi sınıfı, sendikalar ve sosyal demokrat partiler aracılığıyla ‘fordist güvenlik
devleti’nin yapısına eklemlenmektedir. Bu post-fordist aşamada sınıf mücadelesinin yerini özlemleri
sınıf politikasının geleneksel biçimleriyle karşılanmayan ‘yeni toplumsal hareketler’ ile
marjinalleşmiş katmanlara bırakır (Clarke, 2004: 75).
86
bütünleştirme girişimi olan “tek ulus” yaklaşımına, çok büyüdüğü iddia edilen
refah toplumunu daraltmak ve küçük, sosyal güvenlik devleti kurmak adına
son verilmektedir. Keynesyen modelin “tek ulus”una karşılık, Thatcherizm’in
“üretkenler”i “asalaklar”la karşı karşıya getiren tek ve dikey bir toplumsal
bölünme imgesini içeren “iki ulus yaklaşımı”21, genel olarak üretken sektörün
devlet desteğine gerek duymaksızın karlı bir şekilde piyasada mal ve hizmet
üretimi olarak kabul edilir. “Asalaklar” ise sadece işsizler, emekliler, malüller
gibi farklı sınıfların yanı sıra, kapitalist rasyonalik anlamında kamu, ya da özel
sektörün karlı olmayan ekonomik etkinliğini içerir. Bunun dışında kalanlar ise
sadece etkinlikleri devletin asgari bekçiliği rolündeki polis, silahlı kuvvetler ve
vergi toplayıcılar gibi memurlardır (Jessop ve diğerleri, 1987: 50-2).
Jessop’a göre post-fordist yeniden düzenlemeye, ya da kapitalist
devlete ilişkin bir analiz, devletin farklı kurumsal biçim ya da biçimlerinin yanı
sıra, siyasal iktidar dengesinin devlet biçimi dışındaki faktörlerce nasıl
belirlendiği konusu üzerinde de durmalıdır. Bu, kapitalist devlet biçiminin en
önemli genel özelliğinin onun tikelleştirilmiş sermaye döngüsünden kurumsal
olarak ayrışmış olmasıyla ilgilidir. Başka bir ifadeyle devlet aygıtının
gerekliliği, piyasanın üzerinde ve dışında duran tarafsız bir organ aracılığıyla
güvenceye alınması gereken sermaye döngüsünün önemli ekonomi dışı
önkoşulları gerektirmesi nedeniyledir (Jessop, 2001a: 169). Thatcher’in
iktidar politikasının “iki ulus yaklaşımı”nın hem yönetsel ve hukuksal
düzenlemeleri, hem de daha fazla devlet müdahalesini gerektirmesinde
olduğu gibi, devletin sınıfların üzerindeki görünümü sayesinde daha geniş bir
üretim için gerekli olan koşullar oluşturulabilmektedir. Bunun alt sınıfları
çatışmaya sürükleyecek olması ise artan baskı ve polisiye önlemleri
gerektirdiğinden,
21
Thatchergil
programın
otoriter
unsurları
hukuksal
“İki ulus yaklaşımı”, üretenlerin piyasa aracılığıyla üretime yaptıkları katkı nezdinde
ödüllendirilmelerini, piyasada aynı oranda katkıda bulunmadaki başarısızlıkları nedeniyle
“asalaklar”ın da bundan zarar görmelerini hak edip etmedikleri ile ilgilidir. Bu yolla Thatcherizm, işçi
sınıfını geleneksel araçlara bağlı ve daha özelleşmiş yönde yeniden düzenlemeyi, sendikal hareket
içinde daha üretimci bir tutumu başlatmayı ve daha büyük yatırımlarla daha büyük bir riske girmeyi
cesaretlendirmeyi ummakdadır (Jessop ve diğerleri, 1987).
87
düzenleme ve kısıntılar bağlamında ekonomik ve siyasal bunalımın yönetim
sorunları olarak ifade edilir (Jessop ve diğerleri, 1987: 51-52).
Dolayısıyla Jessop, tıpkı yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi
araççılığı, bir yandan devleti ekonomik düzeyin bir yansımasına indirgediği,
öte yandan da devletin bu düzeyi dönüştürmede kullanılabilecek bir araç
olabileceğini ileri sürdüğü için içsel olarak tutarsız bulur (Jessop, 2001: 170).
Kapitalist toplumsal örgütlenmenin ekonomi-siyaset, yapı-özne düzeylerini
yapısalcılıktan devr aldığı kuramsal çerçeve dahilinde incelemesi ise ‘birikim
stratejisi’
ve
‘hegemonya
projesi’
kategorilerini
kullanırken
ki
kavramsallaştırmasından da izlenebilir. Ekonomik alana ilişkin bir kategori
olarak ifade ettiği değer biçiminin yerine ‘birikim stratejisini’, siyasal alana ait
gördüğü devlet biçiminin yerine ise ‘hegemonik proje’ kategorisini koyar
(Jessop, 2001: 157). Birikim stratejisi üretim ilişkileri ve sınıfsal güç gibi
ekonomik gelişmeyle ilgili iken, hegemonya projeleri askeri projeler,
toplumsal reform, siyasal istikrar gibi ekonomi-dışı, yani siyasal alana
ilişkindir. Toplumsal güçler üzerinde uyum ve ahenk sağlama işlevini
‘hegemonya projeleri’ yerine getirirken, ekonomik düzeyin konusu ‘birikim
stratejisi’, yani maddi üretimi gerçekleştiren teknik bir alanı ifade eder.
Görüldüğü gibi, sınıf mücadelesi ve kapitalist gelişmenin temel
yasaları arasındaki ilişkinin Marksist teorinin önemli konularından biri
olmasıyla birlikte, sınıf mücadelesinin kapitalizmin nesnel yasaları tarafından
ikincil düzeyde tutulması yapısal-işlevselci yaklaşımda olduğu gibi fordizm,
post-fordizm ve düzenleme yaklaşımınca da devam ettirilmektedir. Birikim
rejiminin birikimin kriz eğilimlerinin aşılmasından ziyade, aşırı birikim
eğilimince yapılanan kurumsal biçimler olarak görülmesi ekonomi-siyaset,
yapı-mücadele arasındaki ilişkilerin analizinde yapısal-işlevselci modelin
ötesine gidilmediğini göstermektedir. Bu yaklaşımların ötesine gidilmesi,
özellikle 1980 sonrası kapitalist ilişkilerin anlaşılması bakımından ve
çalışmanın temel problematiklerinden de biri olması nedeniyle önem arz
etmektedir. 1980 sonrası Marksist devlet teorisine yönelik tartışmalarda
sınıfların analize dahil edilmesi ise Alman “devlet türetme okulu”nun önemli
bir katkısını oluşturmaktadır.
88
2.1.4. Devlet Türetme Okulu: Sınıfların Analize Dahil Edilmesi
Düzenleme okulu yaklaşımının teorik kökenleri Batı Almanya kökenli
“devlet türetme okulu” içindeki uluslararası Marksist devlet tartışmalarını da
etkilemiştir. Devlet türetme tartışmasının temel amacı, devlet ve sermaye
arasındaki ilişkilerin analizi aracılığıyla devlet faaliyetinin belirlenimlerini ve
sınırlarını açıklamaktır. Başka bir ifadeyle, sermaye ilişkilerinin özgül bir
biçimi olarak devletin anlaşılmasıdır. Altvater’in öncüsü olduğu ‘sermaye
mantıklı’ eğilim olarak bilinen bu tartışmada devlet, belirli kapitalistler
arasındaki rekabetin doğurduğu piyasa başarısızlıkları ile karşılaştığında
‘genel olarak sermaye’nin çıkarlarını korumak için “ideal kolektif bir kapitalist”
olarak işlev gören bir kurumdur (Yılmaz, 2002: 75-76; Jessop, 2008: 56-7;
Jessop, 1982: 81). Genel olarak sermaye ve tikel kapitalistler ayrımı yapan
Altvater, toplumsal sermayenin yeniden üretiminin kesin önkoşullarını tartışır.
Buna göre, bireysel sermayelerin değerlenmesinde zorlamaların konusu
olmayan sermayenin özgül bir kuruma olan ihtiyacı, onun genel sermayenin
çıkarlarına göre davranmasını gerektirir. Çünkü bir kurum olarak devlet,
burjuva toplumunun üstünde ve dışında olup, onun hayati işlevi sermayenin
yeniden üretiminde rekabetin rolünün uyumlaştırılmasıdır (Altvater, 1971: 98100, Jessop, 1982: 91). Devletin sermaye birikiminin siyasal önkoşullarının
hangi temel işlevini sağladığından ziyade, sermaye birikiminde devletin
işlevlerine yoğunlaşan türetmeci okul, burjuva devletin ekonomik işlevlerinin
ekonomik ve siyasal alanlar arasındaki dolayıma bakılmadan kapitalist
üretimin siyasal önkoşullarından doğrudan türetildiğini ifade eder. Buna göre,
burjuva yasal düzeninin yaratılması ve uygulanması, sermaye ve ücretli
emek arasındaki çatışmanın düzenlenmesi ve kapitalist dünya piyasasında
bütün ulusal sermayenin yükseltilmesi gibi sermaye birikiminin toplumsal
koşullarının oluşturulması siyasal düzeyle ilgilidir (Altvater, 1971: 100-102,
akt: Jessop, 1982: 92; Jessop, 2008: 56-7). Bununla ilişkili olarak bu
yaklaşım içinden Flatow ve Huisken’in devlet analizi ise sermayenin zorunlu
doğasına değil, toplumun yüzeyindeki kapitalist ilişkilerin görünümünün
biçimlerine eğilmek gerektiği üzerinedir. Buna göre, devletin burjuva
toplumunun dışında ve yanında duran bir kurum olarak görünmesinin nasıl
89
mümkün olduğu sorusu önemlidir. Bu, aynı zamanda işçi sınıfının devleti
neden tarafsız bir konumda kabul ettiği ile de ilişkilidir. Bunun cevabı ise
kapitalist toplumun özünden ziyade dışındaki ‘yüzeyler’in analizinde bulunur.
Burada sadece kapitalistlerin çıkarı değil, aynı zamanda toplumun bütün
üyelerininki görünür çünkü (Holloway Picciotto:1978: 23, akt: Bozkurt, 2008:
70-71).
Kar oranının düşme eğilimlerinin özel önem taşıdığı bu okul, ekonomisiyaset ilişkisi bakımından devleti burjuva toplumun üzerinde görmekte ve
onun yeniden üretimi için devletin işlevlerine odaklanmakla araççılık ve
yapısalcılık arasındaki tartışmada ikincisine yakın bir yerde görünmektedir.
Ancak sermayenin yeniden yapılandırılması esnasında, emek sürecinin
yeniden örgütlenmesi yoluyla karşıt eğilimleri harekete geçirecek bir siyasal
zeminin varlığını kabul etmesiyle de sınıfsal mücadeleleri dışarıda bırakıp,
devleti bir uyum faktörü olarak gören bu yaklaşımdan uzaklaşmaktadır.
Devletin kapitalizm için zorunlu olduğu dolayısıyla, sınıf mücadelesine
tarafsız olamayacağı, yani müdahalenin kapsamının sermaye birikim süreci
ile ilişkili olduğunun belirtilmesi (Altvater, 1973 akt: Jessop, 2008: 57) bu
yaklaşımı,
araççı
ve
yapısal-işlevselci
yaklaşımlardan
farklı
kılarak
kendisinden sonraki tartışmalara önemli katkı sunmuştur. Kapitalist devlet
sermayenin toplumsal yeniden üretiminde temel bir unsur, tekil sermayeler
arasındaki ekonomik rekabet gücünü tamamlayan ve bunlar tarafından
sağlanamayan içkin gereksinimleri sağlama bağlayan bir siyasal iktidardır.
Holloway’in de belirtiği gibi devlet türetme tartışması, devlet ve kapitalist
toplum arasındaki ilişkide belirlenimcilik ve işlevselci çözümlemelerin
ötesinde devleti toplumsal ilişkiler bütünlüğünün bir uğrağı olarak tartışmanın
temelini oluşturur (1995: 120). Bu anlamda özellikle devlet türetme yaklaşımı
içinde değelendirilen Hirsch’in katkısı önemlidir. Burada devletin sermaye
ilişkilerinin özgül bir biçimi olarak kavranması, devlet faaliyetlerinin
sermayenin gereksinimlerine doğrudan bir cevap olarak değil, hem sermaye
birikiminin kendisi, hem de devletin yeniden yapılanmasının sınıf mücadelesi
bağlamında
kavramsallaştırılabileceği
anlamına
gelmektedir
(Hirsch,
1974/78;Holloway, 1978 akt: Bonefeld and Holloway, 1991: 2). Hirsch ayrıca
90
yapısal-işlevselciliğin
devletin
sermayenin
genel
çıkarlarıyla
özdeşleştirilemeyeceği temel tezinin yanı sıra, devletin ‘biçimi’ne ilişkin bir
çözümlemeyi de analizine22 dâhil eder. İzleyen başlıkta eleştirel/açık Marksist
Okul’un kapitalist devleti kavramsallaştırmasında geliştirilen ‘biçim analizi’,
Hirsch’in bu yaklaşıma olan derin katkısı bakımından önem oluşturmaktadır
(Bozkurt, 2008: 71).
Ancak, Clarke göre Hirsch’in modelinde ekonomik ile siyasal
arasındaki ayrışmaya ilişkin bütünsel bir açıklama düzeyine yaklaşılmasına
rağmen bu, sınıf mücadelesinin dahil edilmesiyle değil, sistemin yapısal
değişimlerinin bir sonucu olarak kavranmıştır. Örneğin refah devleti, sadece
işçi mücadelesinin bir sonucu değil, aynı zamanda fordist-toplumsallaşma
biçiminin yapısal bir kurucu faktörüdür. ‘Devletleşme’ biçimi de sınıf
mücadelesinin değil, bu yapısal değişimin bir sonucu olarak görülür (Clarke,
2004: 62). Bu, Hirsch’e göre kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici parçasının
devlet olması nedeniyle başat siyasal öznenin işçi sınıfı değil, ‘yeni toplumsal
hareketler’ olması yüzünden böyledir. Bunun anlamı, mücadelenin daima
sermayeye karşı değil, devlete karşı ve devlete içkin bir biçimde meydana
gelmesidir (1997: 52).
Nihai olarak devleti kapitalist bir görüngü olarak ve kendi kendine
kolektif bir toplumsal organizasyonun toplumdan ayrılığı biçiminde ele alan
Hirsch’ göre;
“ ....ulus-devletlerin çoğulcu yapısı, dışsal sınırlarla belirli ve territorial olarak
karakterize olan, hatta toplumsal gruplara ve sınıflara karşı devletin güç
aygıtlarında merkezileşen spesifik ‘göreli özerklik’ – ekonomik ve siyaset
arasındaki yapısal bölünme - kapitalist üretim ilişkilerinin altındaki politik
biçimlerin özgüllüğü..”nü oluşturur (Hirsch, 1997: 43).
Clarke ile benzer eleştiriyi paylaşan Bonefeld’e göre, Hirch’ün
analizinde mücadelenin kapitalist toplumsal ilişkilerden devlete doğru
çevrilmesinin nedeni, yapısalcı yaklaşımın mücadele ve yapı ikiliğinin analize
dahil
edilmesidir.
Bu,
kapitalizmin
gelişiminin
sınıf
mücadelesi
ile
ilişkilendirilmesinden ziyade, yapısal gelişmenin bir parçası, bir dolayımı
olarak yorumlanması nedeniyledir. Sınıf mücadelesi, kapitalist gelişmenin
22
Bu, daha sonra eleştirel/açık-Marksist okul’un ‘toplumsal ilişki biçimi olarak devlet’ analizinde
geliştirilecektir
91
yasa temelli öznesiz bir süreç olarak tanımlanması anlamında, sadece
toplumsal yapıların dönüşümünü geciktiren ya da hızlandıran dolaylı bir
etkidir burada (Bonefeld, 1991: 61-62). Toplumsal ilişkilerin yeniden
yapılanmasında materyalist bir açıklama ve çelişkilerin anlaşılmasında bir
biçim olarak politikaların yeniden düşünülmesi amaçlanır ancak, yaklaşımın
yapısalcı kavrayıştaki ısrarı, yeniden üretim sürecinin devam edebilmesi için
devletin özerkliğinin gerekliliği ve mücadelenin ekonomiden siyasal süreçlere
çevrilmesiyle sonuçlanır.
2.2. ELEŞTİREL MARKSİST BIR ÇERÇEVE: AÇIK-MARKSİST OKUL’UN
DEVLET YAKLAŞIMI
Açık Marksist Okul’un23 temelleri, 1970’lerde başlayıp bugün de
süregelmekte olan değer, emek süreci, devlet biçimi, sermaye, dünya
piyasası, toplumsal biçim gibi kategorileri tekrar tartışma gündemine getiren
İngiltere kaynaklı ‘Conferences Socialist Economist’deki (CSE) tartışmalara
dayanır. Başlıca temsilcileri John Holloway, Sol Picciotto, Simon Clarke,
Werner Bonefeld ve Peter Burnham olarak belirtilebilir.
Marksist teorinin özellikle belirlenimci, yapısalcı-işlevselci, postyapısalcı, pozitivist, idealist, gerçekçi24 biçimleriyle kapitalizmin gelişimini
tarih üstü yasalarla açıklayan yaklaşımlara alternatif olarak belirlenimci ve
yapısal-işlevselci olmayan bir tarihsel materyalist kuramsal çerçeve sunar
(Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xii). CSE toplantılarından da önce
araççılar
ve
yapısalcılar
arasında
devletin
kapitalist
doğasının
açıklanmasında ekonominin’mi siyasetin’mi, ‘yapı’nın mı ‘özne’nin mi daha
belirleyici olduğu yönündeki tartışmanın ötesine uzanan ve devlet kuramına
23
CSE’nin kurulduğu dönemde State and Capital(1978), Capital and Class dergisi, 1990’larda The
Steta Debate(1991), Post-Fordism and Social Form (1991) adlı derleme kitapların ardından 1992’de
Open Marksizm: Dialectics and History, Open Marksizm: Theory and Practice, Open Marksizm:
Emancipating Marx kitaplarıyla çıktılar. Bugün, CSE-Trans Pennie Working Group toplantıları
İngiltere’de aylık çalışma grupları biçiminde devam etmektedir. Bunun yanı sıra Okul içindeki güncel
tartışmalar Capital and Class, Commen Sense, Historical Materialism ve Critique dergilerinden
izlenebilmektedir.
24
Eleştirel gerçekçilik, teori ve meta teori arasında ayrıma gider. Gunn sosyal teori ve toplumsal
gerçekliğin birbirinden nedensel olarak bağımsız sunulmasının teori ve pratik arasındaki ilişkinin
birbirine dışsal kabul edilmesi anlamına geldiğini, bunun da eleştiriyi geçersiz kıldığını belirtir (Gunn,
1991).
92
Marks’ın politik ekonomi eleştirisini temel alarak yaklaşan ‘devlet türetme’
tartışmasıdır. Açık/eleştirel-Marksizm bu tartışmadan, kapitalist toplumsal
ilişkilere bütüncül, tarihsel bakışı ve biçim analizi yöntemini devr alarak kendi
eleştirel Marksist kuramının çerçevesinin temelini oluşturmuştur.
Bugün ise açık-Marksizm içinden yazarlar epistemoloji, diyalektik, teori
ve pratik, krizler, değer teorisi, sınıf, normatif değer, devlet teorisi ve tarihsel
materyalizm gibi konular etrafında yoğunlaşır. Katkılarının ortak noktası
1980’lerin Marksist tartışmalarının eleştirisi ve özne-nesne diyalektiği,
soyuttan somuta ilişkinin analizi, yapı ve mücadele, mantıksal ve tarihsel
ilişkiler ve biçim analizi gibi konular üzerinde Marksist teoriye eleştirelalternatif bir bakış ve yönelim aramaktır (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis,
1992a: xiv).
2.2.1. Açık Marksist Okul’un Araççı ve Yapısal-İşlevselcilik Esinli
Yaklaşımları Eleştirisi
Buraya kadarki tartışmalarda, kapitalist devletin sınıf karakterinin
tamamen devlet dışındaki faktörlere bağlı olduğunu vurgulayan yaygın
araççı, yapısal-işlevselci yaklaşımların ötesine giderek devlet türetme
tartışmasından farklı bir hattı eleştirel-açık Marksizm takip eder. Buna göre
kapitalist devlet, kapitalist gelişmenin verili nesnel yasalarını takip etmekten
ziyade, bu yasaların kendilerinin mevcut sınıf çelişkilerince biçimlenmektedir.
Devletin sınıf egemenliği ve sınıf mücadelelerinin değişimi bağlamında
tartışılması, onun herhangi bir zamanda özgül bir biçimin parçası, egemen
tarzın belirli biçimi, işçi sınıfının eklemlenmesi ve baskılanması olarak
anlaşılmasını gerektirir(Bonefeld ve Holloway, 1991: 4). 1980 sonrasında
ağırlıklı olarak fordizm, post-fordizm, düzenleme ve türetme okulu gibi
yapısal-işlevselcilik etrafında dönen Marksist devlet tartışmalarını daha öteye
taşıyarak devletin sınıf mücadelelerinin bir aracı ya da bu mücadelelerin
uzağında onlara tarafsız olduğu anlayışlarının dışında bir analiz sunar. Bu
yaklaşımların aksine devlet, sermaye ve emek arasındaki mücadelelerin
biçimlendirdiği bir ilişki biçimi olarak, egemen üretim biçiminin bir uğrağı
olarak analiz edilir.
93
Bu anlamda Keynesyen politikaların sonu ve sermayenin aşırı
birikiminin krizi olarak görülen fordizmin bunalımı, sermaye birikimi rejiminin
yapısal entegrasyonunun krizi değil, karlılık üzerinde büyüyen baskı ile
bireysel
kapitalistler
ve
üretimin
yeni
biçimlerine
karşı
emeğin
yoğunlaştırılması, çalışma gününün uzunluğu ve ücretlerin azaltılmasının
kurumsal biçimi olarak işçiler ile kapitalistler arasındaki mücadeleyi ifade
eder. Bu nedenle “aşırı birikim krizi”, yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımlarda
olduğu gibi basitçe sermaye birikimi rejiminin yapısal bozuklukları olmayıp,
daha temelde kapitalist sınıf egemenliğinin mevcut kurumsal biçimlerine karşı
gelişen sınıf mücadeleleri ve rekabatin yoğunlaşmasının bir sonucudur
(Clarke, 1991: 127; Holloway, 1991: 98 ). Bu mücadelelerin devlet üzerindeki
baskısı, ona siyasal biçiminin görünümünü de verdiğinden devlet, yapısalişlevselcilikte olduğu gibi bu mücadelerin uzağında ve onlara tarafsız değildir.
Bundan ziyade, kapitalist sınıf ilişkilerinin kurumsal bir biçimi olarak birikim
rejiminin işlevsel eklemlenmesinin garantörü olarak durmaktadır. Bu nedenle
devlet, sermaye çelişkilerinin bir sonucu olarak değil, bu çelişkilerin siyasal
biçimde yeniden üretilmesi biçiminde anlaşılmalıdır. Başka bir ifadeyle;
“..krizler ve aşırı birikim biçimi kapitalist üretim tarzının doğasında saklıdır,
bu eğilimin tarihsel gelişmesi kapitalist üretimin toplumsal ilişkiler biçimlerinin
kurumsallaşmasıyla dolayımlanır…...bu kurumsal biçimler ‘düzenleme
biçimleri’ ya da ‘birikim rejimi’ değildir, bunlar sınıf mücadelesinin kurumsal
biçimleridir” (Clarke, 1991:126).
Bonefeld
ve
Holloway
ise
kapitalist
devlet
teorisi
içinde
düzenlemecilerin sınıf mücadelesini analizlerine dahil etmelerine rağmen,
yapı ve mücadele’nin yapısal-işlevselcilikte olduğu gibi ikili düzeyde
açıklanmasının mücaceleyi ikincil bıraktığını belirtir. Kapitalist gelişmenin
nesnel yasalarını tanımlayan düzenleme okuluna göre, kapitalist toplumun
verili yapılarından çıkan sınıf mücadelesinin niteliği bu yapılarca belirlenir.
Oysa sınıf mücacelesi tarihsel gelişmenin itici gücü olup, kapitalist ilişkilerin
çeşitli uğraklarında varolur (Bonefeld, 1991: 45-46; Holloway 1991: 96).
Dolayısıyla sınıf mücadelesi, kapitalist toplumun yapılarının ikincil ilişkileri
olmaktan, yani toplumsal yeniden üretimin sürekli kriz sürecinin toplumun
94
düzenlenmesinin uyumu olarak anlaşılmaktan ziyade, toplumun yeniden
yapılanması bağlamında anlaşılmalıdır.
Kapitalist devletin uyum unsuru olarak anlaşılması, Clarke göre
yapısal-işlevselci
yaklaşımların
kapitalist
ilişkilerin
yeniden
üretiminin
koşullarını toplumsal istikrar biçiminde tanımladıkları anlamına gelir. İstikrarı
sağlayacak birikim rejiminin kurumsallaşması ise sınıf mücadeleleri ile değil,
yapısal koşullarla ilişkilendirilir. Bu anlamda tıpkı neoklasikler gibi düzenleme
okulu’nca üzerinde durulan “kapitalist yeniden üretimin olasılığının nasıl
olduğu” sorusu, ekonomik ilişkilerin toplumsal olarak düzenlendiği, toplumsal
ilişkilerin
de
sermayenin
yeniden
üretiminin
genişlemesi
gereklikleri
işlevinden sonra geldiği sosyolojik analizle çözümlenmektedir. Bu nedenle
Clarke,
ekonominin sosyolojik eleştirisini yapmış olan bu yaklaşımların,
Marksist ekonomi politik eleştirinin geliştirilmesinde başarısız olduklarını ifade
eder. Kapitalist üretim biçiminin tarihsel gelişmelerinin anlaşılmasında
düzenlemeciler’ce tanımlanan kurumsal biçimlerin önemine dikkat çekmekle
birlikte,
bu
biçimlerin
sınıf
ilişkilerinin
kurumsal
biçimleri
olarak
anlaşılmamasını sorunlu bulur (1991: 113; Bonefeld, 1991: 40). Çünkü fordist
üretim
biçiminin
kitlesel
tüketim,
kamu
harcamalarının
yükselmesi,
enflasyonist kredi genişlemesi gibi nitelikleri, birikim rejiminin düzenleme
biçimi olarak değil, savaş sonrası dönemde sınıf güçlerinin özgül dengesinin
kurumsallaşmasının görünümü ile ilgilidir. Bu dönemde yüksek ücretler ve
geniş kamu harcamaları, savaş sonrası dönemde işçi sınıfının siyasal
entegrasyonu ve sanayinin gelişiminde sermaye ödemesi içindi. Tüketim
yüksekliği sermayenin aşırı birikiminde karlar üzerinde yükselen baskının bir
sonucu, enflasyonist politika ise birikim rejiminin işlevsel entegrasyonundan
ziyade, Keynesyen refah devletinde kurumsallaşan işçi sınıfı özlemlerinin
yükselmesi karşısında sermayenin baş edememesinin bir sonucuydu.
Eleştirel-açık
Marksist
yaklaşımın
özellikle
yapısal-işlevselci
yaklaşımlara yönelik eleştirileri karşısında, Marksist devlet teorileri üzerine
kapsamlı çalışmaları bulunan yapısal-işlevselcilik etkisindeki Jessop, sınıf
mücadelesine merkezi bir rol verererek kapitalist devleti toplumsal ilişkiler
95
bütünlüğü düzeyinde açıklayan bu yaklaşımı25 ekonomik indirgemecilik ve
sınıf belirlenimcilikle suçlamaktadır (Güney, 2003: 360). Örneğin Jessop,
düzenleyici yaklaşımın kapitalist devlet analizinde sınıf mücadelesine
yeterince ağırlık verdiğini söyleyerek, yapı ve mücadele arasındaki ilişkide
Bonefeld’i işçi odaklı olmakla eleştirir (1991). Devleti yeniden üretimin ilk
gücü
olarak
kavramsallaştıran
Jessop,
devletin
yeniden
düzenlemedeki/yapılanmadaki gücünü temel alan bir politika yapma süreci
önerir ve toplumla bütünleşmesini yeniden üretimin genişlemesi ihtiyacı
temelinde ortaya koyar (Bonefeld, 1991: 42). Örneğin başarılı bir hegemonya
projesi; yapısal belirlenim, stratejik yönelim ve birikimle ilişkisine göre
biçimlenir. Hegemonyanın yapısal belirlenimi ise bir devlet biçiminde verili
olan temsil, müdahale gibi yapısal ayrıcalıkları ifade eder. Bazı sınıfsal güçler
ve onların ekonomik çıkarları diğerleri pahasına tercih edilir (Jessop, 2001:
172-173). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da
sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti
eden biçimler olarak görülür (Bonefeld, 1991: 40). Devletin göreli özerkliğine
vurgu yapan Jessop, onun asli ve biçimsel birliğinin olmaması durumunda
ihtiyaç duyduğu göreli özerklikten de yoksun olacağını belirtir. O’na göre
devletin birikim için ideal kolektif kapitalist olarak hareket etmek ve ulusal
popüler amaçları desteklemek ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için göreli
özerkliğe ihtiyacı vardır (Jessop, 2001: 175). Jessop’un özellikle devletin
özerkliğini vurguladığı aşağıdaki alıntıdan da anlaşıldığı gibi;
“..hem kapitalist üretim tarzının değer biçimi hem de onun tikelleştirilmiş
devlet biçimi belli açılardan belirlenim dışıdır”( 2001: 170).
Burada özerklik; uzlaşma ve işlevsel biçimi ima etmeyip, ayrıcalıklı
sınıflar arasında uzun dönemli göreli istikrarı ve dengeyi ifade eder. Pratik
düzeyde bu, yapısal biçimleri ve birikimin kendiliğinden gerçekleşmesini
düzenli, dinamik ve göreli tutar. Yeniden üretimin istikrarı uzlaşmanın farklı
biçimi olarak genelleştirilir. Böylece, mücadele ve yapı arasındaki ikilik
tekrarlanır, çünkü burada düzenleyici devlet nosyonuna yaslanılmış olunur
25
Jessop’un eleştirisinin önemli hedeflerinden biri ayrıca açık-Marksist okul’un devlet-toplum
ilişkilerine bütünsel yaklaşımıdır ki bu çalışmanın izleyen başlığında değerlendirilmiştir.
96
(Bonefeld: 1991: 41). Güney’in Jessop üzerine çalışmasında da belirtildiği
gibi;
“....bir birikim stratejisi sermayenin çeşitli fraksiyonlarının çıkarlarını farklı
şekillerde etkileyen özgül bir ekonomik büyüme modelini ifade eder. Böyle
bir stratejinin başarılı olabilmesi için, sermayenin çeşitli fraksiyonlarını bir
fraksiyonun hegemonyasında birleştirmesi ve hepsinin çıkarlarını ilerletmesi
gerekir” (2003: 367).
Sermaye mantıklı ya da işlevsel yaklaşım olarak eleştirilen türetmeci
okul ise sermayenin doğasından devlet biçiminin türetilmesiyle kapitalist
devletin analiz edilmesi için bir çerçeve sunmaktadır (Holloway 1991: 93).
Devletin yeniden yapılanmasını sınıf mücadelesi ile ilişkilendiren bu okul,
devlet ve sermaye arasındaki ilişkinin doğasının merkezi öneminin
farkındalığı ile araççı, yapısal-işlevselci ve düzenlemeci yaklaşımlara göre
daha tarihseldir (Bonefeld ve Holloway, 1991: 2-3). Ancak bu okul’un
kapitalist
devletin
kavramsallaştırılmasındaki
temel
problemi,
sınıf
mücadelesi ve kapitalizmin genel nesnel yasaları arasındaki gerilimi
çözememesidir. Örneğin bu okul içinden Hirsch, sınıf antogonizmasının
somut gerçekliğinin tarihsel biçiminde bir süreç olarak kapitalist devletin
tarihsel varlığının ve devletin yeniden yapılanmasının anlaşılmasında bir
anahtar olarak krizlerin önemine değinir. Yani yapı ve mücadele arasındaki
ilişkiyi dışsal değil tarihsel bir süreçle görmesine rağmen, bunu içsel bir ilişki
olarak kavrayamaz (Bonefeld, 1992: 94). ‘Yapıların’ sınıf mücadelelerinden
herhangi bir şekilde ayrı tutulmasının eleştirisinin nedeni; kapitalist üretim
biçiminin
çelişkili
temellerinin
kalıcı
toplumsal
ilişki
yapılarını
barındıramayacak olmasıdır. Çünkü bu tür yapıların yeniden üretilmesine
yönelik koşullar yaratılır yaratılmaz, bu yapılar yine aynı yeniden üretim
süreci tarafından yıkıma uğratılır. Bunların ancak sınıf mücadelesi süreci
içerisinde yeniden yaratılması ya da dönüştürülmesi gerekmektedir (Clarke,
2004: 69). Dolayısıyla devletin biçimi’nin aynı zamanda onun kendine özgü
mantığını da belirlemesi anlamında; devletin toplumsal ilişkilerin her
düzeyinde ve toplumun üzerinde bir yerde görülmesi, Hirsch’ü bu ilişkilerin
bütünsel kavranışından uzaklaştırır. Çünkü bu, aynı zamanda devletin
kendine özgü biçiminde ekonomi-siyaset ayrılığının da varsayıldığı anlamına
gelir. Yani devlet biçimi, ekonomik ve siyasal yeniden üretimin bütünlüğünden
97
ziyade siyasal süreçlerin yeniden üretimindeki işlevlerini üstlenmiş olur.
Devletin kendisinin varlığı ya da yeniden üretilmesi ise bu ikiliğin sürekliliğini
sağlayan
kapitalist
üretim
ilişkilerinin
yeniden
üretilmesine
bağlıdır.
Dolayısıyla özerk kabul edilen devlet biçimi, ekonomik ilişkiler dışındaki alanı,
mevcut rekabet ve sömürü alanını, yani kapitalist üretimle yeniden üretimin
genel koşullarını oluşturma işlevine sahiptir. Bu, devlet aygıtının yönetici sınıf
gibi belli bir sınıf ya da sınıfsal kesimlerle ilişkisinin ya da yerleşik bir
bağlantısının
olamayacağı
anlamına
gelir.
Dolayısıyla
Hirsch’ün
çözümlemesinin temel zayıflığı, yapı ve mücadele arasındaki ilişkinin
kesilmesidir. Oysa yapı ve mücadele arasındaki ilişkiyi problematik yapmak
kapitalizmi anlamaya kalkışacak herhangi bir çaba için merkezi bir sorudur
(Bonefeld, 1992: 93, Clarke, 2001: 183 ).
Devlet türetmeci yaklaşımın eksiklikleri ise sınıf mücadelesinin rolüne
dair daha keskin bir farkındalıkla giderilebilir. Çünkü bu okul, kapitalizmin
bazı önkoşullarının yerine getirilmesinde ayrı bir politik kurumun/devletin
varlığını kabul etmelerine rağmen, bunu rekabet halindeki sermayelerin
ücretli emekle çelişkili ilişkisine dışsal ele alır. Sermaye birikiminin gelişimi
sürecinde üretimin toplumsallaşması ve kar oranındaki düşme eğilimlerine
bağlı olarak sermayenin yeniden yapılanması, emek süreci üzerinde
kapitalist denetimin de yeniden yapılanmasını gerektirir. Bu karşı eğilimler,
işçi sınıfı üzerinde burjuva hegemonyasının yeniden kurulması yoluyla
harekete geçirileceğinden devlet müdahalesini gerekli kılmaktadır. Sermaye
birikiminde artan bir biçimde artı değer üretimine el konulmasının zorunlu ve
farklı koşulu bizzat sermayenin kendisinin mücadelesiyle güvenceye
alınmaktadır. Bu da, kapitalizmin eylem yasalarının doğal ve kaçınılmaz
olmadığını, sermaye ve emek arasındaki sonu gelmez mücadeleye bağlı
bulunduğu anlamına gelmektedir. Bu nedenle krizler birikimin değiştirilmez
mantığının
bir
sonucu
olmaktan
çok
sermayenin
emek
hakimiyetini sürdürmekteki başarısızlığından kaynaklamaktadır.
üzerindeki
98
2.2.2. Açık Marksist Okul’un Temel Kuramsal Çerçevesi
Açık-Marksizm
geleneği
içindeki
tarihsel
figürlerden
bazıları;
Luxemburg, Lukacs’ın erken dönem yazıları, Korsch, Adorno, Rubin, Block
ve Agnoli’dir. 1970’lerde bu geleneğin kaynakları yeni yayınlar, çeviriler ve bir
seri yöntemsel tartışma aracılığıyla yenilendi. Aynı zamanda İngiltere’de aylık
CSE toplantılarında değer, emek süreci, devlet, sermaye, dünya piyasası,
toplumsal biçim gibi tartışma kategorileri etrafında genişletildi (Bonefeld,
Gunn ve Psychopedis, 1992a: xii).
Devlet türetme tartışmasından devr alınan kapitalist toplumsal ilişkilerin
tarihsel süreçle ele alınışı ve Hirsch’ün ‘biçim analizi’nin toplumsal ilişkileri
bütünsel çözümlemesine olan katkısıyla okul, Marksizm içinde alternatifeleştirel bir referans noktasının sunulmasına çalışır. Okul’un kuramsal
çerçevesinin gelişimine katkı sağlayan yazarlar içinden Backhaus, Gunn ve
Pyschopedis ağırlıklı olarak kavram, kategori ve biçimlenme sorunlarına
odaklanırken, Clarke, Holloway, Bonefeld ve Burnham ise diyalektik ve
ekonomi-siyaset, yapı-mücadele gibi kapitalist devletin temel kategorileri
arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşmaktadır. Toplumsal gerçekliğe ilişkin
özne-nesne, teori-pratik, ekonomi-siyaset gibi ikiliklerin reddi ve kapitalist
devlet konusunda da yapısal-işlevselciliğin aksine, diyalektik ve eleştirel-açık
bir değerlendirmenin izi sürülür. Bu amaç etrafında Marksist terorinin kendi
içindeki yaklaşımlarının ikili kategorilere dayalı analizlerinin kapanımı
karşısında basitçe bu kategorilerin açıklığı anlamına gelen açık-Marksizm’e
göre;
“..kapitalist mantığın toplumsal ilişkilere nüfuz ettiği kaotik dünyada bu
mantığın çelişkilerini, kriz eğilimli doğasını, ilişkilerinin istikrarsızlığını ve bu
ilişkilerin sunduğu biçimleri anlamak için kategorilerinin geliştirilmesi
26
gereklidir” (Roberts, 2002: 89) .
Kategorilerin
geliştirilmesi,
bunların
açıklığı-eleştirisi
ile
ilgilidir.
‘Openness-açıklık27’, burada sadece pozitivist yöntembilim ile kolayca
26
Roberts, ayrıca açık-Marksizm’in sermaye-emek çelişkisine odaklandığını bu nedenle, eliştirdiği
kategoriler setinin eksikliğini vurgular; ‘soyutlama’, ‘sosyal biçim’, ‘krizler’ ‘düzenleme’
başlıklarında kategorilerinin geliştirilmesi yönünde bir eleştiri yöneltir (2002: 87-116).
27
1940’lardaki Popper’in açıklığı, deneysel araştırma programının devam edilebilirliği ile ilişkili iken,
açık-Marksizm’in açıklığı; kategoriler, yöntembilimler ve kavramlar düzeyinde kapanımla uyuşmayan
programların devamına yol vermez, yani ‘bilimselcilik’ kesin olarak bir kapanmış toplumsal dünya
yansıtır (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xi).
99
atlanabilen görgül araştırma programına değil, Marksist kategorilerin
kendilerinin açıklığı ve eleştirelliği anlamına gelir. Yazarlarının kendi
anlatımıyla;
“…..açıklık özne-nesne, biçim-içerik, teori-pratik ve oluşum-yeniden oluşum
kategorilerinin diyalektiğinde ve kapitalist gelişme aracılığıyla kriz egilimli bir
toplumsal dünya biçiminde görünür” (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis,
1992a: xi).
Açık-Marksizm kuramında ‘açıklık’ kategorilerin ilkin görgül devamlılığı,
sonra çelişkili bir dünyanın kendi kendine eleştirel anlaşılması olarak teorinin
kendini
yorumlamasını
Psychopedis,
1992a:
çözümlenmesine
‘politik
içermesinin
xii).
Marx’ın,
ekonominin
açıklığıdır
kapitalist
eleştirisi’,
(Bonefeld,
toplumsal
sözcüğüyle
Gunn
ve
ilişkilerin
başlaması
eleştirinin ayrıca açıklığın merkezi kategorisi olduğunun da ifadesidir. Açıklık
ve eleştiri arasındaki bağlantıya göre toplum; ‘açıklık’la gelişme eğiliminde
olduğundan çelişkilidir. Toplumsal çelişkilerin analiziyle toplum, çelişkilerinin
varsayıldığı herhangi biçimlerin değişkenliği üzerinde bir yansımaya denk
gelir (Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xiii). Toplumsal ilişkilerin bu
görünümü onların fetişleşmiş biçimleridir aynı zamanda. Toplumun Marx’ın
söyleşiyle
‘katı’laşmış,
Holloway’in
kavramsallaştırmasıyla
fetişleşmiş
biçimlerinin görünür kılınması çelişki ve açıklık sayesinde gerçekleşecektir.
Dolayısıyla açıklığın merkezi kavramı ‘fetişhizm’in buradaki hayati
önemi, Marksizm’in ‘açıklık’ karakteriyle ilişkilidir. Fetişhizm toplumsal
ilişkilerin kurulmasında teoride ve pratikte oluşturulan bir şeydir. Bir metaada
başka bir şeye dönüşen ve bazı ilişkiler gibi bozguna ugratılan tümüyle
yapısal bir biçimdir (Clarke, 2001; Holloway, 1995; Bonefeld, 1992). Örneğin
ücret ve sermaye arasındaki ilişki, ekonomik bir ilişki olmayıp ideolojik, politik
ve ekonomik düzeyleri olan toplumsal bir ilişkidir. Bu düzeylerin birbirlerine
kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkilerde gizli olup, bunların yeniden üretimi
üzerindeki mücadelede açığa çıkmaktadır. Görünümlerinin aksine bu ilişkiler
esasında tek bütünsel, kapitalist devletin, bir ilişkinin biçimleridir (Çelik, 2001:
195). Bu ilişkilerin birbirine içselliği Clarke tarafından şöyle vurgulanmaktadır;
“..ücretli emek ile sermaye arasındaki dolaysız ilişki ekonomik bir ilişki
olmayıp, aynı anda hem sömürüyü, tahakkümü ve ideolojik savaşımı
içerdiğinden, birbirinden ayrılmaz biçimde ‘ekonomik’, ‘siyasal’ ve ‘ideolojik’
boyutlar taşıyan toplumsal bir ilişkidir. Bu boyutların birbirlerinden ideolojik
100
ve kurumsal ayrılığı toplumsal ilişkiye içkin değildir. Bu ayrılığın yeniden
üretimi üzerinde verilen mücadelelerden doğar. Ekonomik, siyasal ve
ideolojik alanlar böylece tek bir toplumsal ilişkinin tümleyici biçimleri olur”
(Clarke, 2004: 17).
Burada Marksizmin kapanımına neden olan;
fetişlemiş
biçimlerini
görünmez
kılan
kendi
toplumsal ilişkilerin
içindeki
yaklaşımlardır.
Marksizmin eleştirel teorisinin kurulması için açık-Marksizmin üstlendiği konu;
çelişkilerin görünürlüğünün, kategorilerinin fetişleştirildiğinin teoride görünür
kılınmasıdır.
Bu
anlamda
belirlenimci,
yapısal-işlevselci
yaklaşımlarla
toplumsal gerçekliği açıklamaya çalışan bir teori, açık-eleştirel Marksizm’e
göre ‘kapanım’ içerisindedir. Teorinin kapanımı, fetişleşmiş kategoriler ya da
şey’lerin görünüşü; Adorno’nun Negative Dialectics28 (2003) çalışmasında
belirttiği esas’ın anlamının görünüş’de kaybolmasıdır. Çünkü ‘esas’ ve
‘görünüm’ arasındaki ayrılık sadece görünümün temsilidir. Tek başına
görünüm ise esas’ı anlamaya yetmez. Bu nedenle para, hukuk, şey’ler ve
fiyatlar yabancılaşmanın burjuva kategorileridir. Toplumsal ilişkilerin bu
görünüşleri bunların esas’ı hakkında bir şey söylemez. Adorno’nun ifadesiyle;
“..esas artık saf bir olgu olarak anlaşılmaz, kendi kendine ruhani-düşünsel bir
varoluştur. Doğrudanlığın-direct, aldatıcı görünüşü altına geçerek iptal edilir,
olguları yapan şeylerden ziyade, sözde gerçeklikler tercih edilir. Hukukun
hükmü gelmiş olur böylece, uzak tarih tarafından itaat edilir, bir hukuk ne
kadar direnilmez olursa o kadar saklayabilecek altında gerçekleri” (2003:
166).
‘Kapanım’, verili dünyanın sınırlarını kendi teorik sınırları olarak kabul
eder, ya da duruma göre nedenselci ve teolojik olabilecek bir belirlenimcilik
sunar.
Bu
yaklaşımlar
arasındaki
ilişkinin
içsel
ilişkililiği
onların
kaçınılmazlığını kabul ettiğinden belirlenimcilik, dünyanın çelişkilerinin
açıklanmasının önlenmesinde suç ortağı olmuş olur (Bonefeld, Gunn ve
Psychopedis 1992a: xii). Çünkü belirlenimcilik nesnel ilişkileri, içinde geliştiği
toplumsal süreçlerinden ayrı ele alır. Örneğin, toplumsal ilişkilerin teknoekonomik bir paradigma ya da yasaya tabi olduğunu söylemek ekonomiyi ve
teknolojiyi insan ilişkilerinden bağımsızlaştırır. Toplumun ekonomiyi ya da
teknoloyiyi belirlediği ya da biçimlendirdiği söylenemeyeceği gibi, aksini iddia
etmek de mümkün değildir. Belirleme ya da biçimlendirmeden söz etmek bu
28
Kitabın bölümleri içerisinde özellikle “essence and appearance” bu anlamda önemlidir.
101
kategoriler arasında dışsal bir ilişki olduğu (Çelik, 2001: 187), yani içsel bir
çözümlemenin yapılmadığı anlamına gelir.
Özne-nesne, yapı-mücadele ve ekonomi-siyaset gibi kategoriler
arasındaki içsel ilişkilerin bu biçimde görünmezliği, birbirine dışsal kabul
edilmesi, toplumsal ilişkilerin maddi/materyal niteliğini belirsizleştirir (Clarke,
2001: 44). Başka bir ifadeyle mücadele, ekonomi, devlet, teknoloji gibi
kategorilerin içsel ilişkisini açığa çıkarmayıp, bunları kesin kategoriler olarak
kabul
eden
yapısal-işlevselci
yaklaşımlar
sınıf
mücadelelerine
değil
belirlenimci bir biçimde tarih-üstü yapılara öncelik vermektedir (Bonefeld,
Gunn ve Psychopedis 1992a: ıx-xv). Oysa işçiler, greve ekonomik bir
kategori olarak gitmezler, ama işçilerin varlığı bir işçi olarak ekonomik
kategoridir. Başka bir ifadeyle, politik ve ekonomik nesneler ‘eşbiçimli’
yapılanırlar (Backhaus, 2005: 18; Bonefeld, 2007: 263). Marksist teorinin
kapanımı,
toplumsal
olana
ilişkin
bu
ikilliklikler
üzerinden
yapılan
çözümlemeler nedeniyledir. Bir insanın burjuva toplumda olduğu gibi
vatandaş ve ücretli işçi diye iki kategoriye bölünemeyeceği gibi ekonomik ve
siyasal olanın farklı düzeyler biçiminde kavranışı da teorinin kapanımını
getirecektir. Marksizm içindeki bu kapanımın aşılması, toplumsal ilişkilerin
diyalektik kavranışıyla aşılır açık-Marksizmde. Adorno’nun da belirttiği gibi;
“……diyalektikte son söz olan esas, bütünsel bir tanımlama değil. Çünkü
diyalektik bize gizlice ortadan kaldırılan farklılığı tanımlamak için olanak verir.
Diyalektik, realist tezlerin aksine dogmatikliğe düşmeden, tanımlama,
kimliklendirme büyüsünü kırar” (2003: 166).
Toplumsal kategorilerin açıklığı üzerine antropolojik bir analiz geliştiren
Backhaus’a29 göre de değer, emek, sermaye ve kar gibi ekonomik kategoriler
insanlarla, yani toplumsal ilişkilerle iligilidir. Buna göre, bütünsel-toplumsal
emek, özel mülkiyetin öznel özü, ya da değerin içeriği bir toplumsal ilişki
olarak insanda, insanlıkta görülür. Bunların varlığı kişilerin birbirleri
arasındaki ilişkide değil, emek ve ürün arasındakinde açığa çıkar (Backhaus,
2005: 25). Bu, Marx’ın neden bütün ekonomi-politik kategorileri baş aşağı
biçimler olarak tanımladığının da cevabıdır. Öznellik-nesnellik ya da
29
Toplumun belirli bir biçiminin üyesi olarak insan, soyut birey olarak görülmez. ‘Reductio ad
hominem’ olarak ifade edilen bu durum, onun ekonomik kategoroileri eleştirisinde çok önemli bir
özelliktir(Backhaus, 2005: 20).
102
zenginliğin bölünmüş esası, bunların bölünmüş birliğinin tersine çevrilmiş
ilişkisinden anlaşılamaz (Backhaus, 2005: 25). Bu ilişkilerin görünüşlerinin
aldatıcılığı, onto-teolojik yapıların eşbiçimli anlaşılması temelinde aşılabilir.
Yani toplumsal-metafiziksel nesnelerin, ya da politik ve ekonomik nesnelerin
eşbiçimli yapılarına eğilerek esasları görülebilir. Ekonomik ve politik nesneler
eşbiçimli yapılanır çünkü (Backhaus, 2005: 18).
Toplumsal ilişkiler ve bunların tersine dönmüş biçimlerinin diyalektik
kavranışı, değerin öznel özü ve nesnel biçiminin birlikteliğini, yani sömürü ve
ücret ilişkişinin tek bir toplumsal gerçekliğin farklı görünümleri olduğunun
anlaşılmasını sağlar. Bu gerçeklikte insanlık doğal bir kategori değil,
toplumsal bir kategoridir. Marx’ın Grundisse (1973) giriş’te belirttiği gibi;
“toplum içinde üretilen bireyler, yani bireysel üretimin toplumsal belirlenimi
kalkış noktasıdır”. “Toplum kendi varlığının yeniden üretimini nasıl üretir?”
“İhtiyaçlarımızla nasıl buluşuruz?” “Toplum değişim ilişkilerini nasıl organize
eder?” gibi soruların cevapları ekonomik kategorilerin özgül toplumsal
ilişkilerle ilgili olduğunun anlaşılmasına olanak verir. Marx’ın ifadesiyle;
“..üretim doğa tarafından belirlenmez, üretim toplumsal bir kategoridir” (1973:
85).
Dolayısıyla yapısalcılık ve belirlenimcilik gibi diğer yaklaşımların hayati
eksikliği; toplumsal kategorileri, yani kategorilerin insan temelli oluşunu
görmemeleridir. Açık-Marksizmin pratiği soyut, teoriyi de somut biçimde
kavrayabilmesi teori ve pratiğin dolayısıyla, özne-nesnenin, ekonomisiyasetin v.b., bütünselliğinden sözedilebilmesini ve bunların arasındaki
ilişkilerin
içselliğinin
kavranmasını
sağlayabilmektedir.
Yani
özne
ve
nesnenin, teori ve pratiğin, ekonomi ve siyasetin birbirini bütünleyen içsel
ilişkiler
oldukları,
ontolojik
olarak
ayrılamayacakları
vurgulanmaktadır
(Gunn,1991: 196). Başka bir ifadeyle özne-nesne arasındaki farklılık, kolayca
olumsuzlanamaz. Bunlar ne sonsuz bir ikilik, ne de sonsuz bütünlükte
gizlenen bir ekrandır. Bunların biri diğerini oluşturur, birbirlerinden çıktığı
kadarıyla- oluşumu nedeniyle-. Eğer özne nesne ikiliği, temel bir prensip
olarak kurulursa bu, başka bir toplam birlik olacaktır (Adorno, 2003: 168,
173).
103
Dolayısıyla, devlet ve sermaye birikiminin ayrı analiz düzeyleri olarak
görülmesi ve devletin göreli özerkliğinin anlaşılması için özerkliğin kapitalist
üretim ilişkilerinden çıkarsanması gerektiği düşüncesine karşı, bu iki şey
arasındaki ilişkinin anlaşılabilmesi için, bu iki şeyin birliğinin anlaşılması
gerektiği vurgulanır (Holloway, 2001: 228). Toplumsal kategorilerin ikili
modellerle açıklanmasına yönelik böylesi bir eleştiri, tarihsel materyalist
düşüncedeki toplumsal ve siyasal mücadelelerin belirleyiciliğine vurgu yapar.
Bu nedenle açık-Marksizm, bir duruş noktası olarak toplumsal dünyanın bir
eleştirisini sunar. Dünyanın görece kabul edilmiş yapılarına doğru durağan bir
hareketi olduğu iddiası metedolojik olarak tarih dışı olup, ikili kategoriler
sunan bir burjuva bilimi olması nedeniyle reddedilir (Roberts, 2002: 89). AçıkMarksist eleştiri, ekonomik alanı siyasal üstyapıyı belirleyen bir temel olarak
gören yaklaşımla, bu iki alan arasına çizgi çeken yaklaşıma alternatif eleştirel
bir çerçeve sunar. Bu sayede, kapitalist gelişim sürecinin fordist ve postfordist dönemi gibi sistematik ve tarihsel dönemselleştirmelerinin geçersiz
olduğu belirtilir. “Kapitalist gelişimin kaçınılmaz yasaları” olduğu varsayımı
da, kapitalizmin değişik evreleri arasında mutlak çizgiler çektiğinden eleştirilir.
Çünkü toplumun ve ekonominin değişmesini yönlendiren evrensel bir
kuraldan ya da mantıksal bir süreçten sözedilemez. Tarihsel değişimler ve
süreçler toplumsal üretim ilişkilerine içkin olan sınıf çelişkileri, çatışmalarının
ve mücadelerinin bir biçimi ve sonucudur (Çelik, 2001: 189).
Eleştirel/açık-Marksizm’in
bu
kavrayışı
sayesinde,
kapitalist
toplumlardaki sınıf çatışmasının temeli olan sermaye ilişkisinin hem
mantıksal, hem de tarihsel olarak bu ilişkinin doğasından kaynaklanan
biçimler olduğu anlaşılabilecektir. Siyasal alanın genişlemesi ekonomik’in bir
yansıması olarak değil, sermaye ilişkisinin kapitalist toplumdaki sınıfsal
sömürünün gelişmesi bağlamında açıklığa kavuşturulabilecektir (Holloway ve
Picciotto, 2004: 150). Dolayısıyla tarihin insan etkinliğinden bağımsız bir
şeymiş gibi ele alınamayacağının teorisi açık-Marksizm, kapitalist toplumsal
üretim ilişkilerine içkin olan sınıf çelişkileri, çatışmaları ve bu çelişki ve
çatışmaların hangi süreçlerde nasıl bir ilişki biçimiyle ortaya çıktığı ve bu ilişki
biçimlerinin nasıl dönüştüğü ve farklılaştığını açıklamaya çalışır.
104
2.2.3. Kapitalist Devletin Kavramsallaştırılması: Toplumsal Bir İlişki
Biçimi Olarak Devlet
Görüldüğü
gibi
kavramsallaştırılmasını,
eleştirel/açık
Marksist
Marksizm,
kapitalist
araççı-yapısalcı
devletin
çözümlemelerin
sınırlılıklarını ve bunların kapanımlarını toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet
analizi30 ile aşmaya çalışır. Kuramsal çerçevesi ışığında şimdiye kadarki
devlet tartışmalarına yönelik temel eleştirileri;
-araççılığın, devletin faaliyetlerinin doğrudan doğruya sermayenin
gereklilikleri’nden kaynaklandığı iddiasının indirgemeciliğine,
-yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların, siyasal alanın göreli özerkliği
nedeniyle
devleti
sınıflar
üzerinde
tarafsız
bir
kurum
olarak
değerlendirmesine,
-her iki yaklaşımın birden siyasal ve ekonomik alan arasına çektiği
çizgi nedeniyle esas’ın görünümü’nden koparılmış olunmasınadır (Bonefeld,
1992; Clarke, 2001a; Holloway ve Picciotto, 2004).
Devleti toplumsal ilişkilerin belli bir biçimi olarak kavrayan eleştirel/
açık Marksizm, devletin sermayenin bir aracı ya da sınıflar üzerinde tarafsız
bir kurum olarak görülmesinin, bu ilişkilerin içsel bağlantılarının anlaşılması
bakımından sorunlu olduğunu belirtir. Örneğin, altyapı ve üstyapı modelinin
ikili düzeyleri arasındaki ilişkide ekonomik temelin, devletin faaliyetlerini ve
işlevlerini belirlediği belirtilir (Holloway, 1995: 120). Devletin işlevleriyle
tanımlanması ise onun toplumsal ilişkilerin bir görünümü biçiminde değil,
verili bir yapı olarak anlaşılmasına neden olur. Holloway’in başka bir
çalışmasında ifade ettiği gibi;
“ ..devlet, … ekonomik temele referans vererek açıklanabilecek bir üstyapı
değildir. Para, değer vs. gibi toplumsal ilişkilerin tarihsel özgül bir biçimidir”
(2001: 228-229).
30
1970’lerde Hegelyan Marksizm, diyalektiğin anlaşılmasında özellikle değer ve devlet konularında
Marksist tartışmaların merkezine taşındı. Marksist devlet tartışması teması, çelişki içindeki bir hareket
olarak diyalektik biçiminde anlaşıldı. Devlet tartışması, devlet biçimi sorununa ve burjuva devletinin
tarihsel gelişme periyoduna odaklandı (Bonefeld, Gunn, Psychopedis, 1992a: xv). Lukascs, Korsch,
Block gibi Hegelian Marksizm geleneğinde diyalektik, zıtlıkların birliği ve bir çelişki hareketi olarak
işaret edilir. Marx’ın çalışmasındaki çelişki fikrinin merkezi önemi vurgulanır (Bonefeld, Gunn ve
Psychopedis, 1992a: xiv).
105
Nitekim Keynesyen refah devletinin enflasyonist politikalarının krizi
altında parasalcı politikalarla biçimlenen yeni siyasal güçlerin, sermayedevlet-işçi sınıfı, arasındaki ilişkilerin bir dolayımı olarak devletin neoliberal
yeniden yapılanması, onun işlevlerinin bir sonucundan ziyade, kapitalist
egemenlikle açıklanabilir. Devlet biçiminin bu neoliberal yeniden yapılanması
ile enflasyon ve durgunluk arasındaki denge, birikim rejiminin yapısı
tarafından değil, sınıf mücadelelerinin bir sonucu olarak belirlenir. Clarke’in
de belirttiği gibi, bu süreçte işsizliğin yükselmesi karşısında işverenlerin ve
devletin örgütlü işçi sınıfına karşı büyüyen baskısı ve post-fordist üretim
biçiminin Keynesyen refah devletinin kurumsallaşmış biçimleri üzerindeki
yıkıcılığı işçi sınıfına yönelik önceden verilen ödünlerin kaldırılması ile
sürdürülmüştü (1991: 129). Bir bütün olarak devletin bütün kurumsal
biçimlerinin
yeniden
yapılanması;
işçi
sınıfının
parçalanması,
kamu
harcamalarının ve ücretlerin sınırlanarak sermaye birikiminin yeniden
üretiminin sınırlılıkları karşısında işçi sınıfı özlemlerini sınırlama girişimiydi.
Dolayısıyla, devleti sermayeye ‘dışsal’ değerlendirmek, onun siyasal bir
kurum olarak ‘tikellliği’ ile tanımlanmasına neden olur. Bunun anlamı devletin,
üretim ve artı değer koşullarını çevreleyen–kuşatan sınıf mücadelelerinin
aldığı biçimlerin uzağında bir yerde durduğudur (Clarke, 2001:183). Sermaye
birikiminin bir öncülü olan devletin bu biçimlerde kavranışı, sadece siyasal
kurumların birbirinden ayrılması gereğini değil, aynı zamanda ekonomi ile
siyasetin, özel ile kamusal’ın, özne ve nesnenin, esas ve görünümün vs.
yapısal ve ideolojik yönden ‘fetişleştirilmesi’ni ve birbirinden ayrı tutulmasını
içeren sürekli bir sınıfsal pratiği kapsar (Holloway ve Picciotto, 2004: 142).
Toplumsal ilişkileri donuklaştıran bu sorunlu tartışma alanlarının
çözülmesine yönelik geliştirilen eleştirel kuramsal çerçevede, teorinin
sınırlılığını ve kapanımını aşacak harita, tarihsel, mantıksal diyalektik
kavrayışı ile ‘biçim analizi’31 yöntemidir. Şeylerin toplumsal görünümlerinin
31
Devlet biçimini anlamanın yolu, ‘substantive soyutlama’ kavramıdır. Buna göre her toplumsal
görüngü, bir biçimin varlığı olarak tarihsel sürecin hareketi biçimidir. Bu hareket, sermaye ve emek
ilişkisinde saklıdır (Bonefeld, 1992: 104).
106
içsel bağlantılarının izini süren analiz, bunların birbirleriyle ilişkilerinin, yani
içteki bağlantılarının biçimlerini ortaya çıkarmaya çalışır. Böylesi bir çabada
emek-sermaye ve devletin görünüm itibariyle birbirlerine ayrı düzeylermiş gibi
değil, aralarındaki çelişkili-ilişkili ve bağlantısal süreçlerinin ortaya konulması
amaçlanır. Açık-Marksizm’in bu anlamda devlet kuramına katkısını oluşturan
temel tartışma noktaları şöyle özetlenebilir.
-Devletin ‘kapitalist toplumda devlet’ değil, ‘kapitalist devlet’ biçiminde
anlaşılması,
-Yapılar’ın sınıf antogonismasının biçimleri olarak görülmesi,
- Devlet analizine onun sınıf karakterinin varlığını dahil etmeleri ve
- Ekonomi, politik ve ideolojik düzeylerin birliğinin izahı biçimindedir.
Biçim analizi, kapitalist toplumsal üretim ilişkilerine özgü antagonistik
sınıf ilişkilerinin, tarihsel olarak özgül olan farklı biçimler aldığı ve bu nedenle
bu biçimlerin tarihsel olarak incelenmesi gerektiği varsayımından yola çıkar
(Çelik, 2001: 195). Biçim analizi ile devlet kendinde bir şey olarak değil,
toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak
devlet biçimi ise toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden devleti
anlamak için toplumun anlaşılması bir zorunluluktur. Clarke’göre de;
“bu aynı zamanda nihai gerekçe kapitalist toplumsal ilişkilerin kurumsal
biçimlerinin neden bir birikim rejiminin yapısal gereklerine göre bir tür sosyal
demokratik sınıf uzlaşmasının kurumsallaştığı düzenleme biçimleri
olmadığının fakat sınıf mücadelesinin özgül konumlanmasını yansıtan sınıf
egemenliğinin kurumsal biçimi olduğunun” (1991: 127-8)
Clarke, devletin biçim analizine başlamadan önce ‘kapitalist toplumda
devlet’ ile ‘kapitalist devlet’ tezlerinden hangisinin açıklama birimi olarak
kabul edilmesi gerektiğinin altını çizer. Buna göre kapitalist toplumda devletin
varlığı, yaratılan bir şey olarak devlet ve onun politikalarının izahı ile ilgili
iken, ‘kapitalist devlet’ kapitalist üretim tarzındaki toplumsal ilişkiler biçiminin
analizini gerektirir (2001a:187 ayrıca Holloway, 1995: 121). İkinci olarak,
kapitalist devleti çözümlerken sınıf mücadelesinin kapitalist biçiminden, yani
artı-değer üretiminden başlamak gerekir. Bu, devleti kapitalist toplumdaki
sermaye ilişkisinin aldığı tarihsel biçim bağlamına oturtmak için gereklidir.
Çünkü devletin süreklilik gösteren varlığı, bir bütün olarak kapitalist toplumsal
ilişkilerin
yeniden
üretiminin
oluşturulmasına
bağlıdır.
Holloway
ve
107
Picciotto’nun benzer ifadesiyle; emek, sermaye ilişkisinin tarihsel-materyalist
kategorisinin anlaşılması, kapitalist devlet çözümlemesinin çıkış noktasının
genel’de devlet değil, kapitalist devlet, kapitalist toplum biçiminde kavranması
ile mümkündür (2004: 140). Dolayısıyla, devletin analizine onun ‘kapitalist
devlet’32 ve emek-sermaye ilişkisinin bir görünümü olduğu ile başlamış
olmak, Clarke’in “görünürdeki tarafsızlığına rağmen devleti sermayeye
zorunlu kılan dolayımlar nedir?” (2001: 185) sorusunun yanıtlanması ve
Holloway’in “burjuvazinin gündelik sınıf pratiği olarak devlet” (2001: 227-228)
tanımlaması için bir çerçeve sunar.
Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devletin analizinde bir diğer uğrak,
kapitalist devlet ilişkileri sürecinin ve ‘yapılar’ konusunun göz önünde
bulundurularak, bazı kavramsal sorunların incelenmesini gerekli kılar. Bu
nedenle Marksist kategorilerin oluşturulması anlamında ‘toplumsal biçim’in
analiz yöntemi ‘substantive soyutlama33’ ve bu oluşumun devletle ilişkisi
üzerinde durulmalıdır.
‘Substantive soyutlama’, toplumun somut varlığını ve gelişmesini
emek, sermaye ve devlet gibi toplumsal ilişkilerin içsel bağlantılarının
anlaşılmasında kullanılan bir yöntemdir. Toplumsal görüngülerle oluşan bir
içsel bağlantı ve onların birbiriyle ilişkileri, bu içteki bağlantının varlığının
biçimleri olarak; sermaye kavramının emekle sunumunda ve devletle
ilişkilerinde bulunur (Bonefeld, 1992: 104). Biçimin varlığı olarak biçim/form
düşüncesi ise özgül’ün içinde/doğasında genel’in, somut’un doğası içinde
soyut’un görülmesi olasılığını mümkün kılar. Çünkü eğer biçim varsa, sonra
32
Clarke, devletin bu görünümünün kapitalist devlete özgü bir mesele olarak sunulduğunun, oysa
devletin özellikle kapitalist bir kurum olmayıp, farklı biçimlerde de olsa tüm sınıflı toplumlarda
varolan bir kurum (Clarke, 2001: 185) olduğunun altını çizer. Dolayısıyla, devletin sermaye-emek
ilişkilerinin bir görünümü-biçimi olarak anlaşılması, devlet’in kapitalist biçimi’nin anlaşılmasını
mümkün kılacaktır. Öte yandan toplumsal bir biçim olarak devlet denildiğinde, devletin farklı tarihsel
süreçlerde farklı toplumsal ilişkilerin görünümünün-biçiminin yansıması olduğu anlaşılacaktır.
Nitekim Holloway, özellikle fetişizm, devlet biçimi, ve devlet aygıtları kavramları arasındaki farkın
anlaşılmasının önemini bu nedenle vurgular (2001: 227-228).
33
Deneysel soyutlamanın aksine soyutlamanın esası (substantive), toplumsal görüngünün içsel
bağlantısınının izini sürmesidir. Deneysel soyutlamanın yüzeydeki şeylerin tanımlanmasını
amaçlamasının aksine substantive soyutlama şeyler arasındaki içsel ilişkiler olarak esas’ı anlamaya
çalışır. Deneysel soyutlamanın aksine, pratik aracılığıyla ve onun içinde bulunur (sosyal ilişkilerin
içsel biçimi olarak) ve sadece soyutlamayı yapan teoride değil, pratiğin de içindedir (Bonefeld, 1992:
104). Açık Marksizm’in biçim analizinin metodolojisini anlamaya yönelik diğer benzer eserler Gunn
1991; Backhaus 2005; Adorno, 2003).
108
somut; soyut ya da özgül; genel olabilir (vice versa). Şey’ler konusunda
biçimi görmek için onların arkasındakini, altındakini ve gerisindekini çeşitli
toplumsal biçimlerle keşfetmek zorundayız. Biçimin, varlığın tarzı olarak
görülmesi; içinde ve kendinde olan şifrelerin çözülmesini zorunlu kılar
(Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992: xvi). Bu nedenledir ki;
“….yapılar sınıf antogonismasının bir biçimi (mode) ve bu yüzden sınıf
mücadelesinin bir öncülü ve nedeni” (Bonefeld, 1992: 93)
olarak görülmelidir. Holloway’in benzer ifadesiyle devlet, bir yapı değil,
toplumsal ilişkilerin bir biçimidir. Toplumsal ilişkilerin tamamen fetişleşmiş bir
biçimi değil, toplumsal ilişkileri biçimlendirme ve sürekli yeniden kurma
sürecidir (Holloway, 1995: 122). Yapılar sermaye ve emeğin sınıf
antogonismasının varlığının biçimleridir (Holloway, 1995; Clarke 2001; Gunn,
1991; Bonefeld, 1992: 98). Kapitalist ilişkilerdeki yapıların bu biçimde
çözülmesi, onların toplumsal ilişkilerin bir görünümü biçiminde anlaşılması ve
‘kapitalizmin gelişme yasası’nın da toplumsal ilişkilerin katılaştırılması olarak
değil, sınıf mücadelesi hareketinin bir görünümü biçiminde anlaşılması
demektir. Bu, aynı zamanda yapı ve süreç arasındaki ilişki ayrılığının da
reddedilmesidir. Bunun anlamı, devletin kapitalist üretim sürecindeki özgül
rolünün reddedilmesi değil, kapitalist devlet tarafından yerine getirilen bu
rolün onun toplumsal biçimi, yani sermaye ve emeğin sınıf antogonizması ve
sınıf mücadelesinin tarihsel bir süreci ile ilgili olmasıdır (Bonefeld, 1992: 98).
Başka bir ifadeyle;
“‘..kapitalizmin gelişme yasası’ eylemde bir soyutlama, bir tarihsel gerçeklik,
bir süreç ve sermayenin emekle hazır bulunma hareketi”dir (Bonefeld,1992,
ayrıca, Gunn, 1991; Holloway, 1995; Clarke, 2001a).
Bu nedenle devlet, ne neoliberal yeniden yapılanmanın yapısal
biçimlerinin üstyapısal ifadesine, ne de altyapıda oluşan ücret ilişkisine
indirgenebilir. Devlet, toplumsal yönetim sistemi aracılığıyla kapitalist
mülkiyetin ve sözleşmenin yasalarını zorlayarak işçi sınıfının yeniden üretimi
için ücret ve parasalcı ilişkilerin yabancılaşmış biçimlerinde temel bir rol
oynar. Bu nedenle sınıf mücadelesi, kapitalist egemenliğin kurumsal
biçimleri/devlet biçimi üzerinde yürütülen bir mücacele olarak siyasal biçimdir
(Clarke, 1991: 127-8).
109
Dolayısıyla devletin çelişkili varlığı, kurulmuş bir gerçeklik değil, sınıf
mücadelesi sürecidir. Bu yüzden devletin sınıf karakteri, özgül bir biçimle34
analiz edilmelidir (Holloway ve Picciotto, 2004). Örneğin, Poulantzas’da
olduğu gibi faşizm süresince devletin tarihsel oluşumu, devlet biçiminin
istisnası olarak görülmemeli, ya da fordizmin krizi esnasında devletin aldığı
biçim, onun yeniden otoriterleşmesi, ya da post-fordizmde devletin otoriter
karakterinin genişlemesi diye anılmamalıdır (Jessop, 2001; Hirsch, 2004).
Devlet biçimi faşist, otoriteryan, burjuva-liberal ya da fordist/post-fordist
biçimlerinde olabilir. Bu, bir şeyin özgül karakteri olması ile ilgili olup, bütün
bu biçimlerin kapitalizmin yeni dönemi olarak görülmesini gerektirir (Clarke,
1992 ayrıca, Bonefeld, 1992; Bonefeld, Gunn ve Psychopedis, 1992a: xvii).
Burada Bonefeld’in de ifade ettiği gibi, devletin zorlayıcı karakterinin
yoğunlaşması, sınıf antogonizmasının toplumsal üretiminin öncülü ve sonucu
olmasının yanı sıra, aynı zamanda devlet biçiminin istisnası ya da
kapitalizmin niteliksel olarak yeni dönemi olarak değerlendirilmelidir (1992:
120). Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet gibi
yeni biçimleri devletin yeniden otoriterleşmesi, ya da refah işlevini
genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklamadır ki bu, neden
otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakır. Örneğin Keynesyenizm,
savaş sonrası patlamada işçi sınıfının özlemlerinin genelleştirilmesine
devletin ve sermayenin bir cevabının ideolojik yansıması iken, neoliberalizm
işçi sınıfı özlemlerinin sermayenin değerlenmesinin gerisinde bırakılmasının
ideolojik bir yansımasıdır (Clarke, 1991: 129). Bu nedenle;
“.. devlet toplumsal ilişkilerin katılaşmış ‘fetişleşmiş’ bir biçimidir. Bu, insanlar
arası olarak görünmeyen insanlar arası bir ilişkidir; toplumsal ilişkilere dışsal
bir şey biçiminde var olan toplumsal bir ilişkidir” (Holloway, 1995: 119).
Toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet analizinin bir diğer önemi, onun
sınıf karakterini anlamaya imkan vermesidir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde
34
Bunun yanı sıra biçim, varoluş biçimi olarak da anlaşılabilir. Bir şey, ya da diğer varolmalar sadece
içinde ve onun aracılığıyla onun biçimini alabilir. Örneğin metaa, sadece para biçimi aracılığıyla kredi
biçiminde ve dünya piyasasında varolur. Biçimin bu iki anlamı, önemli teorik ve pratik farklılığını
verir. Teorik olarak biçim fikri, bir şeyin cinsi olarak daha genel ve spesifik toplumsal aşamalara
uygulanmak zorunda olan genel yasa kavramının diyalektik mataryalist faydasını sağlar (Bonefeld,
Gunn ve Psychopedis, 1992: xv).
110
devletin sınıflar karşısında görünürdeki tarafsızlığı ve tikelliği onun temel
karakteristiğidir. Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin nasıl hem
sermayenin üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt 35 , hem de
tarafsız bir yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı
devletin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü, onun sınıfsal
niteliği ile ilgili olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir
yanılsamaya yol açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun
sınıfsal karakteridir (Clarke, 2001: 187, ayrıca Bonefeld, 1992: 120). Bunu
anlamak için devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim
ilişkileri içinde incelenmesi gerekir.
1980 sonrasında uluslararası alanda işçi sınıfı hareketini güçlük içine
sokan kapitalizmin son büyük krizinin milyonlarca işçinin yok edilmesiyle
çözüldüğünün hatırlanması ve bunun sermaye ilişkilerinin yeniden üretiminde
tekrarlanmasının büyük olasılık olması bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Çünkü krizler, sadece ekonomik bir görünüm değil, aynı zamanda üretimin
toplumsal koşullarının bütünsel olarak yeniden üretimi olarak sunulur ki bu,
devletin önemli bir rol aldığı toplumsal mücadele aracılığıyla başarılan bir
yeniden yapılanmadır (Holloway, 1991: 96-7). Başka bir ifadeyle;
“ devletin gerekliliği biçimsel ya da soyut bir zorunluluk değil, sınıf
mücadelesinin gelişiminden kaynaklanan ve sınıfsal egemenliğin kolektif bir
nedeni olan tarihsel bir gerekliliktir. Devlet mantıksal olarak sermayenin
gereklilikleri nedeniyle değil, tarihsel olarak sınıf mücadelesinden çıkıp
gelmiştir” (Clarke, 2001a: 188).
Devletin biçim analizi ile kavramsallaştırılmasının bir diğer uğrağı,
bütün diğerleriyle ilişkili olarak onun sınıflar karşısında özerkliği, ya da
sermayenin bir aracı olduğu iddialarının dayanağı ekonomik ve siyasal
düzeylerinin birbirinden mutlak ayrılığının reddedilmesidir. Belirlenimci
yaklaşımlarda insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler, kurumlar arasındaki
ilişkiler gibi, insanlararası ilişkiler şeyler arasındaki ilişkiler gibi görülür.
35
Sermaye ile emeğin varlığının biçimi olarak devlet, sermeyenin bir agent’ı(bölge) olarak
anlaşılmasını ima etmez. (Yapısalcılık da devlet sermayenin bir acentası gibidir. Jessop, 2001).
Toplumsal biçiminin yeniden üretiminin garantisi ötesinde devlet, her özgül sermaye için genel uygun
koşulları sağlamaz, çünkü her sermaye bir tek sürecin uğrağı olarak birbirleriyle ilişkisi içinde varolur.
Toplumsal sermaye değerin yaşam döngüsüyle, birliğin farklılığı süreci olarak varolur. Sermayenin
yeniden üretimi için aşırı birikim biçimi ve krizler sözkonusudur. Her bireysel sermaye, değerin
toplumsal sürecinin uğrağı olarak içerilmeli, olumsuzlama (değerin düşmesi) ve doğrulama (ortalama
kar oranı) bağlamında (Bonefeld, 1992: 120).
111
Böylesi bir ilişki tarzının toplumsal ilişkileri katılaştırdığını ve devleti
toplumdan ayırdığını belirten Holloway, materyalist bir devlet kuramının
‘ekonomik yapının’ ‘siyasal yapıyı’ ne şekilde belirlediği sorusu üzerinden
değil, ekonomik ve siyasal biçimleri kapitalist üretim ilişkilerinde birbirinden
neyin ayırdığını sorarak analize başlamak gerektiğini belirtir (Holloway, 1995;
2001). Buna göre, kapitalist üretim biçiminde güç ilişkilerinin üretim
sürecinden soyutlanması ve bu ilişkilerin bireysel sermayelerden kopuk bir
siyasal kerteye zorunlu olarak oturması, ekonomik ve siyasal olanın kapitalist
egemenliğin tikelleşmiş biçimleri olarak gösterilmesinin nedenidir. Bu biçimde
devleti kapitalist toplumsal ilişkilerin sadece yüzeydeki görünümüyle
açıklamak, bu ilişkilerin ‘özgür’ ve ‘eşit’ meta sahipleri- emek ve sermayearasındaki ilişkiler olarak görünmesi ile sonuçlanır (Clarke, 2001: 187;
Holloway ve Picciotto, 2004: 140; Holloway, 2004: 140).
Nitekim Marx, Grundisse girişte ekonomi ve devletin toplumsal bir
görüngü olduğundan söz eder (Marx, 1973). Toplumsal görünümleri arasında
onların içsel doğasının izini sürecek şekilde birbiriyle ‘içsel bağlantı’lı
olduğunu belirten Bonefeld, devletin özerkliği yerine, siyaset ve ekonominin
çelişkili bir oluşumun birliği olarak tartışılmasının gerekliliğinin altını çizer.
O’na göre bu birlik, bir tek blogu içermeyen bir çelişki hareketi olarak içerilir
(1992: 98). Devletin bu çelişkili birliği, toplumsal ilişkilerin belli boyutlarını
ayırır, onları ‘siyasal’ olarak tanımlar ve böylelikle ‘ekonomik’ olandan ayrı
sürekli bir süreci içerir. Yani görünürdeki bu ayrım, devletin asli bir özelliği
değil, sermaye egemenliğinin devlet aracılığıyla etkili kıldığı fetişleştirilmiş
biçiminin bir özelliğidir (Holloway, 1995: 121). Örneğin ilk birikimin tarihsel
sonucu
olarak
sermaye
ve
emeğin
varlığı,
kapitalizmin
toplumsal
gerçekliğinin tarihsel ve kuramsal önvarsayımında tersine çevirilir. Siyaset ise
burjuva devrim sürecinin tarihinden tersine çevrilir. Böylece soyut emek
kategorisi ile belirlenen bir tarihsel biçim, yani baskının yeniden üretiminin
toplumsal biçimi gibi görünür. Özetle sınıf ilişkisi siyasal, ekonomik ve idolojik
biçimler olarak varolur (Bonefeld, 1992: 107). Çünkü devletin sermayeye
bağımlılığı, yani onun maddi yeniden üretiminin sermayenin yeniden
üretimine bağımlı olması, kapitalist sınıfın egemenliğini güvence altına alan
112
siyasal ve yönetimsel sistemler ve işçi sınıfının sermayeye olan ideolojik
bağlılığı belirler (Clarke, 2001: 183). Çünkü kapitalizmde toplumsal
antagonizma, aleni bir şekilde değil, emek gücünün piyasada bir mal gibi
alınıp-satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçimi üzerine kuruludur.
Sınıf ilişkisinin bu biçimi, emeğin özgürlüğü üzerine kurulu dolaysız sömürü
süreci ile zor kullanımını içeren ve sömürüye dayalı bir toplum içinde düzeni
sağlama süreci arasındaki bir ayrılığı önceden varsayar (Holloway, 1995:
121). Dolayısıyla kapitalist devlet;
“.......burjuvazi devletin iyi mevkilerini işgal ettiği için kapitalist devlet değildir.
Biçimi- politiğin toplumdan ayrılması- nedeniyle kapitalist devlettir. Bu
ayrılma nüfus kütlesinin geçim ve üretim araçlarından ilk ayrılışına dayanır”
(Bonefeld, 2007: 272).
Dolayısıyla
eleştirel/açık-Marksist
analiz,
ekonomi
ve
siyaset
arasındaki bu karmaşık ilişkileri kavramsallaştırma olanağını içerir. Kalıcı
sınıf ilişkilerinin bütünleyici biçimleri olarak onların içsel ilişkilerini sunar.
Çünkü ekonomi ve siyaset ilişkileri emek ve sermayenin kalıcı sınıf
antogonizmasının
farklı
biçimlerini
ifade
eder.
Son
olarak
sınıf
antogonizması, gerçekliği çelişkinin bir hareketi olarak burjuva toplumunu var
kılar. Çelişkinin gelişimi ise sınıf mücadelesinin ortaya çıkması tarafından
belirlenir (Bonefeld, 1992: 107). Yani ekonomi ve siyaset birbirinden
bağımsız görünmesine rağmen, aynı sürecin farklı uğrakları olarak birlikte
bulunurlar. Devlet ve ekonomi36 gibi toplumun çeşitli görüngüleri birbirlerine
dışsal olarak varolmazlar. Bu düzeylerin aralarındaki ilişki, birinin diğerini
belirlemesiyle değil, onları oluşturan ilişkinin varlığının biçimleri ile birlikte
bulunur.
2.2.4. Devlet-Toplum İlişkilerinin Biçimi: Yasa’nın Kuralı ve Güçlü Devlet
Açık-Marksizm’in devlet kuramının ekonomi siyaset arasındaki ilişkiyi
dışsal değil, içsel analizi sermaye ve emek ilişkisinin toplumsal yeniden
36
‘Substantive soyutlama’ burada, ekonomi ve siyaset gibi birbirinden farklı özgül biçimler sunar ve
aynı zamanda onları birleştirir. Bu yüzden bu kategoriler, toplumsal varoluşun tamamlayıcı biçimleri
olarak birbiriyle ilişkilidir. Substantive soyutlama, bu nedenle toplumsal görüngünün içsel doğası,
onun oluşumu ve sürecidir. Buna göre bütün toplumsal görüngü, burjuva toplumununun varlığında,
onun belirli tarihsel biçimi olarak üretimin toplumsal ilişkileri biçiminde bulunur. Bu, emek ve
sermaye arasındaki sınıf antogonizmasıdır. Toplumsal görüngü böylece sınıf antogonizması içinde ve
onun aracılığıyla varlığın biçimi olarak oluşur (Bonefeld, 1992: 100).
113
üretiminin37 diğer yüzünün (Clarke, 2001: 186-187) anlaşılmasını sağlar.
Marx, en gelişmiş ve karmaşık tarihsel üretim organizasyonunun burjuva
toplumu
olduğunu
ve
bunun
da
kategoriler
arasındaki
ilişkilerle
açıklanabileciğini belirtirtmişti. Çünkü emek, değer, üretim ve değişim gibi
kategoriler bunların kendi aralarındaki ilişkilerin kapsamlı yapısını, içsel
bağlantılarını
ve
onların
yıkıntılarının
altındaki
kaybolmuş
toplumsal
biçimlerinin görünümlerini yansıtıyordu (Marx, 1973: 105). Agnoli’nin
ifadesiyle; “…devlet kapitalizmde emeğin varlığının bir biçimi”dir (akt:
Bonefeld, 1992: 119)
Devlet, aynı zamanda sömürünün varlığının farklı bir biçimidir de.
Çünkü devlet, değer’in esas’ının korunmasının tarihsel gelişminde sömürüyü
içselleştirir (Bonefeld, 1992: 119). Bu, ekonomi politiğe ilişkin kategorilerin
çözümlenmesiyle; kökeninde kapitalist sömürü biçimi olarak artı değer
üretiminin yattığının açığa çıkarılmasıyla görülür (Holloway ve Picciotto,
2004: 140). Yani sermayenin yeniden üretimi olarak toplumsalın yeniden
üretimi, emek değer’inin yaratılmasının farklı bir uğrağı olarak devleti ve
yaşamın çalışma etrafında organizasyonunu içerir. Tolumsal ilişkilerin bu
organizasyonu, sermayenin yeniden üretimini38 garantiye alacak yasal
kurumsal sistemin oluşumunu ve sürekliliğini sağlayacak devlet gücünün
‘zor’a dayalı örgütlenmesi biçimindedir. Marx’ın özet ifadeseiyle; “..üretimin
her biçimi kendi yasal ilişkilerini de yaratır; devlet biçimi” gibi (Marx, 1973:
87).
Toplumsal ilişkilerin bu biçimdeki organizasyonu, devletin tarihsel
gelişimi, burjuva toplumunun siyasal normlarının oluşumu aşamasında
zor’aki kişisel ilişkilerinin siyasal deviniminden dönüşür. Bu dönüşüm içinde
hak’ların yasal olarak kurumsallaşması, nesnelliği, tarafsızlığı ‘bireysel
özgürlük’ ve ‘eşitlik’le liberal felsefede yeniden değerlendirilir. Kapitalist
37
Toplumsal yeniden üretim, yani kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi işçi sınıfının üretim
ve geçim araçlarından güçlü bir biçimde dışlanmasına, onun gerekli emek-zamandan daha fazla
çalışmaya zorlanmasına ve elde edilen ürünü kapitalistlerin mülk edinmesine dayanır.
38
Üretim geneldir, genel üretim değildir. Eğer genel de üretim değilse, genel üretim de yoktur. Üretim
daima üretimin özgül bir kolu ya da bütünüdür. Politik ekonomi toplumun varlığı ile ilgilidir,
teknolojinin değil. Üretimden konuştuğumuzda bunun anlamı üretim daima toplumsal gelişmenin bir
aşaması anlamındadır. Üretim toplumsal ve genel bir kategoridir (Marx, 1973: 85).
114
ilişkilerde siyasal genel koşulların oluşumu, biçimsel özgürlük ve eşitliği elde
edecek biçimde üretim ve değişim ilişkilerinden soyutlanıp, siyasal olana ait
soyutlamalar olarak kurulur. Devletin bu biçimi, bir ‘siyasal zor’ olarak
biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’
siyasal organizasyonudur (Bonefeld, 1992: 116). Sömürünün varlığının bir
biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet hakkının siyasal garantisini
ve yasanın kuralını uygulayacak güçlü devleti39 tanımlar. Hukuk yoluyla da
mülk sahipleri arasında eşit, özgür değişim ilişkilerine uygun yönetimi
korumak olan kendi yetkisinde bir kurum olarak, toplumsal ilişkilerin dışında
durur görünür (Bonefeld, 2007: 263; Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001:
194). Devlet, sermaye ve emek arasındaki bu ilişkinin biçimleri Bonefeld’in
ifadesiyle şöyle betimlenebilir;
“..biçimsel eşitlik ve özgürlük figürü kurulmuş bir gerçek olarak değil sınıf
antagonizmasının bir süreci olarak anlaşılır. Biçimsel özgürlük ve eşitlik
devletin tarihsel önvarsayımını oluşturur, onun tarihsel öncülü ve sonucu
devletin varlığının biçimi onun tarihsel eğiliminde bulunur. Hukuk bağlamında
toplumsal yeniden üretimin toplumsal örgütlenmesine doğru genişlemesinde:
insan hakları iddiası içinde ve onun aracılığıyla toplumsal çatışmanın elimine
edilmesinde….bu, yasa ve düzen kontrolüdür” (1992:1 17).
Devlet özel mülkiyet haklarının biçimsel onaylanmasının koruyucusu
olması nedeniyle, mülkiyet sahipleri arasındaki etkileşim yasalarını zor’la
uygular. Devletin toplumla bu ilişkisi, özel bireylerin soyut bireyler olarak
varlığını ya da standartlaşmış, nesnel hakların sahipleri şeklindeki soyut
vatandaşları kabul ettiğini gösterir (Bonefeld, 1992: 115; Holloway ve
Picciotto, 2004: 140; Bonefeld, 2007: 263). Bu, bir üretim faktörü olarak emek
gücü sahibi somut bireyin ekonomik ve siyasal olarak bölünmüşlüğünün
siyasal düzeydeki soyut görünümüdür. Siyasetin toplumdan ayrılmasının bir
yansıması olan bu durum, devletin siyasal serbestliği ile mal sahipleri
arasındaki özel mülkiyet, sözleşme hakları denilen soyut eşitlik ilişkilerini
koruma rolüne içkindir (Bonefeld, 2007: 270).
Devletin bu görünümü içinde bireyin soyut varlığının biçimleri, hukuk,
yönetim, temsil gibi devletin temel faaliyetlerinin konusudur. Her durumda
39
Devlet, toplum üzerinde mülkiyet hakkının eşitliğini ve rasyonelliğini siyasal konumu itibari ile
yasanın gücü tarafından zor’lar. Bu zor, emek ve sermayenin toplumsal antogonismasını içerir
biçimdedir.
115
devlet, somut bireysel özellikleriyle değil de soyut, genel, birey-dışı bireyler
biçiminde gördüğünden bireyi somut varlığından ayırır. Bireysel ilişkilerin
genel bir ilişki olduğu, bu ilişkilerde bireylerin ne kendi temel özellikleri, ne de
temel sınıfsal posizyonları ile ayırt edilemeyeceği görülmez (Holloway, 2001:
242-243). Bireyin devlet ve sermayeyle olan ilişkisinin birbirinden ayrılması,
onun işçi ve vatandaş diye ikiye bölünmesini ve mücadele içinde de
ekonomik ve siyasal40 olarak ayrışmış biçimleri ile varolduğu izlenimi verir.
Toplumsal organizasyonun bir biçimi, devletin emek ve sermaye ile
olan ilişkisinde düzenleyici rolü ve bu rolü gereği yeniden üretim sürecinin bir
uğrağı biçiminde çözümlenmesi, kavramsal olarak kapitalist üretim ilişkilerinin
çözümlenmesi
anlamına
gelir.
Bu
ilişkilerin
yeniden
yapılanmasının
çözümlenmesi ise emek ve sermaye uğraklarının her ikisini birden
kapsayacak biçimde toplumsalın yeniden üretiminin biçimi ve esas’ının
diyalektik ilişkisi içinde anlaşılmasını gerektirir. Holloway ve Picciotto, devletin
gelişmesinin bu ilişkilerin sürekli yeniden yapılanan organizasyonu bağlamına
oturtulması gerektiğini söyler (2004: 170 ayrıca bkz: Clarke, 2001: 189). Marx
da, toplumun nasıl organize olduğunu/yeniden yapılandığını anlamak için
sınıf ilişkilerine bakılması gerektiğini yazar. Bu ilişkilerin bütünselliğinin
toplumsal varoluşun birliğini hangi biçimlerde oluşturduğunun anlaşılması
gerektiğini belirtir (1973: 100-101). Benzer noktaya dikkat çeken Clarke’in
ifadesiyle;
“...sınıf mücadelesi yoksa, işçi sınıfının kapitalist toplumsal ilişkilere tabi
kılınması kolayca boyun eğmesi zorunluluğunda ise devlet de olmaz.
Devletin gelişmesi sınıf mücadelesinin gelişmesinin temel bir aşamasıdır ve
bu mücadelenin temel bir biçimi olarak görülmelidir” (2001: 190).
Piyasada bir metaa olarak emek gücünün yeniden üretiminin garantiye
alınmasının gerekliliği, devletin düzenleyici rolünün ve müdahalesinin
artmasını zorunlu kılar. Devletin müdahale, yönetim ve temsil faaliyetleri
emek gücünün bir metaa olarak alımı ve satımı çerçevesinde yeniden
yapılanır. Devletin bu ilişkilere müdahalesi, sözleşmenin iki tarafı alıcı ve
satıcı bireyler olarak yasa önünde aynı haklara sahip eşit bireyler
40
İnsan hakları bahşedilmiş soyut yurttaş ve sözleşme özgürlüğü bahşedilmiş ücretli işçi, aynı
ayrılmanın iki tarafıdır (Bonefeld, 2007: 273).
116
biçimindedir (Holloway, 2001: 246). Devlet müdahalesinin kapitalist toplumsal
ilişkilerin devamlılığındaki düzenleyici rolü Clarke’in de belirtiği gibi;
“..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal
müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye
kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (2001:194).
Tolumsal ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının sürekliliğinin
sağlanması,
kapitalist
toplumsal
ilişkilerin
yeniden
yapılanması
ve
devamlılığı, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin olası krizleri nedeniyle
sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile toplumdaki
belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumda sosyal eylemliliği
içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway, 2001: 239).
Devlet biçimleri, sermayenin bu yeniden biçimlenme aşamasının neden
olduğu yeni çelişkileri içeren sürecin bir parçası olarak reforme edilen
biçimlerdir.
Bunlar,
sermaye
ilişkisini
yeni
biçimler
altında
yeniden
oluştururlar. Aynı şekilde, devletin düzenleyici rolü de bu ilişkiyle uyumlu
olacak biçimde yeniden yapılanır (Holloway ve Picciotto, 2004:160).
Doğrudan siyasal müdahale ise siyasal egemenlik biçimlerinin yeniden
yapılanmasını gerektiren kriz dönemlerinde daha bir önem kazanır. Burada
kapitalist sınıfın bazı kısımlarının kendi içlerindeki mücadele ayrıca önemlidir.
Bu, sermaye ve devlet arasında kapitalist sınıfın çıkarlarının doğrudan
temsilinin ardında sermaye sınıfının devlet üzerindeki tahakkümünü güvence
altına alacak temel ilişkilere dikkat çekmeyi gerektirir (Clarke, 2001:194).
Devletin artı değer üretimi ve yeniden üretimi için gerekli koşullları
değiştirerek, toplumun maddi yeniden üretimine müdahale edebilmesi ve bu
müdahalenin ekonomik, toplumsal ve ideolojik düzeylerinin anlaşılabilmesi bu
sayede mümkün olacaktır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE’DE DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜNÜN
ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMA ve ELEŞTİRİSİ
3.1.
TÜRKiYE’DE
EKONOMİ-SİYASET
İLİŞKİLERİNİN
ANALİZİNDE
HAKİM PARADİGMA: GİRİŞ
Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkisi üzerine birbirlerine karşıt tezler
geliştiren iki baskın eğilim, sürekli olarak birbiriyle çatışma içinde oldu.
Benzer yöntemsel kaynaktan beslenmekle birlikte, bu eğilimleri birbirinden
ayıran temel nokta; Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişimi konusunda
izledikleri stratejik farklılıktır. Başka bir ifadeyle, “Türkiye nasıl kalkınabilir?”
sorusuna verdikleri cevaba göre bu yaklaşımlardan biri korumacı, ulusal
müdahaleci ve devlet merkezli iken, diğeri dışa açık, entegrasyoncu ve
piyasa serbestliğine dayalı politikaları41 izlemektedir (Boratav, 2007: 213).
Bugün “bağımsız ekonomik” grubu vurgulayan devlet merkezli kalkınma
yaklaşımı, Türkiye’de ulusal rekabeti ve devlet korumacılığını vurgular.
Emperyalizme ve küreselleşmeye karşı işçi sınıfının müttefikliği ile devleti
birleştirir (Ercan ve Oğuz, 2007: 175). Bu grup, açıkça neoliberal dönüşümün
IMF, Dünya Bankası (DB) ve büyük emperyal güç olarak Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) gibi neoliberal kurumlarına karşı durmakla birlikte, AB’nin
birçok reform önerisine de neoliberal ve emperyalist bir proje olduğu
gerekçesiyle karşıdır. Birikim üzerindeki dağıtımcı politikalara odaklanan bu
yaklaşım, “ekonomik artı”nın farklı sınıflar ve gruplar arasında piyasa ve
devlet mekanizması aracılığıyla nasıl yeniden dağıtılacağı konusuna
odaklanır (Ercan ve Oğuz, 2007: 187). Bugün bu açıklama tarzı (Yeldan,
2002-3; Somel, 2001-2 ve Boratav, 2007) gibi yazarların çalışmalarından
izlenilebilir.
Özellikle 1980’lerden itibaren egemenliğini sürdüren ve gündelik
söylemde de yaygın kabul gören, klasik liberalizmin temel ilkelerini
benimseyen ikinci yaklaşım ise ilkine eleştirel olmakla birlikte, Türkiye’de
41
Boratav, bu iki farklı yaklaşımın Türkiye’ye özgü bir çatışma içinde olmadığını, serbest ticareti ve
piyasa mekanizmasını yücelten klasik, neoklasik iktisat okulları ile kapitalizmin gelişimine geç katılan
Kıta-Avrupası ülkelerinde özellikle Almanya’da yeşeren korumacı müdahaleci okullar içinde geçerli
olduğuna dikkat çeker (2001: 316).
118
devlet-toplum ilişkilerinin Batı’dan farklı ve kendine özgü bir biçimde
gelişmesinin sivil toplum ve demokrasinin gelişimini engellediğini ifade eder.
Bunun nedeni, Cumhuriyet elitleri tarafından devralınan Osmanlı patrimonyal
devlet anlayışı ve bürokratik geleneğinin, ülkede modern anlamda sınıflar,
sermaye ve işçi sınıfının oluşumuna izin vermeyişidir. Kapitalistleşme
sürecinde bu sınıfların devlet eliyle yapılmış olması ise burjuvaziyi devlete
bağımlı kılmış, işçi sınıfının gelişmemiş olması nedeniyle de bu sınıfların
kendileri ve devletle aralarındaki bir uzlaşmanın sonucunda oluşacak olan
demokratikleşme gerçekleşmemiştir. Dolayısıyla, 1980’lere kadar ki devlet
merkezli kalkınma ideolojisinin kuşatıcılığı ve devletin gücü nedeniyle sivil
toplum gelişememiş; batıcı, vesayetçi, jakoben, ceberrut nitelikleriyle devlet,
her
dönemde
muhafazakar-dindar-ekonomide
serbestlik
yanlısı
halk
kitlelerine baskı uygulamıştır. Ancak bürokratik elitlerin ülkeyi sınıflar üstü
kılacak ve kendi çıkarlarını sürdürecek biçimde yönetimi, 1980’lerden itibaren
dönüşmeye başlamıştır. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkileri birbirine
özerk gören, bu anlamda da ekonominin teknik, rasyonel ve siyasal
etkilerden uzak olduğunda etkin işleyeceği düşüncesindeki bu yaklaşım, tıpkı
Weber’de ve liberalizm’de olduğu gibi devleti asgari işlevleri ile tanımlar.
Buna göre devletin burjuvazi ve diğer karşıt sınıflar arasındaki çatışmaların
yaşandığı
sivil
toplum
alanından
uzakta,
onlara
tarafsız ve
özerk
konumlanmasıyla demokratik ilişkilerden sözedilebilecektir.
İzleyen bölümlerde de açıklanacağı üzere Türkiye’de bu sürecin, 1980
sonrasında, neoliberal ekonomi politikalarının ekonomi-politik, toplumsal ve
ideolojik düzeylerde neden olduğu dönüşümle birlikte yaşanmaya başladığı
belirtilmektedir. 1970’lerin kapitalist ilişkilerinin krizine çözüm olarak kapitalist
dünyada başlayan neoliberal dönüşümü 1980 öncesi ve sonrası karşıtlık
biçiminde sunan yaklaşım, 1980 sonrası ekonomi-siyaset ilişkilerinin
analizinde başvurulan belirgin söylem olması ve dönüşümün meşruiyetini
oluşturacak söylemi üretmesi nedeniyle hakim eğilim olmuştur.
Bu yaklaşıma göre, aşağıda da farklı bir biçimde belirtildiği gibi;
sermayedar, asker-sivil bürokrasi ve aydınlardan oluşan Osmanlı yönetici
sınıfının kapitalist toplumsal ilişkilerle eklemlenmesinde iki farklı strateji
119
ortaya çıkmıştır. Buna göre devlet merkezli kalkınma yaklaşımının dayanağı
ilk grup; İttihat Terakki etrafında toplanan ve oradan Cumhuriyet Halk
Partisi’ne (CHP) uzanan, görece daha merkeziyetçi, bağımsızlıkçı ve
monarşiyi devirmek için yabancı müdahalesine karşı konumdadır. Daha
liberal olan ve serbest piyasa ekonomisi yanlısı diğer kanat ise serbest
girişimden, ademi merkeziyetçilikten ve II. Abdülhamit’i devirmek için yabancı
müdahalesinden yanadır. İlk grup, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde belirtildiği
gibi, kapitalizmle eklemlenmede kalkınmacı, devletçi, görece bağımsızlıkçı ve
aydınlanmacı bir paradigmayı temsil eder. Bu strateji, kısmen 27 Mayıs’da ve
1960-1980 arasındaki Ecevit hükümetlerini saymazsak 1950’den sonra
iktidara gelmemiştir. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası, Serbest Fırka, Demokrat Parti (DP), Adalet Partisi (AP), ANAP ve
AKP’yi temsil eden ikinci strateji ise kapitalizme eklemlenmede piyasacı,
serbest ticaret yanlısı, özel girişimci ve adem-i merkeziyetçi bir duruşu temsil
eder (Çulhaoğlu, 2002). İzleyen kısımlarda da görüleceği üzere, Türkiye
siyasal hayatını “güçlü merkez-zayıf toplum” ve “bürokratik elitler-siyasal
elitler” gibi ikili modellerle açıklayan ikinci yaklaşıma göre bu iki strateji, hep
birbiriyle çatışma halinde olmuştur. 1980’lere kadar ilk strateji egemen iken,
sonrasında ikinci strateji, Türkiye siyasal hayatının biçimlendirilmesinde etkili
olmaya başlamıştır. Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecine
ilişkin iki baskın eğilimden 1980’lere kadar egemen olanı, devlet merkezli
kalkınma ideolojisi iken, buna muhalif diğeri, özellikle 1980 “istikrar
programı”nın uygulamaya konulmasıyla, en başta piyasa olmak üzere her
türlü toplumsal faaliyetin devlet müdahalesinin dışında bırakılması temelinde
söylemsel etkinliği artan liberal yaklaşımdır (Yalman, 2002: 316). Devlettoplum ilişkilerini “güçlü devlet- zayıf toplum” merkezi iddiası ile açıklayan ve
1980’lere kadar ki politikaların eleştirisine dayalı liberal yaklaşımın esin
kaynağı ise devlet merkezli anlayışın toplum karşısında ekonomi-siyaset
ilişkilerinin biçimlenmesinde toplumsal dinamiklerin gelişimini engelledikleri
iddiası olup bu, 1980 sonrası sürecin değerlendirilmesininde de temel
hareket noktasını oluşturmaktadır.
120
Bu nedenle çalışmanın bu bölümünün amacı, özellikle 1980 sonrası
ekonomi-siyaset ilişkilerini devlet merkezli kalkınma yaklaşımına muhalif bir
konumdan açıklayan hakim paradigmanın temel tezlerine, “güçlü devlet
geleneği”-“güçlü
merkez-zayıf
çevre”-“bürokratik
elitler-siyasal
elitler”,
ayrılmıştır. Hakim paradigmanın temel tezlerinin 1980 sonrası dönemin
açıklanmasında nasıl kullanıldığı ise izleyen üç bölümün konusunu
oluşturmaktadır. Bu nedenle bu bölüm, kendisini devlet merkezli yaklaşıma
eleştirel bir yerde konumlandıran hakim paradigmanın eksikliklerine ilişkin
alternatif
bir
değerlendirmenin
de
amaçlandığı
çalışmada,
devletin
dönüşümünün ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerine ilişkin
çözümlemelerinin yapılacağı izleyen kısımlardaki tartışmalar için de bir giriş
niteliğindedir. Bu bağlamda bu bölümde cevabı aranacak temel sorulardan
ilki; “Türkiye’de 1980 öncesi ekonomi-siyaset ilişkilerini tanımlamada
kullanılan baskın kuramsal çerçevenin ne olduğudur”. Böylece hem
çalışmanın izleyen bölümlerinde izi sürülecek olan “1980 öncesi kuramsal
çerçevenin sonrasında nasıl dönüştüğü” sorusunun anlaşılabilmesi mümkün
olacak, hem de sözkonusu kuramsal çerçevenin ideolojik etkisinin dönüşüm
sürecinin meşruiyeti üzerindeki etkisi anlaşılabilecektir.
Çalışmanın bu bölümünde ayrıca birinci bölümün ekonomi-siyaset
ayrımının kuramsal kökenlerinin tartışıldığı kısımda belirtilmiş olan Weber
sosyolojisinin Türkiye siyasal hayatı yazımı üzerindeki etkisinin yanı sıra,
özellikle ekonomi-siyaset ilişkisini konumlandırışı itibariyle hakim paradigma
ve neoliberal dönüşüm programıyla nasıl örtüştüğü de anlaşılabilecektir. Bu
bölümün son başlığında ise, devlet merkezli yaklaşıma yönelik hakim
paradigma içinden eğilimlerce yapılan eleştirilerin yöntemsel ve kuramsal
eksikliği üzerinde durulacaktır. Bu eksiklik, çalışmanın yöntemsel dayanağını
oluşturan eleştirel/açık Marksizm’in “toplumsal bir ilişki biçimi olarak devlet”
kavrayışı ile aşılmaya çalışılacaktır. Çalışmanın ikinci bölümünün ikinci
kısmında yöntemsel ve kuramsal içeriği betimlenmiş olan bu yaklaşımın
toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak devlet analizi, özellikle devlet-toplum
ilişkilerine eleştirel ve bütünsel bir kavrayış sunması nedeniyle önemlidir.
121
Çalışmada üzerinde durulacak olan hakim paradigmanın temel
tezlerine geçmeden önce yazarlarının kendi içlerinde bütünlüklü bir konumda
bulunmamaları, paradigma içinden çıkan iki farklı eğilimin varlığına dikkat
çekmeyi gerektirmektedir. Türkiye siyasal hayatına ilişkin bu egemen yazın
içinden çıkan iki eğilim; “güçlü devlet geleneği”, “merkez-çevre karşıtlığı” ve
“bürokratik elitler-siyasal elitler çatışması” gibi ikili modellerden hareket
etmeleri noktasında örtüşürler. Ancak liberal yaklaşım içinden çıkan bu iki
eğilim içinde ele alınabilecek yazarların devletin kavramsallaştırılmasında
sözü edilen ikiliklerin sürekliliğini ekonomik-siyasal, toplumsal ve ideolojik
sorunların nedeni olarak görme konusunda da hemfikir olmalarıyla birlikte
kendi içlerinde önemli ayrım noktalarının olması bunu gerekli kılmaktadır.
Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin kapitalistleşme/modernleşme sürecini güçlü
devlet geleneği veya merkez-çevre modeli bağlamında açıklamaya çalışan
bu yaklaşım içerisinde ele alınabilecek toplumbilimciler, toplumsal ilişkilerin
biçimlenmesi sürecinde siyasete ya da devlete öncelik atfetme ve ekonomik
unsurların analizlerine dâhil edilip edilmemesi noktasında kendi içlerinde
farklılaşmaktadırlar. Birbirlerinden farklılaşan yanlarının kabulü ile siyasal
analiz yapan Heper, Mardin, Kazancıgil, Keyman, Özbudun, Köker ve Göle
gibi yazarların eleştirisi demokratik toplumun gelişimini engelleyen bir unsur
olarak “güçlü devlet”in rolü üzerinedir (benzer değerlendirmeler için bkz:
Yalman, 2002; Dinler, 2003; Güngen, 2006; Güney, 2006; Bozkurt, 2008).
Buna karşılık Öniş, Buğra, Keyder ve Sayarı gibi yazarlar ise özellikle
azgelişmiş ya da kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan toplumlarda
ekonomik kalkınmada devletin siyasal rolüne, devlet ve özel sektör
arasındaki işbirliğine dikkat çekmektedirler (Öniş, 1992; Keyder, 1987; 2007;
Buğra, 2010 benzer değrlendirme için bkz: Yalman, 2002; Güney 2006;
Bozkurt, 2008; Ercan 2009).
Görüldüğü gibi, Türkiye siyasal hayatı yazını içinde kapitalist ilişkilerin
analizinde devlete verdikleri merkezi rolle onun gücü ve kapasitesinin
önemine dikkat çeken hakim paradigma içinden bu yazarlar, güçlü devlet’in
kapitalist girişimci bir sınıfın oluşumunu geciktirdiği ya da toplumsal güçlerin
siyaseti biçimlendirmesini engellediği iddiasındadırlar. 1980 sonrası ekonomi-
122
siyaset ilişkilerindeki dönüşümü sivil toplum ve demokrasi bakımından
olumlayan bu eğilime göre, devlet toplumun üzerinde ve ona özerk bir
konumda durmalıdır. Devlet-toplum ikiliğinin başından kabul edildiği bu
yaklaşımda örneğin, ilk eğilimde vurgu siyasetin merkeziliğine yapıldıkça,
ekonomik unsurlar analize dâhil edilmemekte, siyasetle birlikte ekonomik
unsurların da analize dâhil edildiği ikinci eğilimde ise ekonomik unsurlar
analize dahil edilirken toplumsal güçler ve devlet arasındaki ilişkinin
bütünlükten uzak kavranması nedeniyle analiz sorunlu görünmektedir.
İlk grup yazarlar siyasal-kültürel analiz yapmakta iken, ikincisi siyasetin
yanı sıra ekonomiyi analize42 dahil etmektedir. Ancak, her iki grubun birden
yöntemsel olarak devleti toplumsal ilişkilerin dışında ve uzağında gören
Weberyen
Weber’in
ekonomi-siyaset
ideal
tiplerinden
ilişkisinin
iyi
etkisinde
gelişmiş
oldukları
rasyonel
bir
söylenebilir.
bürokrasinin
kurumsallaşması, teknik bir kategori olarak görülen modern ekonomik
kurumların gelişimi için zorunludur. Toplumun evrensel çıkarlarının bir
acentası
olarak
görülen
devlet,
politikalarının
etkin
bir
şekilde
uygulanmasının aracı olan rasyonel bürokrasiyi kurduğunda özerkliğini
sağlamlaştırabilecektir. Dolayısıyla devlet, belirli bir siyasal alanda yönetsel
kapasitesini mevcut toplumsal ilişkileri sürdürmek için kullanmaktadır. Burada
devletin kendisi başlı başına bir amaç olduğundan çıkarları toplumsalın
üzerindedir. Devlet toplumsal sınıflarla herhangi bir etkileşim içinde de
olmadığından
toplumun
üzerinde
ve
ona
biçimini
veren
bir
özne
konumundadır.
42
Modernleşme Okulu, Batı dışı toplumların ancak Batılı ülkelerin modelini uyguladıkları takdirde
modern siyasi yapılara kavuşabileceklerini söyler. Modernleşme kuramı ise geleneksellikten
modernleşmeye doğru düz bir çizgi halindeki ilerlemeyi ifade eder. Süreklilik tezini savunanlar,
bunun kesintisiz bir biçimde sürdüğünü, savunmayanlar ise 1923 TC’nin kuruluşu ile başladığını iddia
ederler. Dolayısıyla modernleşme kuramı içinden hareket eden, ancak “süreklilik tezi”ni
savunmamakla birlikte Kemalist ideolojiyi olumlayan yazarlar da siyasal-kültürel analiz
yapmaktadırlar (ayrıca bkz: Kansu, 2006). Bizim çalışma, ekonomik-siyasal, toplumsal ve ideolojik
düzeyler arasındaki ilişkileri esas aldığından burada anılan yaklaşımların hepsine birden bir eleştiri
sunmayı amaçlar. Siyasal ve kültürel analize eleştiri yöneltirken hem devlet merkezli kalkınma
ideolojisine, hem de onun eleştirisini analiz ederken daha çok onun eksikliklerini ortaya koymayı
amaçlar. Bunu yaparken de toplumsalın görünümünün bir biçimi olarak devletten sözeder.
123
3.2. TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN ANALİZİNDE HAKİM SÖYLEM:“GÜÇLÜ
DEVLET GELENEĞI TEZİ” ve TEMEL YAKLAŞIMLARI
Liberal yaklaşım içinden yapılan “güçlü devlet-zayıf toplum” tezinin
eleştirisinin dayanağı, Osmanlı’dan bu yana süregeldiği43 düşünülen
toplumdan kopuk, toplumun taleplerine duyarsız ve ona hükmeden “gücü
kendinden menkul” bir devlet imgesine karşı tavır almasıdır (Yalman, 2002:
316). Bu görüş, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras alınan baskıcı bir
devletin toplumsal alanda kurmuş olduğu hâkimiyetini 1980’lere kadar
sürdürdüğünü iddia eder. Buna göre devletin baskıcı karekterinin nedeni,
kendilerini devletin sahipleri olarak gören bir grup bürokrat elitin/sınıfın,
devletin bekası adına ulus-devletin kuruluş döneminde tepeden reformlar ve
modernleşme ile sonrasında da bunların koruyucusu olarak varlığını yeniden
üretme çabasıdır. Bu iddia’nın temel sorunsalının; egemen ideolojinin “devleti
kurtarmak” adına toplumsal güçleri bastırdığı, güçlü devlet-zayıf toplum’u
yarattığı (Heper, 2006; Mardin,1973; Kazancıgil,1990; Köker, 2008; İnsel,
2009) biçiminde konulmuş olması, eleştiren ve eleştirilenin benzer kuramsal44
ve kavramsal çerçeveden hareket etmesi nedeniyledir.
Güçlü devlette somutlaşan devlet merkezli kalkınma ideolojisi ve
bunun eleştirisini üstlenen hakim paradigmanın dayandığı ortak kuramsal
çerçeve; özetle ‘modernleştirici seçkinler/bürokratik elitler’ olarak tanımlanan
karizmatik liderlik ve bürokrasinin geleneksel bir toplumun dönüştürülmesinde
belirleyici bir rol üstlendiği üzerinedir. Daha önce de ifade edildiği gibi
buradaki temel ayrım noktası, kapitalist dünya ekonomisine eklemlenme
sürecinde iki yaklaşımın farklı strateji benimsemiş olmasıdır. Devlet merkezli
kalkınma ideolojisine45 göre ulus-devletin kuruluş aşamasındaki kadro,
43
Süreklilik tezini savunanlar, savaş öncesi ve sonrası dönem arasında bürokrasi gibi bazı önemli
kurumların 1840’lardaki Tanzimat döneminden beri sürekliliğini koruduğunu iddia ederler. Kopukluk
tezini savunanlar ise 1923 öncesi geleneksel yapı ile sonrası kurulan cumhuriyetçi yapı arasındaki
farklılıkları temel almaktadırlar (Kansu, 2006: 7).
44
Her iki tartışmanın da “modernleşme” kuramı içinde kaldığı söylenebilir.
45
Resmi ideoloji; bir devletin verilmiş bir tarihsel zaman diliminde kendini meşrulaştırmak için tüm
topluma çeşitli yollardan yaydığı görüşler iken, egemen ideoloji bir tarihsel çağın sınıfsal egemenlik
ilişkileri tarafından belirlenen tabi sınıflara da çeşitli yollardan aktarılan tüm toplumsal formasyonun
üretimine katkıda bulunan ideoloji olup, somut bir durumda egemen ideoloji resmi ideolojiyi
124
ülkenin siyasal-ekonomik bağımsızlığını gerçekleştirip modernleşme yolunda
önemli adımlar atmıştır. Liberal yaklaşıma/hakim pardigmaya göre ise ise bu
kadro, yani bürokratik elitler kendi varlıklarının devamı için devleti
amaçlamakta bu nedenle de toplumsal güçlerin gelişimini engellemektedirler.
Burada öne çıkan temel tartışma; baskın Türkiye tarih yazımında
vurgunun her zaman 1923 yılında kurulan cumhuriyet rejimi ile çizgisi
belirlenmiş bir kesin kopukluk olduğu ve Osmanlı’dan Türkiye’ye miras “güçlü
devlet”in sürekliliği iddiası arasındaki gerilimi oluşturmaktadır. Bu tez’e göre
de Türkiye bu dönüşümü, Atatürk’ün karizmatik önderliğinde ve emrindeki
seçkin bürokrasi ile parti aygıtının denetiminde bir devrim46 geçirmeden, yani
toplumdaki güç ve mülkiyet ilişkilerinde bir el değiştirme olayı yaşanmadangerçekleştirmiştir (Kansu, 2006: 12-13). Dolayısıyla, hem devlet merkezli
kalkınma, hem de liberal yaklaşımda modernleştirici elitler/yönetici elitler ya
da bürokrasi dönüşümün temel aktörü olarak alınmaktadır. Şu farkla ki;
ilkinde 1923 öncesinde Türkiye’nin kurtuluşunu sağlayan askeri bürokrasinin
reformcu gündemi ön plana çıkartılarak incelenen Türkiye siyasal ve ekonomi
tarihinde modernleştirici seçkinler/bürokratik elitler olumlanırken 47, diğerinde
“güçlü devlet-zayıf toplum” söyleminde, toplumsal güçlerin gelişimini
engellemeleri nedeniyle eleştirilmektedirler (ayrıca bkz: Kansu, 2006: 13;
Ahmad, 2002: 11-2).
Türkiye tarih yazınında kabul görmüş olan modernleşme kuramı
içinden yapılan iki tartışmadan eleştirel olanı, özellikle 1970’lerden sonra
Mardin, Heper, Kazancıgil, Özbudun, Köker, Keyman, Öniş, Buğra, Keyder
gibi yazarların devlet merkezli kalkınma ideolojisinin “güçlü devlet”inin
otoriteryan
niteliği
ve
ekonomik
kalkınmadaki
işlevi
noktasında
tamamlamaktadır (Savran, 1985: 195). Burada egemen ideoloji; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran
kadronun benimsediği ideolojiyi ifade etmektedir.
46
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne süreklilik tezini savunanlarca bu bir devrim olmayıp, yönetici
elitlerin toplumu aşamalı bir dönüşümden geçirmesi iken, süreklilik tezini savunmayanlara göre kesin
bir kopuş olması nedeniyle bir devrimdir (Kansu, 2006). Savran’a göre ise gerek devletin yapısında,
gerekse toplumsal ilişkilerde burjuva toplumsal-iktisadi formasyonun ve kapitalizmin hızla
gelişmesinin yolunu açacak önemli değişikliklerin gerçekleştiği 1920’li ve 30’lu yıllarda yaşanan
süreç bir “kitlesiz sosyal devrim” olarak nitelenmelidir. Burjuva toplumuna doğru atılan kesin bir
adım olması nedeniyle tarihsel bir kopuş sözkonusudur (Savran, 1985: 193-4).
47
Bu eserlere örnek olarak; (Suna Kili, 2006), (Emre Kongar, 1999), (İsmail Cem, 1998)
gösterilebilir.
125
toplanmaktadır. Bu yazarların48 eleştirilerinin hedefi olan ve kopukluk tezini
savunanların temel iddiası kısaca; Türkiye’nin ondokuzuncu yüzyıl sonunda
koloni satatüsüne düşen bağımlı bir devlet olma halinden, siyasal anlamda
yeni rejimle kökten bir değişiklik ve ekonomik anlamda da yabancı
müdahalesinin kaldırılarak “bağımsız” gelişmenin gerçekleşmesi ile sona
erdiğidir (Kansu, 2006: 5-6). Bu tezi savunanlar daha sonra Türkiye Devleti’ni
kuran kadronun/asker-sivil bürokrasinin uyguladığı ekonomi politikaları
sayesinde hızlı kalkınmanın başladığını ve “bağımsız ekonomik yapı”nın bu
politikalarla kurulduğundan söz etmektedirler. Özellikle 1920’lerin sonundan
itibaren devletin ekonomik kalkınmada artan siyasal rolüne ve 1960’larda
ithal ikameci kalkınma stratejisine dikkat çekerler. Kadrocular, Yön Dergisi ve
çok sayıda kalkınmanın sanayileşme anlamına geldiği, bunun da geri kalmış
bir ülkede “dışa karşı koruma içte ise devlet eliyle sağlanan planlı bir
birikimle” gerçekleşeceği görüşünü
paylaşan
yazarlar49 bu
gruptadır
(Boratav, 2007: 24).
1980’lere kadar Türkiye’de ekonomi ve siyaset ilişkilerinde baskın olan
bu devlet merkezli kalkınma yaklaşımı, sonrasında kapitalist ilişkilerin aldığı
yeni biçimlere bağlı olarak ikinci stratejiye50 doğru dönüşüm gerçirmiştir.
Liberalizmin serbest piyasa, özgür girişim, sınırlı devlet gibi temel niteliklerini
benimseyen ikinci yaklaşımın aşağıda açıklanacak olan temel tezleri, 1980
sonrası
ekonomi-siyaset
ilişkilerinin
dönüşümünün
de
meşruiyetini
oluşturduğundan burada üzerinde durulması gerekmektedir. Bu tezlerin 1980
sonrası dönüşümü nasıl açıkladığı, açıklarken nasıl dönüştüğü ve dönüşüm
48
Kansu hem süreklilik, hem de kopukluk tezini savunanları bu tartışmayı 1908’den değil 1923’de
TC’nin kurulmasından itibaren başlattıkları için eleştirir. Kopukluk ve süreklilik tartışmasının
araştırıcıların milliyetçilik ve Kemalist ideolojiye bağlılık derecesine göre konumlandığını belirten
Kansu, kopukluğun 1923’ün koşullarını hazırlayan 1908’den itibaren başladığını söylemektedir
(2006: 20).
49
Bu yazarlara Doğan Avcıoğlu (1996) ve İsmail Cem (1998) örnek gösterilebilir.
50
Burada altı çizilmesi gereken nokta; çalışmanın birinci bölümünde de belirtildiği gibi, tarihsel
olarak liberalizmin daha devletçi, planlamacı ve devlete sosyo-ekonomik alanda geniş işlevler
yükleyen Kıta-Avrupa’sı kökenli olanından, klasik liberalizmin serbest piyasa ekonomisi, bireycilik,
sınırlı devlet gibi temel ilkelerini benimseyen Anglo-Sakson kökenli olanına doğru kaymakta
olduğudur. Bu, sadece Türkiye’ye özgü olmayıp, kapitalizmin krizlerine karşı ekonomi-politik,
toplumsal ve ideolojik yeniden yapılanmanın aldığı biçimlerle ilgilidir.
126
süreci üzerindeki ideolojik etkisi ise çalışmanın izleyen, üçüncü-dördüncü ve
beşinci bölümlerinde tartışılacaktır.
3.2.1. Osmanlı’dan Miras Patrimonyal Devlet Anlayışı
Batı merkezi devletleri ve onu takip eden modern ulus devletlerle
karşılaştırıldığında Osmanlı devlet yapısının özgüllüğünden hareket eden
Mardin, hem onyedinci yüzyılın ortasında Batı Avrupa’da çıkmış olan
Leviathan51’ın, hem de sonrasında ulus devletin Osmanlı imparatorluğu
kurumlarının
gelişiminde
etkili
olduğunu
söyler.
Ancak
özellikle
“modernleşme” sürecinde Osmanlı devleti, hükümet reformları için Batılı
biçimleri model almasına rağmen, toplumsal kurumlarının farklılığı nedeniyle
Leviathan ve modern ulus-devlete karşıt yapılar sunmuştur (Mardin, 1973:
169).
Türkiye siyasal hayatını Batı-Avrupa toplumsal biçimindeki gelişmeleri
referans alarak açıklayan Mardin’e göre bu karşıtlığın nedeni, Osmanlı’da
toplumsal güçler, devlet ve toplum arasında Batı’dakine benzer bir
uzlaşmanın çerçevesini çizen sözleşme geleneğinin bulunmayışıdır. Başka
bir ifadeyle, modernleşme öncesinde Batı devletlerini şekillendiren toplumsal
güçlerle Osmanlı’nınkilerin farklı oluşudur. Mardin’e göre bu farklılık, Batı
devletinin feodal öncülleri, feodal soyluluk-kentler-kentliler ve sonra sanayi
emeği gibi toplumsal güçler ve devlet arasında modern ulus-devlete geçişte
uzlaşmalara neden olan çatışmaları52 içermesidir. Bu uzlaşmalar sonunda
Leviathan ve ulus devlet yapıları görece iyi eklemlenirken, merkezin içinde
bazı
çevresel
bütünleşmeler
içerilebilmiştir.
Örneğin
feodal malikler,
ayrıcalıklılar ya da işçilerin siyasette özerklikleri kabul edilerek siyasetle
bütünleşmeleri gerçekleşmiştir (Mardin, 1973: 171). Mardin’i izleyerek BatıAvrupa sözleşme geleneğine referans veren Heper’e göre de, Batı’da mutlak
monarşilerin yükselişi sırasında, devletin girişimci orta sınıfı güçlendirecek
51
Mardin, ilgili makalesinde (1973) Hobbes’un Leviathan’ına atıfta bulunur. Hem onyedinci yüzyılın
ortasında Batıda çıkmış olan Leviathan, hem de sonrasında ulus-devletin Osmanlı imparatorluğu
kurumlarının gelişiminde önemli rolü olduğunu söyler. Leviathan ve ulus-devlet’in Türkiye tarihi için
önemi Osmanlı kurumlarıyla zıt yapılar sunmasındandır.
52
Merkez ve çevre arasındaki çatışmalar; kilise ve devlet, ulus devlet inşacıları ve yereller, üretim
araçları sahipleri ve sahibi olmayanlar arasındadır.
127
merkantilist politikaları benimseyerek bu sınıfa yardım etmesi, sonrasında da
hakem rolünü üstlenmesi, kapitalist ilişkilerin başlangıcı için önemli olmuştur.
Bu toplumlarda devlet, ”bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” tarzı bir
ekonomi ve hukuk politikası benimseyerek ekonomik ve siyasal hayata belli
ölçüde müdahale eden pozitif bir devlete dönüşürken, Osmanlı ve Türkiye
toplumlarında özerk toplum ve devlet arasında kapitalist ilişkileri başlatacak
herhangi bir karşılaşma mümkün olmamıştır (Mardin, 1973: 169; Heper ve
Güney, 2000: 76; Heper, 2006: 176-177).
Bu çalışmalarda toplumsal güçler arasında karşılaşma ve çatışma ile
sonuçlanacak
bir
toplumsal
sözleşmenin
yasal
çerçevesinin
kurumsallaşmaması, Osmanlı ve Türkiye toplumsal yapısının bir özgüllüğü
olarak sunulmaktadır. Bu farklılık, Batı’nın mutlakiyetçi devletlerinden ayrı
tutulmasının ve merkantalist ekonomik gelişmenin ortaya çıkmamasının da
nedeni olarak görülmektedir. Başka bir ifadeyle, kapitalist ilişkilerin kuruluş
sürecinin Batı-Avrupa ülkelerindeki gibi olmaması, bürokrasinin yönetici sınıf
olarak merkezi özel bir konumda bulunmasına ve toprak sahibi bir ticari
oligarşinin bulunmamasına, yani feodal ilişkilerin yokluğuna neden olmuştur.
Bu ilişkilerin yokluğu, Osmanlı toplumsal gelişmesini dünyadaki diğer
örneklere benzer bir yol izlemekten alıkoymuştur (Keyder, 1987: 66)
Bu yaklaşıma göre, Batı-Avrupa’dakine benzer bir devlet-toplum
uzlaşmasını
sağlayan
unsurların
Osmanlı’da
bulunmayışı,
Osmanlı
toplumunun normalden sapan bir örnek olarak alınmasını gerektirmektedir.
Yalman’a göre devleti kavrayışın farklı bir ontoloji ihtiyacı olduğu düşüncesi;
bu çalışmalarda Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne süreklilik gösteren
toplumun özgül epistemolojik posizyonunundan hareket etmeyi gerektirmiştir
(2004). Bu özgül yapı, Osmanlı toplumunda rasyonel ekonominin, yani
kapitalist ilişkilerin gelişememe nedeni olarak gösterilen patrimonyal devlet
yapısının varlığıdır. Weber’in iktidarın kaynağını gelenekte gördüğü ideal
tiplerinden birine denk gelen patrimonyal devlet; Osmanlı’daki güçlü devlet
geleneğinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sürekliliğini vurgulamak için kullanılır.
Osmanlı özgüllüğünü tanımlamada kullanılan patrimonyalizm kavramı ise;
hukuki egemenliğe dayalı rasyonel ideal tiple karşıtlık içinde, geleneklere
128
göre yönlendirilen, fakat kişisel ve mutlak hukuka dayalı bir egemenlik türünü
ifade
eder.
Bu
tip
örgütlenmelerde
rasyonel
yasa
yapma
süreci
olmadığından, üyelerin görevleri belirsiz tanımlanarak, haklar ve ödevler
yöneticinin eğilimlerine bağlı kalmıştır (Weber, 1978: 217). İnsel’e 53 göre bu
kavramın kullanılma nedeni, bürokratik davranışların incelenmesinde ve
özellikle çağdaşlığın akılcı-yasal bürokratik davranışlarını tanımlamada bir
aşama konumunda olması nedeniyle önemlidir (İnsel, 2009: 29). Bu anlamda
bürokratik patrimonyal davranışların diğer davranış modellerini karşılaştırma
yöntemiyle
belirlemeye
yarayan
bir
ayna-kavram
konumunda
kullanılmaktadır. Bu anlamda kavram, çağdaş bürokrasilerdeki akılcı-yasal
davranışları zıtlama yönünde bir tanımlamayı ifade eder. Heper’in de ifade
ettiği gibi Batı’da kapitalist ilişkilerin gelişimi içinde genel eğilim, yönetsel
yapının teknik uzmanlığa sahip araçsal bir yapı olarak görülmesidir. Bu süreç
kameralist bilimler54in gelişimi ve hikmet-i hükümet kavramında aksini bulan
özsel rasyonalitede ısrar etmemeyi, patrimonyal özellikler göstermemeyi ve
kamu bürokrasini teknik becerilere sahip bir araç olarak algılamayı içerir.
Weber’in yasal-rasyonel bürokrasisinin temeli, yönetim-siyaset ayrımının
gerçekleşeceği bu tür bir yapılanmada verimlilik kavramı da artık siyasal
değil, siyasal iradenin altında çalışan bürokrasiye özgü bir olgu olarak
düşünülmeye
başlanır
ve
siyasal
kadroların
formüle
ettikleri
kamu
politikalarını etkin ve verimli bir şekilde uygulamaya hizmet eden uzmanlık
olarak ele alınır (Heper ve Güney, 2000: 77; ayrıca bkz: Weber, 2002).
Türkiye tarihini anlamak için Osmanlı patrimonyalizmi iki boyutta
incelenir. Buna göre patrimonyalizm, Osmanlı’da bürokratik davranış
örüntüsünün yanı sıra “siyasi içtimai” bir yapının bütününü tanımlamaktadır.
Bu, devlet ve Sultan’ın birbirlerinden ayırt edilemez olduğu, toprak ve
toprağın üzerinde yaşayanların da doğal olarak aynı “mülk”e dâhil oldukları
bir yapıdır (Weber, 1978: 232; İnsel, 2009: 29-30). Dolayısıyla, Osmanlı
53
İnsel, patrimonyalizm kavramının bir ideal tip görünümünde olmasına rağmen, tam anlamıyla
tanımlanmış ve sınırları iyi çizilmiş bir alana oturtulmadığını da ilave eder (2009: 39).
54
Kameralist bilimler, siyasetten ayrı rasyonel-teknik yönetim ilkelerinin gelişmesi bakımından
modern devletin kamu yönetiminin gelişiminin ilk aşamalarına tekabül eder. Bu, Weber’in siyasetten
ayrı, kişisellikten arındırılmış, verimliliği hedefleyen ve uzmanlığa dayalı yönetim anlayışıdır.
129
devlet yapısının patrimonyal niteliği, Weber’in siyasal egemenliğin ya da
iktidarın kaynağına göre Doğu ile Batı arasında farklı feodalizm biçimleri
olduğunu söylemesi ile ilgilidir. Egemenlik Batı-Avrupa’da kral ve feodal
lordlar arasında bölünmüş bir biçimde iken, Doğu’da merkezi siyasal erkin
güçlü olduğu, bölünmemiş egemenlik biçimindedir (Kazancıgil, 1990: 192).
Devletin siyasal iktidarının gücü; diğer toplumsal güçler üzerinde vergi
toplama biçimi ve üretimin miktarının devlet tarafından belirlenmesi gibi
alanlarda açıkça görülür. Osmanlı toplumsal yapısının ise küçük köylülük,
devlet memurları konumundaki tımar sahipleri ve devlet yöneticilerinden
oluşması patrimonyal çıkarları yeniden üretecek bir örgütlenme tarzıdır.
Osmanlı tarihini Batı feodalizminden farklı kılan bu örgütlenme biçimi, devlet
gelirlerinin son derece merkezi bir biçimde toplanmasına neden olur. Verginin
toplanması Osmanlı iktidarının vergi mükellefleri üzerindeki müdahale
sınırlarını çizer. Osmanlı siyasal bölünmesi de bu eksen etrafında oluşur. Bir
tarafta vergi verenler genel anlamda reaya, diğer tarafta vermeyenler, yani
devlet katındakiler (Weber, 1978: 254; İnsel, 2009: 30).
Patrimonyalizmin
ikinci
boyutu,
egemenliğin
uygulanmasının
meşruiyetidir. Osmanlı egemenliğinin meşruiyeti, cemaatlerin farklılığının
garanti edilmesinden geliyordu. Osmanlı devleti, Sultanın kul’uydu ve her
türlü cemaat, kültür ve toprak bağından kopuk bir zümre tarafından
yönetiliyordu. Dolayısıyla “devlet adamı”nın siyasi kişiliği de ancak ve ancak
devlet katında yer almasından kaynaklanmaktaydı. Buna göre “devlet
adamı”, şahsi varlığını devletin varlığı dışında düşünemediğinden siyasi
bakışının bir tek açısı olabilmektedir; “devletin bekasını sağlamak” (İnsel,
2009: 37). Buna göre, Türkiye’de bürokratik davranış kod’unu oluşturan bu
patrimonyal siyasal kültür, Osmanlı siyasal normlarının imparatorluğun birçok
yüzyılında gelişip ortaya çıkmış olup, ‘çağdaş’ Türkiye siyasetini çeşitli
biçimlerde etkilemeye devam etmektedir. Örneğin bu yaklaşım içinden
Heper, Türkiye’de siyaset yapma pratikleri üzerinde Osmanlı mirasının
etkisini vurgular ve değişimden ziyade, neden halen devam ettiği sorusunun
cevabını (2000: 63), varlığı “devletin varlığı”na bağlı bürokratik elitlerin kendi
yeniden üretimlerinde görür. Yani iktidarın meşruiyetini herhangi bir somut
130
toplumsallığa değil, Osmanlı devleti iktidarının bekasını tehlikeye atmamak
için otoritenin tümüne veya bir kısmına rakip veya talip olabilecek yerel ve
özerk
iktidar
merkezlerinin
varlığına
karşı
çıkılmasına
dayandırılır.
Statükonun korunması için tüm merkezkaç siyasi güçlerin yok edilmesi bunun
sonucudur (İnsel, 2009: 37; Keyder, 2004).
Dolayısıyla bu yaklaşıma göre, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne
doğru yapısal ve kurumsal olarak bir kopuş olmasına rağmen, fikirsel ve
davranışsal süreklilik devam etmektedir. Buna göre süreklilik; ulusal kurtuluş
hareketinin temelindeki devlet seçkinlerinden oluşan bir grubun Osmanlı
devletinin çözülmesine gösterilen tepki sonucu, kendi varlıklarının yeniden
üretimi için devletin kapasitesini ve alanını yeniden kurmaları ile devam
etmiştir (Kazancıgil, 1990: 185). Patrimonyal kültürün bir sonucu olarak
Osmanlı’dan
alınan
bu
güçlü
devlet
geleneği,
Türkiye
Cumhuriyeti
döneminde de ekonominin ya da toplumun, çatışma yaratıcı ve merkezkaç
potansiyeller bakımından devletin merkezi otoritesini yıpratacak bir tehlike
olarak algılanmaya devam etmiştir. Bu nedenle hem ekonomik kalkınmanın,
hem de toplumsal grupların olası güçlenme tehlikesinin giderilmesi için
çözüm; devletin kendisinin ekonomik yapıyı kurması ve kurduktan sonra da
bunu yakından denetlemesi olmuştur (İnsel, 2009: 50; ayrıca bkz: Keyder,
1987; Öniş, 1992).
Hakim paradigma içinden ikinci eğilime göre ise toplumsal ilişkilerin
Batı-Avrupa’dakine benzer biçimde şekillenmemesi hem Osmanlı, hem de
Türkiye’yi kapitalist dünya devletleri arasında bir “çevre” ülke konumuna
sokmuştur. Bu nedenle bir “çevre” ülkesi olarak hem Osmanlı, hem de
Türkiye’de güçlü devletin nedeni, kapitalist dünya ekonomisi karşısındaki
güçsüzlük ve ekonomik açıdan baskın olan Batı güçleri karşısında hiçbir
özerkliğinin
bulunmayışıdır.
Türkiye’nin
kapitalist
dünya
sisteminden
bağımsız bir politika izlemesi mümkün olmadığından, bu politikaların
uygulanabilmesi devletin yönetsel kapasitesinin artmasına neden olmuştur
(Keyder, 1987: 81). Yaklaşım içinden başka bir yazara göre, Cumhuriyeti
kuran elitlerin otarşik ekonomi politikaları kurmak için eğilimli olmalarının
nedeni, Türkiye toplumunun Batı-Avrupa toplumlarının modernlik seviyesinde
131
olmaması yüzünden asker-politikacıların merkezi yönetimin bütün toplumu
değiştireceğini, ekonomik faaliyetleri de içeren değişikliklerin de sadece
modernleşme yoluyla olacağını düşünmeleridir (Krueger-Turan, 1993: 334).
Başka bir ifadeyle, hem ulus devletin kurulma aşamasında devlet tarafından
yönlendirilen ekonominin asker-sivil bürokratlarca biçimlendirilmesi, hem de
liberalleşme sürecinde yüksek merkezileşme geleneği ve zayıf sivil toplumla
kökleri Osmanlı’dan gelen patrimonyal gelenek, ülkenin tarihsel ve kurumsal
koşullarının şekillenmesinde etkili olmuştur (Keyder, 1987; Öniş,1992: 8;
Köker, 2008: 180; İnsel, 2009: 50, Buğra, 2010: 138).
Nitekim toplumsal ilişkileri kültüre referansla açıklayan bu yazarlar
gerek devletin ekonomideki yönetsel kapasitesinin yükseldiği 1980’lere
kadar, gerekse neoliberal politikaların yoğunlaştığı sonraki aşamanın her
ikisinde de Osmanlı’dan devr alınan devletin otoriteryan niteliğinin farklı
biçimlere evrilerek devam ettiğini belirtmektedirler. Özellikle kapitalist
ilişkilerin kurulması sırasında ve sonrasında bu ilişkilerin yeniden üretimi ve
sürdürülmesinde devletin ‘zor’ karakterinin niteliğini “güçlü devlet geleneği”
söylemi ile açıklayan yaklaşım, toplumsal sınıfların kendileri ve devletle
aralarındaki mücadeleleri analizlerine dahil etmemektedirler.
3.2.2. Toplumsal İlişkilerin “Güçlü Merkez- Zayıf Çevre” İkiliği ile Analizi
Mardin (1973), “Türk-Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez
Çevre İlişkileri” adlı makalesine Shills’in “toplumun bir merkezi vardır”
cümlesiyle başlar. Toplumları birbirinden farklı kılan ise belirli toplumların
diğerlerinden daha güçlü merkezlere sahip olmalarıdır (Shills, 1961 Akt.
Mardin, 1973: 169). Merkezin güçlü olmasını zayıf toplumla, ya da tam tersi,
açıklayan bu yaklaşıma göre, merkez ve çevre arasında uzlaşmaya dayalı bir
“toplumsal sözleşme” ile sonuçlanabilecek çatışma ortamının Osmanlı’da,
devletin toplumu mutlak kontrolü ve denetimi yüzünden, oluşamaması Batılı
anlamda bir sivil toplumun gelişimini engellemiştir (Mardin 1973; Heper ve
Güney, 2000; Heper 2006; İnsel, 2009; Heper ve Keyman, 2008 ).
Burada sivil toplum kapitalist ilişkilerin eyleyicisi burjuva/girişimci
sınıfını vurgular daha çok. Türkiye ekonomi-politiğini “güçlü devlet geleneği”
132
üzerinden açıklayan analizlerde de Osmanlı-Batı karşılaştırması modern
kapitalist devletin oluşum sürecinde devlet ve toplumsal güçler arasındaki
ilişkide özellikle burjuva sınıfına referans verilerek yapılmaktadır. Örneğin
Osmanlı’da ekonomik bakımdan aktif olan ayan grubunun patrimonyal
bürokrasi içinde kalması, gücünü piyasadan ve özel mülkiyetten alan
ekonomik faaliyetle uğraşacak kültürel davranış niteliklerine sahip bir sivil
topluma dönüşmesini engellemiştir (Kazancıgil, 1990: 193). “Aşkın devlet”55
geleneğinin etkisi altındaki Osmanlı-Türkiye siyasetinin karşılaştığı güçlükler
nedeniyle de siyaseti etkileme gücü olan bir aristokrasi ve girişimci orta
sınıflar ağırlıklı bir siyaset örüntüsünün gelişimine izin verilmemiştir (Heper ve
Güney, 2000: 77; 2006: 248-9). Bu analize göre, patrimonyal davranış
örüntüleri nedeniyle 1970’lerin sonuna kadar Türkiye bürokrasisinin, “kadiri
mutlak devlet”I, özel sektöre ya da toplumda özerk bir güç olarak gelişme
eğiliminde olan herhangi bir gruba şüpheyle bakma eğiliminde olmuştur56.
Benzer biçimde Keyder’de Cumhuriyet dönemi için özellikle 1980’lere kadar
devam
eden
bürokrasi
ve
işadamları
arasında
karşılıklı
şüpheden
sözetmektedir (2007: 200). Başka bir çalışma ise devletin “iş hayatına”
yönelik
belirsizlik
yaratan
müdahalelerinin,
Türkiye’de
iş
hayatında
karşılaşılanan önemli zorluk olduğunu vurgulamaktadır (Buğra, 2010: 138141). Türkiye’de Batılı anlamda bir girişimci sınıf olamaması ya da
burjuvazinin kendi özerkliğini sağlamaya çalışmak yerine, hep iktidara “sırtını
dayaması” ve iyi geçinmeye çalışmasının nedeni de yine Osmanlı’nın bu
sınıfı hor görmesinin bir sonucu olarak yorumlanmaktadır (İnsel, 2009: 37).
Bunun nedeni, ülkedeki siyasal sistemin açılımı sürecinde merkezin farklı
ekonomik kesimler ile karşı karşıya gelmemiş olması; merkezin inatçı ve
55
Siyasetin temelde liderlik ve halkın eğitilmesi olarak anlaşıldığı “aşkıncılık”, son kertede görevin
kutsallaştırılmasını ve insanın tüm enerjisini, bu kutsal görevin ifası için harcamasını ifade eder. Güçle
kurulan ve güçle devam ettirilen devlet, aşırı aşkın yönetimin bir özelliğidir. Siyasetin normal bir
faaliyet, çeşitli görüş ve çıkarların uzlaştırılma etkinliği olarak görüldüğü “araçsalcılık” ise özgürlük,
farklılık ve çoğulculuğu ifade etmektedir (Berki, 1979: 5 akt: Heper, 2006: 27-28). Bu yönelimlerin
aşırı biçimlerine, yani aşırı aşkıncılık ve aşırı araçsalcılığa toplumun ve devletin etkinsizleştirildiği
yönetim biçimlerinde rastlanmaktadır (Heper, 2006: 28).
56
Örneğin Avrupa tarafından desteklenen ve özel girişim için borç verilen gayri-Müslimlere şüpheyle
bakılmaktaydı.
133
etkin yerel zümrelerin talepleriyle karşı karşıya kalmamasıdır (Heper, 2006:
175; İnsel, 2009: 37). Batı-Avrupa’dakinin aksine, temel toplumsal dinamikler
arasındaki karşılaşmanın tek boyutlu olması, devlet ve toplumsal güçlerin
çatışma zemininde karşı karşıya gelmemeleri57, merkez ve çevre arasında bir
uzlaşmayı değil, karşıtlığı getirmişti. Bu yazarlara göre merkez ve çevre
arasındaki bu yarılma, farklı biçimlerde Türkiye siyasetine uzanarak varlığını
devam ettirdiğinden Türkiye siyasetinin temelinde yatan önemli bir kopukluk
olarak 1970’lerin sonuna kadar devam etmiştir (Mardin, 1973: 171; 1990:
124; Heper, 2006: 173).
Heper, bu siyasal açılımın kendine özgü dinamiğinin iki sonucu
olduğunu söyler. Bunlardan birincisi, siyasal mekanizmanın oluşması
sürecinde farklı çıkar gruplarının birbirleriyle çeşitli konularda çatışma içine
girmemesinin siyaset mekanizmasının devreye girmesini önlemiş olmasıdır.
İkinci olarak da Batı’da gelişen feodal lordlar, ruhban sınıfı, girişimci sınıf ve
avamdan oluşan “estate” geleneğinde, yani hukuk sisteminin oluşumunda
görüldüğü gibi, her birinin yasal yetki alanlarının açık biçimde tanındığı bir
özerklik
durumunun
Türkiye’deki
toplumsal
güçler
için
sözkonusu
olmamasıdır. Bu şartlar altında siyasal pratik, girişimci orta sınıfların ve
aristokrasinin olmadığı bir ortamda işlemiştir (Heper, 2006: 174). Başka bir
ifadeyle, siyasal açılımın kendine özgü dinamiğinin bir sonucu olarak
kapitalist ilişkilerin gelişimi, toplumsal güçler ve bu güçlerle devlet arasında
ortaya
çıkan
bir
çatışma
sonucunda
oluşmadığından
Batı-Avrupa
ülkelerinden farklı bir seyir izlemiştir.
Patrimonyal devletin bir sonucu olarak merkez-çevre ikiliğine neden
olan başka bir unsur, Osmanlı’da devletin gündeminde ulusal zenginlik ya da
birikim
57
gibi
sosyo-ekonomik
konulardan
ziyade,
kültürel
politika
Örneğin Batı’da toplum; kral, feodal lordlar ve yerel güçlerle biçimlenen bir yönetim yapısının
sonucu iken, Osmanlı’da devlete tabi olan bir toplum sözkonusudur. Batı’da modern devleti yaratan
merkezileşme süreci, feodal temelleri nedeniyle çevre unsurlarla uzlaşma yapılması sonucunu veren
karşı karşıya gelmelerle olmuş, çevresel güçlerin merkezle bütünleşmesi sonucu özerk durumları
tanınmıştı. Devlet ve kilise, ulusu kuranlar ve yerel güçler, üretim araçlarına sahip olanlar ve
olmayanlar hep karşı karşıya gelmişti (Mardin, 1973:171; 1990: 124)
134
problemlerinin öncelikli yer alması gösterilmektedir. Buna göre, yönetici elitin
gözünde saygınlık ve barış zenginlikten ziyade, bir sınıfın üyesi olmaya bağlı
olduğundan Osmanlı elitleri merkantalizmle ilgilenmemiş, vergileri de birikim
için kullanmamıştır. Yani patrimonyal normlara bağlılık, kapitalist mantığın
anlaşılmasını engellemiştir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde bile önemli sosyoekonomik konulardan ziyade, Batılılaşmanın avantajları ve dezavantajları gibi
sosyo-siyasal konularla ve devletin kurtarılması için “İslamizm”in mi
“Türkçülük”ün mü önemli olduğu tartışılmıştır (Heper ve Güney, 2000: 68).
Dolayısıyla yaklaşıma göre, Osmanlı’da ulusal zenginliğin devletin gücü ile
orantılı artmamasının nedeni, devlet elitlerinin ülke ekonomisinin bütünsel ve
sistematik bir biçimde gelişmesini sağlayacak ulusal ekonomi anlayışından
uzak olmalarıdır.
Kapitalist ilişkileri başalatacak sınıfın ya da ulusal sermaye birikiminin
gelişiminin önündeki başka bir engel de patrimonyal devletin özel mülkiyet
üzerindeki
denetimi
ve
yoğun
kısıtlamaları
olarak
gösterilmektedir.
Patrimonyalizm’de devletin Sultan’ın kişiliğinde temsil edilmesi verginin, yani
toprak, ticaret ve zanaatten gelen kira gelirlerinin de sahibi olduğu anlamına
gelmektedir. Mülkiyetin devletin egemen olduğu alanın tümünü kapsaması da
giderek devlete ait olan ile kişiye ait olan arasındaki sınırın belirsizleşmesine,
yani kişisel zenginliğin oluşmasını önlemektedir58 (İnsel, 2009: 31; Mardin,
1973: 172). Özel mülkiyetin birikememe nedeni olarak gösterilen patrimonyal
devletin merkez-çevre karşıtlığı, ayrıca çevredekilerin merkeze karşı
çevredeki diğer gruplarla ortak hareketi sonucu oluşacak yatay ilişkiler için
çabalamasından ziyade, yerel elitlerin bireysel düzeydeki özel ayrıcalık
talepleri yüzünden dikey ilişki59 peşinde koşmalarına neden olmuştur
(Mardin, 1973: 178; Barkey, 1994: 232 akt: Heper ve Güney, 2000: 79). Bu
58
İnsel(2009) özel mülkiyetin birikiminin önündeki engele örnek olarak müsadere sistemini gösterir.
Heper, Osmanlı burjuvazisi olarak gerçekte bürokratik geçmişiyle Müslüman tüccarları ve
azınlıkları kapsayan parçalanmış alt bir sınıf olduğunu söyler. Buna göre, burjuvazinin bu iki unsuru
aralarındaki etnik çatışma nedeniyle kendi kendilerine merkezi otoriteye karşı bir birlik
olamamaışlardır. Farklılaşmış bireyler olarak farklı ekonomik meşguliyetlerde görünmüşlerdir.
Merkezin adab geleneğinin yerine başka bir şey koymak için bağımsız değerler ve kültür
geliştirememişlerdir (2000).
59
135
nedenle özellikle siyasal merkezin çevre üzerindeki kontrolünün arttığı
ondokuzuncu yüzyılda devamlı azalan vergi gelirlerini yükseltme çabasına
girişilmiştir. Ekonomik gücü elinde bulunduran grupların bu güçlerini siyasal
güce çevirmeleri bu biçimde önlenebilmiştir. Kazancıgil bunu, siyasal iktidarı
ele geçirmeye yönelen seçkinlerin ekonomik güçleri ikinci planda bırakarak,
devleti hedef almalarının doğal sonucu olarak görür (1990: 194). Başka bir
ifadeyle patrimonyal davranış örüntülerinin baskın olduğu Osmanlı-Türkiye
siyasetinde;
“…..çevrenin güçleri, yerel olarak güçlü aileler gibi, merkez görevlilerini bir
çok noktada temasa sahip kişiler olarak gördüler ve aynı zamanda önemli
şeyleri elde etmeye çabalayan ya da tarımsal artıyı ve merkezin diğer
değerlerini, onlar için az olan, paylaşma olasılığı olan rakipler olarak”
(Mardin, 1973:173).
Bu koşullarda ondokuzuncu yüzyılda dünya piyasası için üretim
yaptıklarında
dahi
Osmanlı’da
merkezden
bağımsız
bir
orta
sınıf
kurulamamıştır (Kazancıgil, 1990). I.Dünya Savaşı sonrasında da gayriMüslimlerin nüfusunda tehcir, göç v.b nedenlerle ortaya çıkan azalmanın
ticaret sınıfı üzerindeki etkisi, burjuvazinin büyük bir kısmının ülkeden
çıkarılması ve onların yarattığı ve desteklediği kültürel kazançların da yok
edilmesiyle doğmakta olan sivil toplum, devletin katı hâkimiyetinin her şeyin
üstüne çıkmasıyla yok olmuştur (Keyder, 1987: 67). Cumhuriyet döneminde
yerleşen yeni mülkiyet anlayışı ve giderek rasyonelleşen nakdi ödeme
türünün ayni ödemeye ağırlık kazandığı vergi sisteminde dahi patrimonyal
ekonominin izlerini silmekte yetersiz kaldığından kapitalist ilişkilerin Batı
Avrupa modelinde gelişimi gerçekleşmemiştir (İnsel, 2009: 33). Heper’in
ifadesiyle zayıf, meşruluğu olmayan bir çevre liberal politikalar için zorlayıcı
bir hareket olamamıştır. Çevre’den örgütlü ve etkili herhangi bir baskının
olmaması merkezden yapılan reformlar üzerinde de yönlendirici somut bir
gücün oluşumunu gerçekleştirememiştir (Heper ve Güney, 2000: 79).
Ondokuzunzu yüzyılda cemaat örgütlenmeleri ile ara siyasal kademelerin
oluşması ve mülkiyet hakkına getirilen sınırlı güvencelerle toplumsal gruplar
güçlenmeye başladığında da devletin tekelci siyaset anlayışının devreye
girmesiyle siyasal temsil kurumları olabilmeleri için ilerlemeleri gereken yol
136
tıkanmıştır. Cumhuriyet’le hızlanan süreçte de bu güçler, geri dönüşsüz bir
toplumsal siyasal meşruiyet kazanamadan yokolmuştur (İnsel, 2009: 39).
Sonuçta ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet döneminde siyasal değişme,
toplumsal sözleşme ile garantiye alınan insanın doğal haklarına dayalı bir
teoriden
ziyade,
devletin
birliğini
koruma
gerekliliğine
dayanmıştır.
Ondokuzuncu yüzyılda yapılan refromlarla mülkiyet, hayat ve onur gibi doğal
hakların korunması da devlet ve toplum arasında bir “toplumsal sözleşme”
yapılmasına imkan vermemiştir (Heper ve Güney, 2000: 79).
Osmanlı’dan Cumhuriyete devam eden merkez-çevre bölünmesinin bir
türlü tarihsel işlevini yerine getiremeyen girişimci sınıfın devlet yöneticileri
tarafından baskı altına alınmasının yanında başka bir bölünme, çevre’nin
merkezin kültürel sembolleri ile karşılaşma yollarının tıkalı olmasıdır.
Osmanlı’da “çevre”nin, merkezi/resmi kültürün sembollerine ulaşma çabasına
engel olunması, kültür bakımından da ikincil bir statüye sahip olmasına
neden olmuştur. Merkez ve çevre arasındaki bağlantının daha çok dinsel ve
adli kurumlarla sağlanması, dinsel liderlerin zaman zaman Sultan görevlileri
ile çatışmaya girmelerine rağmen, çevre’nin hayatına daha yakın olmalarının
sonucudur. Bu durum, ondozuncu yüzyıla gelindiğinde de modern eğitim
kurumlarının bürokratik elitlerin kendi sınıfları için olması nedeniyle modern
öncesi merkez-çevre ilişkilerinin sürdürülmesi biçimini almıştır (Mardin, 1973:
178). Bunun nedeni yaklaşıma göre, Cumhuriyetin eski dönemin değerlerinin
özellikle
Osmanlı-İslam
kültürünün
ilerlemede
bir
engel
olduğunu
düşünmesidir. Buna göre bu dönemde de toplumun diğer kısımları önemli
oranda değiştirilmeksizin değerlerin değişimi amaçlanmıştır. Bunun nedeni,
Cumhuriyetin kurucularının toplumun uzun dönemli çıkarlarının dar politik
çıkarlara kurban edilemeyeceği bir rasyonel demokrasiyi yerleştirme
umudunda olmalarıdır. Osmanlı’dan miras alınan güçlü devletin bu elitizmi ve
“ütopyanizmi”
aynı
zamanda
cumhuriyetin
modernleşme
projesinin
değerlerine de yansıyarak, Turkiye demokrasisinin bir özelliği ola gelmiştir
(Heper ve Güney, 2000: 72).
Bu anlayışa göre Türkiye’de demokrasinin bu niteliği, 1950’den sonra
parlamenter süreçle istikrarsız bir biçimde de olsa değişmeye başlamıştır. Bu
137
çok partili sistem sayesinde fiziksel kuvvet kullanımı tekeline sahip merkezin
homojen yapısına karşılık, türdeş olmayan yapısıyla farklı bir kültürün
temsilcisi ve sayıca çok olan çevre’nin serbest seçim döneminde benimsediği
adayların iktidara gelmesinin mümkün olması sayesindedir. Seçilmiş siyasal
elitler ya merkezin temsil ettiği değerleri aşındırarak ya da reddederek oy
aldıklarından iktidara geldiklerinde, merkezin temsilcileri bürokratlar ile
çevrenin temsilcileri arasındaki olası çatışma ise siyasal bunalımların nedeni
olarak gösterilmektedir (Kalaycıoğlu, 1990: 472-3). Örneğin, 1950’de DP’nin
seçimleri kazanmasını anti-elitist zafer olarak nitelendiren Keyder’e göre bu,
DP’nin belli başlı popülist politikalarıyla, çevre’nin piyasa ile bütünleştirilmesi
v.b., bürokratik seçkinlerle girdiği çatışmayı lehine çevirmesidir (Keyder,
1987: 163). Heper de DP’nin bürokratik elitlere muhtaç olmasına rağmen,
oklarını devamlı elitlere ve onların temsil ettiği dünya görüşüne çevirmesini,
DP’nin popülist, irrasyonel çevreye ait politikaları ile açıklar (Heper, 2006:
176). Dolayısıyla “güçlü devlet-zayıf toplum” söyleminin merkez-çevre ikiliği
üzerinden başka bir tümleyeni, çevrenin temsilcisi olarak görülen siyasal
elitler ile merkezin değerlerinin temsilcisi bürokratik elitler arasındaki
çatışmanın toplumsal ilişkilerin açıklanmasında kullanılan baskın eğilim
olarak devam etmesidir.
3.2.3. Toplumsal Çatışmanın Bürokratik Elitler ve Siyasal Elitler
Arasındaki Çatışmaya İndirgenmesi
Osmanlı ve Türkiye ekonomi politiğinde toplumsal dönüşümün itici
güçlerini bürokratik ve siyasal elitler arasındaki çatışma ile açıklayan
yaklaşıma göre bürokrasi, yerel unsurları denetim altında tutan bir sınıf olarak
konumlanmaktadır. Bir sınıf olarak bürokrasi, devletin bekası adına yapılan
her türlü modernleşme-batılılaşma reformlarını ya da bu reformları sekteye
uğratacak girişimlere karşı alınan siyaset dışı önlemleri kendi sınıfsal
varlığınının devamı için desteklemektedir.
Devletin kurucu öznesi olarak görülen bürokrasi sınıfı, herhangi bir
grubun çıkarlarını temsil etmemekte ve kendisini devletin asli görevlisi olarak
gördüğünden yeniden üretimini devletin sürekliliğine dayandırmaktadır.
138
Devletin toplumsal alanda genişleyen kapasitesi ve özerkliği ile gücünün
orantılı arttığı bu sınıfın karşısında da ekonomik girişimi üstlenerek liberal
politikaları
hayata
geçirecek
bir
girişimci
sınıfın
oluşumu
mümkün
olmamaktadır. Bunun nedeni, Osmanlı’dan bu yana güçlü devlet geleneğine
sahip Türkiye siyasetinde diğer gruplardan özerk olan daima devlet adına
davranan özgül bir elit kategorisinin varlığıdır (Heper ve Keyman, 1998: 259).
Ondokuzuncu yüzyıldaki modernleşme ve bürokratik rasyonelleşme ile de
bürokratik elitler ve çevre unsurları arasındaki karşıtlık giderilmemiş, çevrenin
temsilcisi ayan/girişimci sınıfı ile merkezin temsilcisi memur/bürokrat elit yeni
çatışma zeminlerini oluşturmuştur. Böylece toplumsal etkilerden büyük
ölçüde yalıtılmış bir merkez yönetimi güçlü bir gelenekle Osmanlı’dan
Cumhuriyete devr alınmıştır (Kalaycıoğlu, 1990: 471). Bürokratik elit sınıf,
kendi varlığının devamını devletin bekasında gördüğünden cumhuriyet
öncesinde başlamış olan reformların temel gerekçesi, “devletin bekası nasıl
korunur?” biçiminde betimlenmektedir. “Geleneksel bürokrat kod’un özü”nü
tarif eden Mardin’e göre Osmanlı devlet adamları çevre’nin güçlü ileri
gelenleriyle uzlaşmak zorunda kalmalarına rağmen, sınıfsal konumlarının
devamı için onlara gerçek edindikleri özerkliği asla vermeyi kabul
etmemişlerdir
(Mardin,
1973:
30).
Bunun
sonucu
olarak
devletle
özdeşleştirilen bir bürokrasi ya da yönetici sınıfı Osmanlı’dan cumhuriyete
geçiş sürecinde belirleyici dinamiklerin devlet içine hapsolmasına ve
toplumun devlet ile olan ilişkilerinin yeni bir güç dengesi içinde sınırlanmasına
neden olmuştur. Bu nedenle cumhuriyet öncesinde başlayan, sonrasında da
devam eden reformları “burjuva devrimi” olarak değerlendirilemez (İnsel,
2009: 33). Sivil ve askeri elitlerin batılılaşma reformlarında hükümette ve
toplumda öncü olmasıyla “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna cevaben
“tepeden devrim” ya da “devletçi demokrasi” ile şekillenmesidir (Keyder,1987:
84, 92; Kazancıgil, 1990: 187; Öniş, 1992: 8 ). Çıkarların sadece bürokratik
elitler tarafından beslendiği ve bilindiği organik bir bütünlük biçiminde kurulan
bu elit hegemonyası, ulus-devletin kurulduğu aşamada inşa edilmiş ve
sürdürülmüştür
arasındaki
(Keyder,
çelişkinin
2004:
bürokratik
65).
ve
Dolayısıyla,
yerel
devlet-toplum
siyasal
elitler
ikiliği
arasında
139
konumlandırılması
toplumsal
tabanından
yoksun,
ekonomik
güçlerin
etkisinden uzak, yani “tepeden devrim” biçiminde tanımlanmasına neden
olmaktadır. Mardin’in de ifade ettiği gibi;
“….merkez-çevre ikiliği cumhuriyet içinde de devr alındı ve hiyerarşik
mantık üzerine dayalı uygulamalar yüzünden entegrasyon yokluğunun
üzerinden gelinmedi. Bu gizli ikilik, gücü paylaşmak istemeyen
yönetenlerle, girişimci olmak isteyen yönetilenler arasındaki elit
çatışması; Türkiye siyasetini bu şekillendirdi” (Mardin, 1973:178).
Osmanlı-Türkiye siyasal hayatını elitler çatışmasına indirgeyen bu
anlayışa göre, toplumsal dinamiği oluşturan temel güç olarak bürokrasi sınıfı
toplumun üzerinde ve ondan gelebilecek herhangi bir etkiden uzakta bir
yerde bulunmaktadır. Böylesi bir konumlandırmada bürokrat elitler için temel
sorunsal, devleti kurtarmak olduğundan bunun yolu “yukarıdan devrim”le
toplumu dönüştürmektir. “Yukarıdan devrim” TC’yi kuranların devletin
kurtarılmasını ilkin kendi ayrıcalıklarının sürdürülmesi için istemelerinin bir
sonucudur (Mardin, 1973: 182). Başka bir ifadeyle yaklaşıma göre yeni
siyasal sistem, elitler arası mücadele sonucu kurulduğundan cumhuriyetin ilk
yılları destekçilerinin yerlerinin sağlamlaştırılması olmuştur (Turan, 1990:
443). Bunun gerçekleştiği sermaye birikimi sürecinde sözleşmeler yoluyla
aynı sosyal sınıf üyeleri arasında yatay ilişkiler kurulabilecekken devlettoplum ilişkileri dikey biçimlenmiştir. Bu dönemde devletin sağladığı özel
koruma önlemleri sayesinde de bireysel girişimciler başarılı olmuş, ilk on
yıldaki
özel
koruma
önlemlerinin
alanı
genişletilerek
ekonomik
modernleşmenin gerekleri sağlanmaya çalışılmıştır. Heper ve Keyman’a göre
devlet korumalarının bu anlamı, politik desteğin sağlanması için politik
patronajdır (1998: 261). Başka bir ifadeyle tek parti dönemindeki yeni devlettoplum bağlantılarını getiren bu devletçilik ilkesi, bürokrasi mekanizmasının
statüsünü ve çıkarlarını korumak amacıyla üretilmiş bir politikadır (Keyder,
1987: 81). Devletçiliğin başka bir yorumuna göre ekonomik kalkınma, bir
amaç olmaktan daha fazla, amaca yönelik bir araç, yani devletin toplum ve
birey üzerindeki tahakkümünü sürdürmeye yönelik etkin bir stratejidir (İnsel,
2009: 51).
140
Bürokratik elitin bu kod’u, cumhuriyet reformlarının düzenli siyasal
araçlarla
korunamayacığına
inanılması
üzerine
siyaset
dışı
araçlara
başvurma sıklığında da kendini göstermeye devam etti. Bu anlamda 1960 ve
1971 askeri müdahalerinin bürokrat elitlerin orduyu etkilemesi ya da “eski
düzen”in katılığına dönüş arzusu olarak yorumlanmaktadır (Mardin, 1973:
186; Heper ve Güney, 2000: 178). Kendi projelerini topluma dayattığı
düşünülen modernleştirici elitlerin Osmanlı’daki merkez-çevre gerilimini her
defasında
yeniden
üretmeleridir.
Ancak
Osmanlı’dan
farklı
olarak
kutuplaşma, bu kez Batılılaşma yanlısı bir grup bürokratik elitin askeri-idari
aygıtı modernleştirme çabasına karşı, diğer çıkar gruplarının bu hareketler
karşısında kitleyi mobilize etme çabası arasında (Mardin,1973: 186-187),
yani bürokratik ve siyasal elitler arasındaki çatışma arasındadır.
Merkez ve çevre unsurlar arasındaki yarılmaların her iki, ekonomik ve
kültürel, düzeyinin birden Türkiye siyasal partilerinin biçimlenmesine olan
etkisi, çatışmaların siyasal ve bürokratik elitler arasında gerçekleşmesi,
Türkiye’nin siyasal hayatında temel bölünmenin işlevsel değil, kültürel olduğu
iddiasıyla sonuçlandı (Heper, 2006:175). Çok partili siyasal hayata
geçilmesiyle birlikte bu kültürel bölünme, bürokratik ve siyasal elitleri karşı
karşıya getirdi. Heper’in ifadesiyle;
“Türkiye’nin kendine özgü dinamiği ile gelişen siyasal hayatında egemen
bir devlet ile iyi örgütlenmemiş ve siyasal hayatta etkin olmayan bir çevre
adına hareket eden siyasal seçkinler karşı karşıya gelmiştir” (Heper,
2006: 173).
Bu karşı karşıya gelmede CHP, bürokratik elitlerin temsilcisi olarak
görünürken, DP’ye siyasal elitlerin temsilcisi olarak bakıldı. Buna göre
CHP’nin içinden çıktığı İttihat ve Terakki, çoğunlukçu demokrasiden ve
aradaki grupların ortadan kaldırılması gerektiğinden yana iken, DP’yi
oluşturacak olan grup, CHP’nin karşısında, görevlerinden alınmış memur
sınıfının liderliğinde ve genellikle ayanların partisi olan dağınık bir gruptan
oluşmaktaydı. Merkeziyetçi olmayan, ekonomik liberalizmi destekleyen DP,
ayrıca Türkiye’nin dini pratiğinin serbestleşmesini, serbest girişimin önünün
açılmasını, bürokratik kontrolün engellenmesini, politik etkilerin ekonomi
konuları üzerinde etkisinin kaldırılmasını destekliyordu (Mardin, 1973: 184;
141
1990:136). Siyasal hayatta iktidarın sınırsız kullanımının kaynağını60 Türk
modernleşmesinin bürokratik elitlerin özgül sosyo-ekonomik konulardaki
taleplerini karşılama eğiliminden geldiğini belirten yaklaşıma göre, siyasal
patronaj stratejisi, DP siyaseti ile büyümeye devam etti (Heper ve Keyman,
1998: 261). DP liberal ekonomik değerler için söz vermesine rağmen, en
büyük yatırımcı olarak devletçi ekonomiyi devam ettirmişti. Özel kesimin
gelişmesi ise devlet desteğinde, 1960 ve 70’li yılarda, ucuz kredi, vergi
muafiyeti, döviz tahsislerinde öncelikler, yüksek gümrük duvarları, kotalar,
özel sanayinin temel girdisi olan hammaddelerin kamu kurumlarınca
üretilmesi ve maliyetinin altında satılması gibi desteklerle devlet tarafından
sürdürülmeye devam etmişti (Turan, 1990: 463).
Liberal yaklaşım, sivil bürokrasinin mevcut kurumsallaşmasına son
verme ve onu kendisine sadık bir kurum olarak yeniden kurma çabasını da
bürokrasi
mekanizmasının
rasyonaliteye”
sahip
“bürokratikleştirilmesi”,
“hukuksal-rasyonel”
bir
yani
bürokratik
“araçsal
dönüşümü
gerçekleştirememesi olarak değerlendirir. Buna göre, izleyen yıllarda da idari
reform çabaları ne hükümetteki lider kadronun, ne de önemli toplumsal
grupların desteği sağlanarak yürütülmüştür (Heper, 2006: 176). Weber’in
ekonomi-siyaset/yönetim-siyaset
düzeylerinin
ayrılığı
vurgusunda
da
ekonomik/yönetsel yapı, teknik uzmanlığa dayalı araçsal bir yapıdır. Weber
böylesi bir ayrımı, yönetsel alana ait olan verimlilik kavramının siyasal değil,
siyasal iradenin emri alında çalışan bürokrasiye özgü bir olgu olması
nedeniyle yapmıştı. Ekonomik ve yönetsel krizlerin siyasal ve bürokratik
elitler arasındaki çatışmadan kaynaklandığı anlayışı, bu alanların birbirinden
ayrılmasının da gereğini oluşturmuştu. Buna göre yönetim, siyasal kadroların
oluşturdukları kamu politikalarını etkin ve verimli bir şekilde uygulamaya
hizmet eden uzmanlık alanı olmalıydı. Buna göre ondokuzuncu yüzyıldan
itibaren yönetsel yapının teknik uzmanlığa dayalı bir yapıya kavuşturulma
60
DP, muhalefetin yıkıcı faaliyetlerini incelemek için kendi milletvekillerinden oluşan ve parlemento
komisyonlarının yetkilerinden daha fazla gücü olan bir Tahkikat Komisyonu kurmuştu. Siyasal
muhalefetin faaliyetini iktidarın izin verdiği ölçüde kullanabilmesine yönelik düzenlemeler
gerçekleştiren DP, hükümet olanaklarının iktidar partisinin kullanımına açılmasını, yargıçların siyasal
liderlerin tercihlerine uygun davranması beklentisi içinde olmuştu(Turan, 1990:452).
142
çabasına yönelik reformlar, siyasal hedeflerin önemli toplumsal grupların
ihtiyaçları ve çıkarlarının gözetilerek yapılması nedeniyle belirtilen hedeflerine
ulaşamamıştı. Heper’in sıklıkla vurguladığı gibi; Batıdaki anlamda bir
rasyonel bürokrasinin yokluğu, parti merkezli bir siyasal hayatta, bürokratik
elitlerin karşıt görüşteki bir siyasal partinin çoğunluğu kazanıp hükümeti ele
geçirmesi durumunda rejimin aşırı aşkıncılığa, çoğunluğu kazanamayıp tek
başına hükümet kuramaması ve koalisyon üyelerinin hayati konularda
uzlaşmaya varamaması durumunda ise aşırı araçsallığa meyletmesidir
(Heper, 2006: 191, 205).
3.3. HAKİM PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ ve DEVLETİN TOPLUMSAL
BİR İLİŞKİ BİÇİMİ OLARAK KAVRANMASI
Gerek devlet merkezli, gerekse buna eleştirel liberal açıklamalar
içinden yapılan analizlerde devlet, ana açıklayan olarak alınmaktadır. Liberal
yaklaşım içinden bu eleştiriler temelde, kalkınmada devlete verilen öncelikli
rolün toplumsal güçler üzerinde artan bürokratik kontrolüne ve güçlü devletin
rasyonel olmayan bir şekilde ekonomiye müdahalesinedir. Heper, Mardin ve
Kazancıgil güçlü devlete ilişkin unsurları “geleneksel bürokratik kod”la
açıklayarak, siyaseti bürokratik ve siyasal elitler arasındaki mücadeleye
indirgemekte; İnsel Türkiye’de varlığını sürdürmek için sürekli devlete
dayanan burjuvazinin bir türlü kendini devletten özerk kılamamasını
otoriteryan merkeziyetçi devletle açıklamakta; Öniş, Buğra ve Keyder ise
piyasa ekonomisi ya da kapitalistlerin varlığı için devletin önemine dikkat
çekmekle birlikte, sürekli belirsizlik ortamının sorumlusu olarak devletin keyfi
müdahalelerini göstermektedirler. Yalman’ın da belirttiği gibi bu çalışmaların
çoğunda
Türkiye
burjuvazisinin
siyasal
açıdan
güçsüzlüğüne
vurgu
yapılırken, devlet merkezli yaklaşımlar açısından durum, burjuvazinin devlete
bağlı, “sınai öngörüden yoksun, kısa vadeli, kar peşinde koşan” ve riski
sevmeyen bir görünüm sergilediği biçimindedir (1997: 174-175 akt: Güngen,
2006).
Siyasal iktidarın otoriterliğinin kaynağını güçlü devletle açıklayan
yaklaşımla, rasyonel ve işleyen bir piyasaya ekonomisi için “tahmin edilebilir”
143
bir çevre oluşturamayan ve devleti ekonomik krizlerin sorumlusu olarak
göreninin yöntemsel olarak kapitalist toplumsal ilişkilere bir itirazları
olmamakla birlikte toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak devletin alacağı
biçim konusunda farklı bir yön izledikleri söylenebilir. Toplumsal gerçekliğin
açıklayıcı unsuru olarak devletin bağımsız bir değişken olarak alınması,
ilişkide bulunduğu toplumsal bağlamından kopartılarak toplumsal ilişkilerin
üzerinde ve çatışmaların uzağında bir acenta olarak işlev gördüğü birinci ve
ikinci bölümlerde değinilmiş olan Weber ve yapısal-işlevselcilik esinli
yaklaşımlarla ilişkilidir. Çalışmada benimsenen yaklaşım ise devleti, ne
sadece bir acenta, ne de verili toplumlardaki bir olgu olarak değil, tarihsel
olarak belirlenmiş geçici bir ilişki biçimi olarak görmektedir. Holloway’in de
belirttiği gibi devlet, basit bir aygıt olarak görülemez, ya da ideolojik, kitlebirleştirici, baskıcı bir araca indirgenemez. Devlet yerine getirdiği işlevlerle
değil bunların yerine getirildiği tarihsel biçimle kavranmalıdır (2001: 235).
Türkiye siyasal hayatı yazınının Weber ve yapısalcı-işlevselcilik esinli
yaklaşımlarla analizi, “güçlü devlet-zayıf toplum” tezi ile ilişkili Osmanlı’dan
miras güçlü devlet, merkez-çevre ikiliği ve elitler çatışması olmak üzere üç
bağlamda kavramsallaştırılmıştı. Osmanlı-Türkiye toplumsal biçimine ilişkin
bu kavramsallaştırma, izlendiği gibi Batı-Avrupa gelişmesinin kuramsal
çerçevesinin alınmasıyla ilgilidir. Bu, Güngen ve Erten’in de belirttiği gibi
toplumların özgül niteliklerinin göz ardı edilmesini ve farklı devlet-toplum
ilişkilerinin gelişmesinde farklı yörüngelerin ihmaline neden olmaktadır (2005:
2). Devlet ve reaya üzerinden tanımlanan Osmanlı toplumunun önce
mültezimler, sonrasında iltizamla toplanan vergi sisteminde tüccarlar ve
ayanlardan oluşan ara yapıların göz ardı edilmesine ve bunlar arasındaki
çelişki ve çatışmalardan uzak düz bir çizgi halinde anlaşılmasına neden
olmaktadır. Feodalizm konusunda ise kendi topraklarını işleten, geçim
kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi olan ve topraktaki üretimden ortaya çıkan
değere, belli toplumsal grupların el koyduğu bir köylüler toplumu olarak
bakıldığında endüstri öncesi bütün toplumların bu tanıma uyduğu görülür
(Faroqhi, 1999: 18 akt; Dinler, 2003: 21). Ortak bir kavramsal çerçeve kurma
çabasının herhangi bir toplumun tarihsel koşullarından kaynaklı çelişki ve
144
özgüllükleri
dışlamaması
gerektiğini
belirten
Dinler,
feodalizmin
tanımlanmasının artığa el konuş biçiminin kendisi ile ilgili olduğunu söyler. Bu
nedenle, üretim tarzı ve toplumsal yapının artığa el koyan kişilerin kim olduğu
üzerinden değil, sömürü ilişkisinin niteliği üzerinden, yani artı değeri üretenler
ve el koyanlar üzerinden tanımlanması gerekmektedir (2003: 21-22). Artığa
mültezimler aracılığıyla ya da iltizam usulü ile el koyan, devlete karşı zaman
zaman yerel güçlerin mücadele ya da pazarlığa girişi ve artığı üretenlerin de
ağır vergi yükü nedeniyle farklı biçimler alabilen çatışmalara girmesi,
Osmanlı-Türkiye toplumsal gerçekliğine ilişkin yapılan değerlendirmelerden
farklı uğraklarının olduğunu göstermektedir. Örneğin 1904’de kırsal kesimde
köylüler, kasabalarda zanaatkârlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için
gittikçe artan vergi yükünün üzerine konan ek vergilere karşı 1906’da çıkan
vergi ayaklanmaları, 1908’e giden süreci hızlandırmıştır (Kansu, 2006: 3738). Dinler’in de belirttiği gibi kapitalizme geçiş sürecinde devlet, mülkiyet
ilişkilerinin bir parçası olduğu sürece, patrimonyalizm ayırt edici bir kavram
olma niteliğini kaybetmektedir (2003: 24). Siyaset belirlenimli yaklaşımlarla
toplumsal gerçekliğe ilişkin diğer düzeylerin dışarıda bırakıldığı bu analizlerle
kapitalist birikim süreçlerinin çözümlenmesi sınıf mücadelesi ve devlet
çözümlemelerinden ayrı tutulduğu (Holloway ve Picciotto, 2004: 135) için
eksik
kalmaktadır.
Toplumsal
bir
ilişki
biçimi
olarak
devletin
sınıf
mücadelelerinden bağımsızlaştırılarak tartışılması, kategoriler arasındaki
kuramsal açıklığı görünmez kıldığından, devletin tarihsel gelişimi ile kapitalist
üretim biçiminin dinamik temelindeki çelişkiler arasındaki ilişkileri açıklamak
zorlaşmaktadır (Clarke, 2001a: 183).
“Güçlü devlet” tezi ile ilişkili olarak yaklaşımın ikinci vurgusu, OsmanlıTürkiye toplumunda ekonomi-siyaset ilişkisi arasında bir ayrışmanın
olmamasını devletin toplumsal alandaki geniş etkisine, yani gücüne
dayandırmasıdır. Devlet-toplum arasındaki ilişkiyi birbirine dışsal kavrayan
yaklaşım, demokratik gelişmeler sonucu birbirleriyle çatışma sonucu ortaya
çıkacak olan uzlaşma idealini paylaşan ve ekonomiyi teknik bir sürecin
unsuru olarak gören kendiliğinden doğal düzene dayalı piyasa ekonomisi
sistemini öngören liberal yaklaşımla örtüşmektedir. Bir diğer ifadeyle, Türkiye
145
siyasi tarihinde egemen söylem olan devletin kendine özgü gerçekliği
anlayışı, piyasayı bireysel seçim ve özgürlük alanı olarak yücelten liberal
düşünceden
beslenmektedir.
Merkezin
baskısı
yüzünden
bir
türlü
gelişemeyen çevre’nin, piyasa liberalizmi sonucu “uzlaşma”nın merkeze
konulmasıyla gerçekleşeceği varsayılmaktadır (Yalman, 2004: 46; Güney,
2004: 5; Güngen ve Erten, 2005: 7-8). Örneğin “çevre” diye girişimci sınıftan
söz eden Heper’e göre daima itilip kakılan çevre, kamu çıkarı konusu ile
ilgilenebilecek bir konumda olmamış ve kamu çıkarını da gözeten bir sivil
topluma dönüşememiştir (2002, 2006). Başka bir ifadeyle siyasal gücün
kontrolörlerinin
tüccarlardan
ziyade,
ülkenin
ilk
sahipleri
addedilen
bürokratlarda olması (Mardin, 1973: 172) nedeniyle, burjuvazisinin ekonomik
kaynaklarının
siyasal
iktidarı kontrole
çevirme
süreci yaşanmamıştır
(Kazancıgil, 1990:192). Devlet-toplum ilişkilerini siyasetin belirleyiciliğine
atıfla güçlü devletle açıklayan Heper ve Mardin gibi yazarlara benzer biçimde
Öniş, Buğra ve Keyder gibi yazarlar ise burjuvazinin kendi özel çıkarlarını
aşarak genel çıkarı temsil edecek bir pozisyona evrilemediğini belirtirler.
Bunun nedeni, güçlü yönetsel kapasiteye sahip kalkınmacı devletin özerk
toplumsal gruplarla ilişkisinin ya da bu gruplara sürekli müdahalesinin
ekonomik belirsizliğe ve burjuvanın liberal özgürlükler için mücadelesine
engel olunmasıdır (Keyder,1987: 118; Öniş, 1992:4; Buğra, 2010: 106). Bu
yaklaşımda sınıfsal çatışmaların uzağında ya da toplumsal ilişkilerden ayrı bir
düzeyde ele alınan devlet, sivil toplumun karşısında bir güç olarak
konumlandırılmaktadır. Başka bir deyişle verili bir yapı olarak alınan devlet,
piyasaya müdahale eden ya da kendine çekilen bir kurum ya da sermayenin
mantığına uygun davranan bir araç olarak tanımlanmış olmaktadır (Holloway,
1995: 127).
Liberal
yaklaşım
içinden
yazarların
aksine,
bürokratik
elitlerin
kalkınmadaki işlevine olumlu rol atfeden devlet merkezli yaklaşım da devleti
sınıflararası mücadelelerin alanı olarak kavramama konusunda yöntemsel
olarak liberal yaklaşımla benzerlik gösterir. Dünya ekonomisinde yaşanan
krizlerin merkez ve çevre ülkeler arasındaki bağlantıları zayıflattığı oranda
azgelişmişlik kısır döngüsünü kırmak için fırsatlar yarattığı vurgulanır.
146
Bununla birlikte koşulların kaynak dağıtım mekanizmaları üzerinde siyasi bir
denetim kurulması için elverişli olabileceğinin belirtilmesi, devleti sermaye,
piyasa ya da sivil toplumla ilişkilerinin dışında kavramakla ilgilidir (Boratav,
1992; Keyder, 1987; Somel, 2001; Yeldan, 2003). Çatışmanın merkez ve
çevre ülkeler arasında, özellikle çevre ülkelerin merkez ülkelerin nüfuzuna
karşı koyma çabaları olarak görülmesi (Kansu, 2006: 28), farklı sınıflar
arasındaki
ya
da
sınıflarla
devlet
arasındaki
çatışmanın
tümüyle
yadsınmasına neden olur. Oysa kapitalist devletin sınıfsal karakteri, onun
sermaye ile olan maddi ve siyasal tabiiyetiyle ilgili olup bu, işçi sınıfının her
zaman devlet gücünün bir nesnesi olması demektir (Clarke, 2001: 198)
Bürokrasi ile siyasal iktidarı elinde bulunduranlar, yani elitler
arasındaki çatışmayı toplumsal dönüşümün temel dinamiği olarak gören
yaklaşım,
Türkiye’nin
kapitalistleşme
sürecinde
devletin
ekonomideki
müdahalesinin fazlalılığını burjuvazinin zayıflığı ve devlet geleneği ile
açıklamaktadır. Yalman’ın da belirtiği gibi bu dönemdeki sanayileşme
politikaları,
toplum
içindeki
gücünden
vazgeçemeyen
modernleştirici
bürokrasinin tepeden inme yöntemlerle toplumu dönüştürme eğiliminin
tezahürü olarak görülmektedir (2004: 50). Örneğin Mardin’e göre CHP’nin
yanına köylü ve esnaf sınıfını alması ve bu grupların ekonomik ve siyasal
taleplerini karşılama vaadi, bu gruplarla devletin girdiği mücadelenin bir
sonucudan ziyade, devletin güçlendirilmesi biçiminde yorumlanmaktadır.
Başka bir ifadeyle bu durum, ekonomik ve askeri zayıflıktan öte bürokratik
düşünüş kodu ile bürokratik elitlerin yeniden üretimi ile açıklanmaktadır
(Mardin, 1990: 137). Başka bir örnek CHP’nin Varlık Vergisi ve 1945 toprak
reformunu gündeme getirmesiyle yerel elitlerde artan hoşnutsuzluk ve
sonrasında DP’nin, özellikle ülkenin ekonomik olarak gelişmiş kesimlerinden
ilgi ve destek görmesi (Turan, 1990: 451) çevre’nin, yani piyasanın merkez
üzerindeki zaferi olarak okunmaktadır. Ulus-devletin kurulma sürecinde ve
sonrasındaki vergilendirme politikaları iktidarın Osmanlı’dan devr aldığı
merkezi güçlendirme iddiası ile açıklanırken, Osmanlı’da özerk bırakılan
gruplardan neden vergi alındığı ya da önceden vergi alınmayan gruplardan
sonra neden vergi alındığı (Dinler, 2003) cevapsız kalmaktadır. Başka bir
147
örnek, ekonomi-politik ve toplumsal düzeyleri dışarıda bırakılarak analiz
edilen 1960 darbesi, dönemin ekonomik gelişmelerinden ve toplumsal
sınıflarından bağımsız bir biçimde merkez-çevre arasındaki yarılmayı
derinleştirmek pahasına düzenin korunması için bürokratik elitlerin askeri
elitleri yönlendirmesi biçiminde yorumlanmaktadır (Mardin, 1973: 186). Başka
bir yoruma göre de çevre’ye ait bir unsur olarak görülen dinin, politik amaçlar
için kullanıldığı gerekçesi ile bürokrat ve siyasal elitler arasındaki çatışmanın
sekülerizm
gibi
bazı
cumhuriyet
değerlerine
tehdit
hissedilmesiyle
demokrasinin sınırlı bir dönem için devam ettirilmemesidir (Heper ve
Keyman, 1998: 259). Turan’a göre de bu, halen siyasetin toplumsal yaşamın
özerk bir eylem alanı olarak görülmemesi yüzünden, siyasal demokrasinin
işlerlik kazanamamasıdır. Buna göre siyasal farklılaşmaları anlamak için
toplumsal yaşamın siyaset, ekonomi, din ve kültür gibi birbirine özerk
alanlardan oluştuğunun algılanması gerekmektedir (Turan, 1990: 442).
Bu yaklaşımlarda olduğu gibi devletin toplumsal formasyonun kurucu
öznesi olarak tanımlanması, Osmanlı-Türkiye devletini kendine ait bir mantığı
ve çıkarları olan özerk bir yapı biçiminde ele almakla ilgilidir. Devletin
toplumdan ayrışmış halini oluşumunun yapısal bir özelliği haline getirmesi,
devletin, devlet elitleri olarak ifade edilen, kendi kendilerini belirleyen ve kendi
özgül varlıklarının bilincine sahip öznelerle özdeşleştirilerek özgül kurumsal
yapılarıyla tanımlanmasına ve kendi rasyonalitesine sahip bir gerçeklikmiş
gibi görünmesine neden olmaktadır (Yalman, 2004: 47-48). Devletin farklı
sermaye grupları ve sınıflar arasında ortaya çıkan sürekli çelişkilerle başa
çıkma mücadelesi ile birlikte düşünülmesi, bu çelişkilerin bir parçası olarak
devletin kavranması, toplumsal ilişkilerin bütünsel analizi için önemlidir.
Örneğin ücretlerin dondurulması, kamu harcamalarının azaltılması, grev
hakkının yasaklanması ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi gibi politikaları
içeren bir IMF istikrar programının kabulü gibi eylemler, devlet tarafından
bağımsız sürdürülen hareketler olarak görülemez. Clarke’in ifadesiyle;
“ devletin hukuku, sermayenin gerçek karşılığını vermeyerek emeğe el
koymasının arkasında dururken, işçi sınıfının ürettiği ürün üzerinde hak iddia
etmek için kendi kollketif gücünü kullanmasını önler” (2001:198).
148
Dolayısıyla devleti, ilişkili olduğu toplumsal bağlamından kopartarak
bağımsız bir değişken olarak alan yaklaşımların onu toplumsal ilişkilerin
üzerinde ve çatışmaların uzağında bir acenta gibi işlev gören kurum olarak
görmeleri, Weberyan yaklaşımla uyumlu olup, ikinci bölümün ilk kısmında
belirtilen yapısal-işlevselci analizle örtüşmektedir. Devlet, açık ya da dolaylı
bir “bölge” ya da diğerleri arasında bir aşama durum olarak yorumlanır.
Devleti sınıf mücadelesi tarafından varsayılan bir biçim olarak gören
diyalektik ve eleştirel-Marksizmin aksine, ekonomi-siyaset, devlet-toplum
arasındaki ayrılık süregelen, devam eden bir temelde ifade edilir (Bonefeld,
Gunn ve Psychopedis, 1992: xv).
Ekonomik analiz yapan, ancak sınıfsal çatışmaları bunun dışında tutan
Öniş, Buğra ve Keyder gibi yazarlar ise Batılı bürokrasiyi toplumdan ayrı bir
güç olarak konumlandırırlar. Sınıf ilişkilerinin ve güç ilişkilerinin dolayımında
tanımlanan bir iktidar kavramsallaştırması yerine, toplumsal güçlerden ayrı ve
tepeden gerçekleşen bir modelden görmeleri (Keyder, 1987; Öniş, 1992;
Buğra, 2010) yöntemsel olarak yine Weber ve yapısal-işlevselci analiz
esinlidir. Batılı burjuva devrimini referans alan bu yazarlara göre toplumsal
sınıflardan özerk bir bürokrasi sınıfı vardır ve bu bürokrasiyi sorgulayacak bir
sınıf uzun süre olmamıştır. Feodalizmi üretim tarzından ziyade siyasal
düzeyde düşünen Heper (2002; 2006) ve Mardin (1973; 1990) ise bozulmuş
patrimonyalizmle kültürel ve siyasal açıklamalar yapmaktadır.
Yapısal-işlevselcilik esinli ve liberal yaklaşımların eksikliğine karşılık
toplumsal ilişkileri ve devleti anlamak için “politik biçim ne?” sorusu önemlidir.
Bu sorunun cevaplanması toplumun politik organizasyonunun aldığı biçimi
anlama çabasıdır. Biçimin toplumsalın bir görünümü olarak devletin de politik
bir biçim olarak alınması, örneğin burjuva toplumu bir politik biçim, sınıflı
toplum başka bir politik biçim şeklindeki kavrayışlara ulaşmayı sağlar (Clarke,
1992: 149). Ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeyleri arasında
herhangi bir belirlenim ilişkisinden ziyade, toplumsal gerçekliğin birbiriyle
ilişkili düzeyleri olarak görülmesini sağlar. Sınıf ilişkilerinin bu şekilde
kavramsallaştırılması ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel olarak ortaya
çıkan sınıf ilişkilerinin tarihsel olarak özgül olan varoluş tarzlarının
149
çözümlenmesi olanağını verir. Böylece ekonomik, politik ve ideolojik biçimler
birbirini izleyen düzeyler olarak değil, kapitalist gelişimlerin farklı tarihsel
süreçlerinde birbirleriyle özgül bir şekilde ilişkilenerek ortaya çıkarlar (Çelik,
2001: 195). Bonefeld’in de ifade ettiği üzere;
“…her fenomen sadece diğer fenomenle ilişkisinde vardır, başka bir deyişle, varolma
sadece başka bir fenomen içinde ve diğer fenoman aracılığıyladır. Her fenomen
çelişkinin bir hareketi olarak varolur, onun kendi tarihsel oluşumunun bir hareketi
olarak..”(Bonefeld, 1992: 99).
Bu tür bir yaklaşım, “devlet bir baskı aracıdır”, “a ülkesinde ceberrut
devlet geleneği vardır” ya da “devlet her zaman yöneten sınıfların yanındadır”
gibi
devlete
ontolojik
özellikler
atfedilmesini
ve
devlet
kavramının
şeyleştirilmesini önleyecektir (Çelik, 2001: 201). Böylece tarihsel bir
durumun, yani kapitalizmin bir sonucu olan devletin bu biçiminin bir yandan
en başta çalışma gücü olarak bütün üretim faktörlerinin akışkanlığını
sağlarken, diğer yandan da değişim değerinin nüfuz kabiliyeti ile alanını ve
geçerliliğini güçlendirdiği görülebilecektir. Çünkü böylesi bir süreçte devlet,
her türlü farklılığın piyasanın bütünlüğünü bozucu engel olmaktan çıkarılması
yönünde
biçimlendiği
bir
düzenek
olarak
(Cangızbay,
2000:
36)
konumlanmaktadır. Başka bir ifadeyle Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkilerinin
açıklanmasında kullanılan hakim paradigmanın üretim ilişkileri, sınıflar ve
sömürü anlamında bu ilişkilerin toplumsallık boyutunu göz ardı etmesi,
kapitalist ilişkilere eklemlenme sürecinde devletin rolünün bu ilişkilerdeki
tarihsellik yanının ihmali ile sonuçlanacağından devlet ve toplumsal güçler
arasındaki ilişkilerin bütünlüklü ve tarihsel bir kavrayşla ele alınması
gerekmektedir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN EKONOMİ-POLİTİK DÜZEYİ
1980
sonrası
ekonomi-siyaset
ilişkisinin
dönüşümü
“24
Ocak
Kararları”, bunu izleyen 12 Eylül askeri müdahalesi ve ardından devam eden
süreçte devletin sınıf karakterinin aldığı biçimin kavranması ile anlaşılabilir.
Kapitalist
devlete
biçimini
veren
yeniden
yapılanma
sürecinin
sınıf
mücadeleleri ile sürdüğü ya da dönüştüğü ekonomi-politiğin aldığı biçime
ilişkin hakim pardigma içinden eğilimlerce yapılan değerlendirmelerin
eleştirilmesinde temel hareket noktasıdır. Sınıflararası mücadelenin bir alanı
olarak devletin alacağı biçime onun kendi içindeki kurumsal dönüşümlerin
değil dünya genelinde sermaye birikimi ile ilişkili farklı sınıflar arasında açığa
çıkan çelişkiler, çatışmalar ve uzlaşmaların yön veriyor olması bunu gerekli
kılmaktadır.
1991 seçimlerine kadar ki yeniden yapılanma dönemi askeri müdahale
yılları ile sınırlı demokrasiye geçiş sürecinin bir yandan neoliberal politikaların
biçimlendirdiği serbest piyasa ekonomisi çevresinin düzenlenmesine öte
yandan bu çevrenin oluşturulması sırasında devletin aldığı ve uyguladığı
çeşitli önlemlerle otoriteryan görünümündeki artışa tanıklık eder. Bu anlamda
yeniden yapılanmanın 1990’lara kadarki dönemi, ekonomik liberalizasyona
ilişkin düzenlemelere engel önceki dönemden kalma yapıların askeri
müdahale sonrasında otoriteryan bir biçimde ortadan kaldırılması ile
karakterizedir. 1990 sonrası özellikle 2000’ler ise ekonomik krizlerin
kaynağını siyasette gören anlayışla serbest piyasa ekonomisine daha
“tahmin edilebilir” bir çevre için gerekli düzenlemelerin oluştuğu, standartların
kurumsallaştığı
yıllardır.
Ekonomi-siyaset
ayrılığına
yoğunlaşan
bu
düzenlemeler özellikle iyi işleyen bir piyasa çevresi için belirsizlik oluşturan
unsurların ortadan kaldırılmasını ve sermaye piyasaları için ülkelerarası
farklıların giderilmesini içermektedir. Bunlar etkili ekonomik örgütlenmelerin
ya da sivil toplum örgütlerinin desteğiyle IMF ve AB gibi uluslararası
kurumların ekonominin yönetiminde etkinliğini artırdığı, ekonomi-siyaset
ilişkini yeniden kuran ve siyasal liberalizasyonun ekonomik olanına ulaşmaya
çalıştığı düzenlemelerdir.
151
Bu bağlamda çalışmanın bu kısmını konu alan 1980 sonrası ekonomik-politik
dönüşümün değerlendirilmesi şu iki temel soru etrafında yapılacaktır;
- 1980 sonrasının neoliberal ekonomi politikaları ve bu politikaların
uygulanma araçlarını ve düşünsel dayanağını oluşturan “yeni siyaset tarzı”
Türkiye’de dönüşümün ekonomik-politik düzeyini nasıl etkiledi?
- Ekonomi-siyaset ilişkilerinin açıklanmasında 1980 öncesi devlet merkezli
kalkınma yaklaşımına muhalif hakim paradigma/liberal yaklaşım 1980
sonrasında, bu ilişkilerin analizinde nasıl dönüştü? Başka bir ifadeyle; bir
önceki bölümde açıklanmış olan 1980 öncesine eleştirel kuramsal çerçevenin
ekonomi-politik dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki ideolojik etkisi ne
yönde oldu? Bu soruların açıklanabilmesi hem yönetim-siyaset/ekonomisiyaset
ve
devlet-toplum
gibi
yapay
ikiliklerin
kapitalist
toplumsal
formasyonda teorik ve pratik düzeyde devletin yeniden yapılanması
üzerindeki meşruiyetinin anlaşılabilmesini hem de Türkiye’de ekonomisiyaset ilişkilerinin çözümlenmesinde farklı perspektiften yazarların yöntemsel
olarak aralarındaki benzerlikler ve farklıkların izlenebilmesine yardımcı
olacaktır.
24 Ocak Kararlarının ardından gelen 1980 askeri müdahalesi ile
başlayan dönüşümünün anlaşılabilmesi bu süreci hazırlayan maddi ve
tarihsel koşullara, bu koşulların ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik
düzeylerine yani biçim’e görünümünü veren esas’a bakılmasını zorunlu
kılmaktadır.
4.1. GEÇ 1970’LERİN EKONOMİ-POLİTİK GÖRÜNÜMÜ VE 1980 ASKERİ
MÜDAHALESİNİN ESASI
1973 petrol krizinin etkisinin Türkiye’de geç hissedilmesinin nedeni
Avrupa’daki işçi dövizlerinin ithalatı karşılama oranındaki yüksekliğiydi. Dış
ticaret açığını karşılayan bu dövizlerin 1974’den sonra azalmaya başlaması,
petrol fiyatlarının artması ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgali üzerine ABD’nin
uzun vadeli kredi ve askeri yardımı kesmesi 1977’ye kadar sürdürülebilen
152
ithal ikameci kalkınma politikasının sonunu hazırladı 61 (Keyder, 1987: 153).
İthal ikameci kalkınma politikasının belirgin özelliği, rakip ulusal sanayi
sektörlerinin ithal malına kota ve yüksek tarife oranları konularak ulusal
sanayi burjuvazisine koruma rantlarının aktarılmasıydı (Yeldan, 2003: 38).
Büyük sanayi grupları ve geniş iç piyasada çıkarı olan diğer ekonomik gruplar
krizin ertelenmesinin getireceği faydayla hükümetlere baskıda bulunuyordu.
1970’lerin ortasından itibaren ithalatı karşılamak için kısa vadeli ve pahalı
borçlanma
politikasının
dış şartların
yükünü
iyice
ağırlaştırması ve
alacaklıların baskısı (Keyder, 1987:157; Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344)
ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanmasının geciktirildiği bir ortamda
bu ilişkiler arasında olması istenen uyumu daha da güçleştirdi. 1977’ye kadar
garantiye alınan büyüme politikası, istihdamın rekor oranlarına ulaşmasına
rağmen büyüyen yerli emek gücünün sadece küçük bir parçasını
karşılayabiliyordu. Şiddetli likitide/nakit krizi ve yabancı bankaların daha fazla
borç vermeyi reddetmesi krizin ertelenmesini daha fazla önleyememişti
(Arıcanlı-Rodrik, 1990: 1344; Sayarı, 1996-7: 35). Enflasyon, ticaretin
düşmesi, döviz açığının büyümesi, sanayileşmenin yavaşlaması, durgunluk
ve Türkiye’nin yabancı bankalara ve uluslararası borç kurumlarına derinleşen
borcu, izlenmekte olan ekonomi politikasının dönüşümünü zorunlu kılan, 24
Ocak Kararları’ile de kapsamı genişletilecek olan, 1978 IMF iki yıllık stand-by
anlaşması ile sonuçlandı (Keyder, 1987:154; Öniş, 1992: 11; Yeldan, 2003:
43). Anlaşma; büyüme hızını, tüketimi ve ücretleri düşürmeyi, vergileri
arttırmayı, ihraç sanayilerine öncelik vererek enflasyon’un %50’den %20’ye
düşürülmesini öngördü (Ahmad, 2002: 210). Özellikle kriz döneminin
toplumsal bölüşüm ilişkileri açısından belirgin özelliği olan ücretli emeğin
sanayi kota değeri içindeki payının artışını sorun (Yeldan, 2003: 43) olarak
gören ve ücretlerin düşürülmesi gibi önlemleri nedeniyle toplumsal dirençle
karşılaşan 1978 istikrar paketi, 1979’daki görüşmelerle yeniden formüle
61
Petrol fiyatlarının yükselmesinin ithal ikameci sanayileşme programına etkisi, Türkiye’nin ucuz
petrol ithalatına dayanan teknolojileri kullanmayıp petrol-yoğun teknoloji kullanmasıydı. Kömür
madenlerinin ve hidro-elektrik potansiyelinin geliştirilmesinin ihmali ulaştırmada demiryollarına
değil, karayollarının geliştirilemesi ile sonuçlanmıştı. ABD tarafından sürekli telkin edilen bu duurm,
1948 raporunda tümüyle karayolllarına ve otomobillere dayanan bir karayolu şebekesinin tavsiye
edilmesi biçimindedir (Keyder, 1987: 153).
153
edildi. Sertleşen finansal ve ekonomik sorunlara karşı ithal ikameci kalkınma
stratejisini popülist biçimde kullanan hükümetlerin korumacı ekonomi
politikaları sonucu aşırı değerli para, düşük kamu sektörü fiyatları ve yüksek
ücretler 1979’un sonunda ekonomi ve politik krizin daha da yükselmesine
neden oldu (Sayarı, 1996-7:35). Hükümet 1978 ve 79’da uygulanması zor iki
IMF programından sonra 24 Ocak 198062’de IMF’nin beklentilerini de aşan bir
“istikrar paketi” yürürlüğe koydu. Savaş sonrası içeriye dönük büyüme ve
sanayileşmeden kesin bir dönüşü içeren ihracat odaklı ekonomi politikalarıydı
bunlar (Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1344). Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası
(MESS) ve Sabancı Holding yöneticisi olarak sermaye çevrelerinin ve DB
bağlantılarıyla da uluslararası kuruluşların güvenini kazanmış bir figur olarak
Özal’ın hazırladığı bu paket 1980 öncesinin son Demirel Hükümeti’nin
Başbakanlık Müsteşarı olarak hizmete başlamasıyla uygulamaya konuldu
(Krueger-Turan, 1993: 351). IMF’den alınan o ana kadarki en yüksek kredi
olma özelliği ile üç yıllık istikrar programının siyasal kaygılardan uzak biçimde
uygulanması amacı 1979’da yapılan oldukça yüksek devaülasyona rağmen
IMF’nin 1978 ve 1979’daki görüşmelerde talep ettiğinden daha katı bir
uygulamaya geçişi öngördü (Ahmad, 2002: 211). Enflasyonu düşürüp, ihracat
ile döviz gelirlerini arttırarak makro-ekonomik istikrarı sağlamayı öngören 24
Ocak 1980 istikrar paketinin kısa dönemli istikrar aracı, değişim oranı ve para
arzıydı. Devaülasyonla ithalatın kısılmasına ve ihracatın desteklenmesine
bağlıydı. Neoliberal ekonomi programı kapsamında bu istikrar paketi
ücretlerin
azaltılması
yoluyla
kar
oranlarının
yükseltilmesini,
sosyal
harcamaların kısılmasını ve tarımsal desteklerin düşürülmesini öneriyordu.
Öte yandan iç pazarın korunmuş olduğu bir ekonomide çalışan küçük firmalar
zarara girerken, büyük, kapasitesi olan ve kredi kullanabilen firmalar düşük
ücretleri
62
ve
geniş
pazarları
gerektiren
pahalı
yeniden
yapılanmayı
Ekonomik devlet kuruluşlarının denetlediği bütün mal fiyatları keskin biçimde yükseldi. Petrol ve
petrol ürünleri, çimento, şeker, kağıt, kömür, sigara ve alkol gibi tüketim mallarında yaklaşık %70,
tren biletinde de %170 artış oldu. Bağımsız ekonomi girişimleri sona erdi. Ülke artık Batılı
yatırımcılara, petrol şirketlerine ve bankacılara açılmaya başladı……(The Economist, 2 Subat
1980:73 Akt: Ahmad, 2002: 211)
154
gerçekleştirebilecekti. Dolayısıyla neoliberal program en büyükler hariç
burjuvazinin geniş katmanlarını belirsiz bir ekonomik ortamın içine itmişti
(Keyder, 1987:176).
Kapitalist üretim biçiminin dönemsel krizlerini aşma çabası ekonomisiyaset ilişkisinin yeniden yapılanmasını zorunlu kılarken dönüşümün alacağı
biçime olan direnç, ekonomik krizle birlikte siyasal ve toplumsal hatta
ideolojik düzeylerinden ayrı düşünülemez. 24 Ocak 1980 kararlarıyla
başlayan yeniden yapılanma sürecinin sürdürülebilmesinin 1980 askeri
müdahalesi ile sonuçlanması, müdahale öncesi sürecin ekonominin yanı sıra
siyasal, toplumsal ve ideolojik görünümlerine bakmayı da gerektirmektedir.
1971 askeri müdahalesinin ardından 1973 seçimlerini kazanan ve
Erbakan’ın MSP’si ile koalisyon kuran Ecevit CHP’si Türkiye kapitalistlerinin
halkın toplumsal refahına yüksek karlardan daha fazla önem vermelerini ve
modern bir zihniyet kazanmalarını istiyordu. Seçim kampanyasında büyük
firmalardan ziyade küçük tasarruf sahiplerini destekleyeceğini, küçük
üreticiler için tekeller tarafından yutulmaksızın yeni sektörlerin yaratılacağını
belirtmişti (Keyder, 1979: 33-34; Ahmad, 2002:192). Kredi ve para piyasası
üzerinde etkili olan ve kendi girişimlerini desteklecek bankalara sahip büyük
firmaların aksine, tekelci kapitalizmin zararlı etkilerini fazlasıyla hisseden
küçük girişimcilerden (Keyder, 1987:176-7), soldan ve işçi sınıfından büyük
destek almıştı CHP. Geleneksel olarak güçlü olduğu geri kalmış bölgelerden
ziyade en ileri ve en sanayileşmiş bölgelerden aldığı oy, kentlerin gecekondu
semtlerinde
yaşayanların
AP’den
çektikleri
desteklerini
CHP’ye
yönlendirmelerinin göstergesiydi (Ahmad, 2002:190). TÜSİAD gibi büyük iş
organizasyonları ise CHP’nin programında yer alan büyük sermaye karşıtı
retoriğe ve küçük girişimcilere verdiği sözleri nedeniyle rahatsızdı. Güçlü,
istikrarlı ve sağda bir hükümet tercih eden iş dünyası, sosyal demokrat
partilerin patronlardan ziyade emekçileri desteklediğine ve koruduğuna
inandığından ekonomi politikaları nedeniyle Ecevit’i uyarmıştı (Ahmad,1981:
15). Sağın büyük partisi DP’nin başarılı takipçisi AP ise ağırlıklı olarak
tarımsal olmakla birlikte burjuvazinin temsilcisi olarak görünmekte oylarını
Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Harekat Partisi (MHP) ile
155
paylaşmaktaydı (Keyder, 1979: 35; Öncü, 2003: 319). AP ile Milliyetçi Cephe
Hükümetleri içinde yer alan ve dönemin siyasetine yön veren partilerden
MSP, 1971 askeri müdahalesinin ardından kapatılan ancak herhangi bir
yaptırımla karşılaşmayan Milli Nizam Partsi’nin (MNP) lideri Erbakan’ca
kurulmuştu. Anadolu şehirlerindeki küçük burjuvaziyi temsil eden MSP
tekellerin gelişmesine ve dış sermayeye olan bağımlılığa düşmandı, ağır
sanayi ve faizden arındırılmış bankacılık gibi İslami değerleri olan bir
ekonomik sistem istiyordu (Keyder, 1979: 34; Ahmad, 2002: 190). İthal
ikameci kalkınma politikası sonucu sanayileşme ile mağdur olan küçük, yerel
düzeydeki endüstrinin bir siyasal sonucu olan MSP; İstanbul merkezli modern
sektörün yükselişi karşısında korunma talebinde olan Anadolu’daki esnaf,
zanatkar ve küçük girişimcilerin partisiydi. Ekonomik sektörü “yabancı”lara,
Amerika’ya, NATO’ya, Ortak Pazar’a bağlı olmakla eleştiriyordu. Kapitalizme
ilkesel olarak karşı olmamakla birlikte sadece ağır sanayinin devlette olduğu
küçük üretici ve tüccarlarla işleyen bir kapitalizmden yanaydılar (Keyder,
1979: 34; Ahmad, 2002: 192; Barkey, 2000: 97).
Anadolu’daki küçük işadamı çıkarlarından aldığı destekle 1973’de
kurulan MSP ve CHP koalisyonunun dağılmasıyla, sola karşı sağcı cephe
olarak, AP, MSP, GP ve MHP bileşiminden oluşan I. Milliyetçi Cephe
Hükümeti, bakanlıklara ve devlet dairelerine kendi üye ve taraftarlarını
dolduran partilerle devlet kadrolarında geniş bir alan elde etti (Keyder, 1979:
36; Ahmad, 2002:196). Devlet kadrolarındaki bu geniş alan, 1975’deki kısmi
senato seçimlerinin sonunda Ecevit’in aldığı yüksek oy karşısında Cephe
Hükümeti üyelerinin devlet aygıtındaki kilit noktaları ele geçirip kendi
konumlarını güçlendirmeleriyle büyümeye devam etti. Demirel Anadolu
Ajansı’nı ve Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nu (TRT) denetim altına aldı,
diğer partiler taraftarlarını himaye için bakanlıklara el attılar. Eğitim Bakanlığı
gençlik hareketlerine kaynak oluşturan okullar ve üniversiteler üzerinde sağın
denetimini arttıran bir araç işlevini gördü. Gümrük ve Tekel Bakanlığı’nın
denetim altına alınması, bazı gruplar için silah ithal etmeyi kolaylaştırdı.
Kapitalizm tarafından mağdur edilen en küçük işadamları ve sosyo-ekonomik
hayal kırıklığı içinde olan küçük kasaba gençlerinden destek alan MHP ve
156
MSP onayıyla Anadolu’daki ilköğretim okullarına kendi partizanı okul
müdürleri ve gizli servis ve polis gücü içine anahtar atamalar yapıldı (Keyder,
1979: 39; Ahmad, 2002: 198).
Ecevit, Cephe Hükümeti’ni ülkede şiddet olaylarını kışkırtmak, kendi
adamlarını kilit noktalara yerleştirerek bürokrasinin özellikle güvenlik
güçlerinin tarafsızlığını zedelemekle, Alevilere ve Kürtçe konuşan nüfusa
karşı izlediği siyaseti nedeniyle etnik ve mezhepsel ayrımcılıkla suçladı.
Senato seçimlerinde Ecevit’in oy’unun %35.4’den %43.9’a, AP’nin ki
%30.8’den 40.8’e çıkması, MSP’nin oy’unun düşmesi ve MHP’ninkinin aynı
kalmasını (Keyder, 1979: 36-7; Ahmad, 2002: 198) 1977 5 Haziran için
alınan seçim kararının şiddeti tırmandırması izledi. İşçi sınıfı arasında sosyal
demokrasiye duyulan çoşku, DİSK’in CHP ile yakınlaşmasına neden oldu.
Siyasal çatışma, DİSK’in “yükselen faşizm” olarak betimlediği çatışma
ortamına karşı İstanbul’da dev bir gösteri yürüyüşü düzenlemesi; 1977’deki 1
Mayıs gösterileri sırasında doruğa çıktı. 1 Mayıs olaylarının ve genel siyasal
şiddetin seçim sonuçları üzerinde yarattığı etki, CHP’nin oyunu %41.4’de,
AP’nin %36.9’a çıkarması ve diğer partilerin de bir önceki sonuçlardan daha
düşük oy almaları biçiminde oldu. Ecevit’in azınlık hükümeti, diğer partilerin
sağda birlik yapması nedeniyle güvenoyu alamadığından AP’ye 13, MSP’ye
8, MHP’ye verilen 5 Bakanlık’la II. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu. “İş
çevreleri” siyasal istikrar için iki büyük partinin koalisyon kurmasını istediyse
de bu gerçekleşmedi (Keyder, 1979: 40; Ahmad, 2002: 201). İstikrarın
sağlanamaması II. Cephe Hükümeti döneminde artan şiddet sonucu güven
oylamasının kaybedilmesi CHP-AP kolasiyonu ile sonuçlansa da AP
parlamentodaki diğer MSP ve MHP gibi destekçileriyle Ecevit’in azınlık
hükümetini yıpratmaya devam etti.
1970-80 arası dönemin bir yandan sağ-sol kutuplaşmasının ve
kitlelerin karşıt gruplar tarafından mobilize edilmesinin nedeni, ithal ikameci
modelin kaybedenlerinin tepkisi olarak görülebilir. İşsizliğin özellikle büyük
ümitlerle okul bitiren gençler arasında daha da yaygın olması, bu grupların
radikal sağ ve sol safları desteklemesine ve özellikle Milliyetçi Cephe
Hükümetleri dönemlerinde toplumun siyasal kutuplara bölünmesine neden
157
olmuştu
(Ahmad,
2002:
209).
Bu
kutuplaşma,
sınıf
mücadelesinin
yoğunlaşmasıyla bağlantılı olarak işçi sınıfı hareketlerinin yükselmesiyle
karakterize oldu. Politik olgunluğa erişen işçi sınıfı hareketleri, devlet destekli
hareketlerin
önünde
organizasyonuyla
önemli
rejime
bir
büyük
güç
tehdit
oldu.
Sol-karşıtı
oluşturan
hareketlerin
MHP’nin
başarısı;
milyonlarca işsiz, üniversiteye gidemeyen gençlerin acılarını militarist, antikomunist ve güçlü devlet temelli bir retoriğe doğru mobilize etmesinden
geliyordu (Keyder, 1979: 35). Sol ve komünizme karşı tehdit oluşturduğu için
de sistem tarafından kullanışlıydı. Bu dönemde Cepheciler tarafından sol,
sosyal demokrat, alevi, kürt her kesime karşı aşırı şiddet vardı 63. Muhalefetin
büyük oranda kendisinin sorumlu olduğu şiddete karşı sıkıyönetim önerisi
karşısında Ecevit, ısrarla hukuk düzeni ilkelerinden feragat edilmeden
çözümden yanaydı (Ahmad, 2002: 204). Şiddet olaylarının tırmanması Ecevit
hükümetinin özellikle alevi ve Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde, Ankara,
İstanbul, Adana ve Kars’ı içeren onüç il’de sıkıyönetim ilan etmek zorunda
kalmasına neden oldu. İran Devrimi’ni takiben etkisinin yayılması korkusuyla
doğu bölgelerinde altı il’i daha kapsadı (Öniş, 1991: 11). Sıkıyönetim
uygulaması, güneydoğudan, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeden seçilen üç
CHP’linin
gösterilerini
istifasına,
İstanbul
yasaklamasıyla
Sıkıyönetim
da
Ecevit’in
Komutanlığı’nın
radikallerden
1
ve
Mayıs
sendika
çevrelerinden aldığı desteğin geri çekilmesine neden oldu (Ahmad 2002:
205).
Ecevit’in
IMF’nin
1978
önlemlerine
direncine
rağmen,
büyük
tereddütlerle verdiği tavizlerin dahi IMF’yi ve iş çevrelerini yatıştırmamasının
yanı sıra, tüketimde azalma yaratacak biçimde ihracatı teşvikle başlayan
kemer sıkma politikaları da geçimini maaş ve ücretlerle karşılayanlardan
aldığı desteği kaybetmesine neden oldu (Ahmad, 1981: 23). Serbest girişim
ve liberal ekonomiyi desteklediğini belirten TÜSİAD, IMF’nin taleplerine
yeterince uyulmadığı için ekonomi politikalarını sertlikle eleştirdi. 1979
yazında hükümetin ekonomi politikalarını hedefleyen TÜSİAD’ın başlattığı
yayın kampanyasında ihracatı yapabileceğine ilişkin kuşkuları, döviz kıtlığı,
63
Milliyet gazatesi yazarı Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Malatya, Sivas ve Böngöl’de alevi
cemaatlerine karşı saldırılar ve Maraş olayları örnek gösterilebilir.
158
işsizlik ve enflasyon gibi konular yer aldı (Ahmad, 1981: 23; 2002: 210).
Büyük burjuvazinin temel sorunu; küçük meta üreticisine olan yakınlık,
köylüleri, yeni şehirleşmiş nüfusu, gecekonduları ve sanayi işçilerini
kapsayan geniş toplumsal güvenlik örtüsünün maliyetinin yüksekliğinin
kapitalist mantığın katı kurallarıyla çelişmesiydi. Sorun, büyük sermayenin
büyümesinin engellenmesinde değil çeşitli grupların, geleneksel yapıların
kestirmeden yıkılmasını önleyecek şekilde korunmasındaydı (Keyder,
1987:177). Öte yandan, sanayi burjuvazisi artı değer oranının yükseltilmesini
istiyordu. 1977-1980 arasında grevler nedeniyle kaybedilen işgünlerinin göreli
ağırlığının önceki üç yılla karşılaştırıldığında iki buçuk katına çıkmış olması,
“bu başıboş gidişe dur” denilmesi gerektiği uyarısını yapan büyük sermayenin
(Boratav, 2007:146-147) sendikaların disiplin altına alınması ve sermaye için
gerekli güven ortamının yeniden kurulmasına ilişkin çağrılarını içermekteydi.
1978’den beri büyük burjuvazinin Amerika, IMF ve DB ile ilişkileri
sonucu serbest girişimi ve liberal ekonomiyi desteklemesi, İran devriminden
sonra Türkiye’nin Batı için taşıdığı önemin 1979’da Sovyetler’in Afganistan’a
müdahalesi ile daha da artması ve Batılı uzmanların istikrarsız bir Türkiye’nin
o günkü koşullarda yeni sorumluluklar üstlenemeyeceğine ilişkin görüşlerini
(Ahmad, 1981: 23; 2002: 206; Arıcanlı ve Rodrik, 1990: 1346) 12 Eylül 1980
askeri müdahalesi izledi. Sokaklardaki şiddetin ortasında sınıf mücadelesinin
yoğunlaşması ve siyasal partiler arasındaki çatışmanın istikrar politikalarının
uygulanmasını zorlaştırması karşısında büyük burjuvazi ve Özal, erken genel
seçim konusunda hem fikir olsalar da Meclis’te etkili büyük çoğunluğu alan
güçlü bir hükümetin reformları ve 24 Ocak katı istikrar önlemlerini
uygulayabileceği tartışmalıydı (Ahmad, 1981: 5-8). Özal ise ekonomiyi tedavi
etme görevini, kendisine siyasal ve toplumsal istikrar ve uyumun sağlanacağı
beş yıllık süre verilmesi durumunda yapabileceğini belirtmişti (Ahmad, 2002:
212).
Sokaklarda yükselen şiddet ve sınıf mücadelesine rağmen, istikrar
programının uygulanabilmesi için özellikle büyük sermaye gruplarının da
desteklediği 1980 askeri müdahalesi ile Özal’ın aradığı siyasal ortam, her
türlü muhalefet yokluğuyla belirlenen sükünet ortamında kurulmuş olacaktı.
159
Toplumsal alanın geniş kesimlerinin, bütün sektörlerinin/çıkar gruplarının ve
devlet bürokrasisinin gruplaşmış ve politikleşmiş olduğu bir ortamda,
neoliberal politikaların uygulanma olanağı başka türlü mümkün değildi. Politik
çıkmaz, yoğun sınıf mücadelesi, ekonomik krizler ve sivil şiddetin önünün
kesilmesiyle apolitize edilen toplumsal süreçlerin “uzun vadeli istikrar”la
ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik dönüşümü için “başka bir alternatif”in
olmadığı bu yol, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal tarihinde yeni bir dönemi
başlattı.
4.2. KAPİTALİST TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN BİÇİMSEL BİR GÖRÜNÜMÜ
OLARAK EKONOMİ-SİYASET İLİŞKİSİNİN YENİDEN YAPILANMASI
Devlet-toplum ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasının alacağı biçim,
kapitalist üretim biçiminin bunalım dönemlerinde açığa çıkar. Kapitalist üretim
biçiminin devresel bunalımlarının kaçınılmazlığı ise kendi içinde yeniden
yapılanmanın da sürekliliği anlamına gelir. Dolayısıyla her yeniden yapılanma
dönemi,
ekonomi-siyaset
ya
da
ilişkilerinin
devlet-toplum
yeniden
biçimlendirilip tanımlanma sürecidir aynı zamanda (Güney, 2004: 3).
1970’lerin ekonomi-politik krizine karşı, 24 Ocak istikrar önlemleri paketinin
dönemin
politik
ortamında
uygulanamamasını
izleyen
1980
askeri
müdahalesi de tolumsal ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının
sürekliliğinin sağlanması ile ilişkilidir. Çünkü kapitalist toplumsal ilişkilerin
yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermayenin olası krizleri nedeniyle
sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile toplumdaki
belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumsal eylemliliği
içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway, 2001: 239).
Başka
bir
ifadeyle,
emek
sınıfının
sermayenin
iktidarına
meydan
okuyuşunun, devletin sivil toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan
okuyuşa dönüştüğünde devlet biçiminde ortaya çıkan krizle ilgilidir (Clarke
1992:
148).
Bu
yüzdendir
ki
ekonomi-siyaset
ilişkisinin
yeniden
düzenlenmesini amaçlayan müdahale, bir siyasal rejim değişikliğinin
ötesinde,
devlet
değerlendirilmelidir.
biçimindeki
Başka
bir
bir
değişimin
ifadeyle
devlet
de
başlangıcı
biçimindeki
olarak
değişiklik
160
toplumdaki sınıfsal güç dengelerinde gerçekleşen değişikliklerin sonucu
olarak söz konusu güç ilişkilerinin alanı olan devletteki değişimi ifade eder
(Yalman; 2004: 62; ayrıca bkz: Clarke, 2001: 194; Altıok, 2002:3; Öngen,
2004; 79; Güney, 2004: 3).
Bu nedenle, ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanması emeksermaye ilişkilerinin bir görünümü olarak devletin biçimindeki değişiklikle ilgili
olduğundan, 1980 ve sonrasında gerçekleşen siyasal ve
kurumsal
değişiklikleri devletin dönüşümü ya da “yeniden yapılandırılması” bağlamında
düşünmek gerekmektedir. Çalışmanın bu bölümü bu ve bundan sonraki
başlıkları ekonomi-politik düzeyin aldığı biçimin somuttaki görünümünün
betimlenmesini, bunun ardından bu biçimin kavramsallaştırılmasında farklı
perspektiften
yazarların
değerlendirmelerini
ve
buna
alternatif
bir
değerlendirmeyi konu almaktadır.
4.2.1. Askeri Yönetim Yılları ve Devletin Yönetsel Kapasitesinin
Güçlenmesi
Devletin “küçültülmesi” ile karakterize “gece bekçisi devlet” formunda
serbest piyasa ekonomisi kurumlarının genişlemesi ve Türkiye ekonomisinin
dünyanın geri kalanının rekabetine açılması gibi istikrar programında içerilen
neoliberal
düzenlemeler64,
devletin
ekonomik
faaliyetler
üzerindeki
kontrolünün azaltılmasını amaçladı (Krueger-Turan, 1993: 356). Özal’ın
anahtar figur olduğu “24 Ocak İstikrar Programı”, sivil hükümet döneminde
64
Özellikle rekabetin ithalattaki rolü, ihracat endüstrileri ve özel ve kamu sektörünün rolü üzerinedir.
Programın öncelikli amacı kamu harcamalarının birden kesilmesi iken, diğer boyutu büyük politika
değişikliklerinin getirilmesidir. Finans sektörü ile ilgili önemli düzenlemeler; bankaclık
deregülasyonu, faiz oranlarının serbestliği, İstanbul Borsası’nın açılması, para piyasalarının
oluşturulması, finansal işlemlerdeki vergilerin azaltılması, vergi reformu (1985’de KDV’ye geçiş ve
gelir vergilerinin oranlarının azaltılması) ve devlet harcamalarının etkinliğinin arttırılmasıdır
(Krueger-Turan, 1993: 367). Demirel ve onu takip eden askeri yönetim, mini-devaülasyon
uygulamıştı. Stand-by anlaşmasının imzalanmasında hükümet tarafından IMF’ye verilen garantide
döviz uyumu, ilk ve en başta gelen adımdı. Bunun yanı sıra iç üretim ve fiyat kontrol
mekanizmalarının serbest bırakılması, yabancı ticaret sektörünün ihracat koşullarının modernize
edilmesi, ithalat düzenlemelerinin liberalizasyonu ve yabancı sermayenin ülkeye girişini
kolaylaştıracak yasaların çıkarılması biçimindedir (Barkey, 1990: 176).
161
hazırlanmasına rağmen uygulanabilmesi askeri yönetim döneminde ve 1983
sonrası “demokrasiye geçişle” de Özal liderliğindeki ANAP hükümetince
sürdürülebilmiştir. Hem askeri yönetim, hem de “demokrasiye geçiş”
yıllarında istikrar paketinin öngördüğü yeniden yapılanma programının
yürütülmesinden sorumlu kişi olarak Özal, 1980 sonrası ekonomi-politiğin
biçimlendirilmesinde etkin bir rol üstlendi (Sayarı, 1996-7: 35). Özal’ın “başka
bir alternatif yok” sloganıyla kamuoyuna sunulan neoliberal yeniden
yapılanma programı, 1970’li yıllarda IMF’nin dış tıkanma koşulları altında
bunalan pek çok azgelişmiş ülkesine şart koştuğu “standart istikrar politikası
paketi” ile DB tarafından geliştirilen yapısal uyum programının unsurlarını
içerir. Birinci bölümde değinilmiş olan ‘Washington Konsensüs’ünce alınan bu
kararların Türkiye özelinde girdiği bu biçim, piyasaların liberalleştiğinde yasal
ve kurumsal yapının da piyasayı takip edeceği iddiasına dayanır.
1980 öncesine ilişkin toplumsal, siyasal, ekonomik ve ideolojik her
alanda kapsamlı bir dönüşümü öngören askeri müdahale, ilk olarak istikrar
paketinin uygulanmasına devam edileceğini duyurdu. Toplumsal ilişkilerin her
düzeyinde kökten yeniden yapılanmalara ihtiyaç olduğu yaygın kanaitini takip
eden müdahale, toplumsal bölüşüm yapıları gibi hayati konularda ekonominin
yönetimini IMF uzmanlarının verdiği politika reçetelerini kullanarak çözecekti
(Keyder, 1987: 176). Askeri yönetimin kendisini misyonları tümden çökmüş
olan ekonomi-politik sistemin kurtarıcısı olarak tanımlaması, (Krueger-Turan,
1993: 362) yapılacak düzenlemelerde devletin kapasitesini güçlendirecek
biçimde toplumsal güçlerin siyasetin dışında bırakılacağı anlamını taşıyordu.
Ekim 1981’de General Evren’in Danışma Meclisi’nin açılış konuşmasında da
belirttiği gibi;
“…. devlet, yalnızca toplumsal güçlerin tercihlerine göre işleyen, yani aciz bir
duruma düşürülemez. Bireysel özgürlükler devletin iradesi ve egemenliği var
olduğu müddetçe korunabilir. Eğer devletin iradesi ve egemenliği
baltalanırsa, o zaman bireysel özgürlükleri garanti altına alacak olan tek
varlık ortadan kalkmış olur” (akt: Heper, 2006: 225 )
Ulusal güvenliğin garantörü olarak davranan askeriye (Sakallıoğlu,
1997: 156) müdahalenin amacını; ülkenin birliğinin ve bütünlüğünün
korunması, ulusal birliğin sağlanması ve beraberlik, olası “sivil savaşı” başka
162
bir yöne çevirmek, devlet otoritesinin yeniden kurulması ve demokratik
düzenin işleyişini engelleyen unsurların önlenmesi biçiminde belirtmektedir.
1980 askeri müdahalesi ile Türkiye’de olası bir sivil savaşın ve demokrasinin
yok olmasının önlendiği gibi yaygın iddialar, devletin yönetsel kapasitesinin
artması için zemin oluşturdu. Bu biçimde yaratılan yüksek askeri kültür
toplumun
ve
onun
tarihsel
misyonunu
gerçekleştirdiği
iddialarını
meşrulaştırdı. Askerin kurumsal ve siyasal rolü devletin kurtarıcısı olması
biçiminde toplumun her alanında artan otoriteryan etkiyi getirdi (Sakallıoğlu,
1997: 162). Bu, mevcut statünün korunmasından ziyade 1970’lerdeki sarcısı
toplumsal
ve
siyasal
krizlerin
yinelenmesini
korumak
için
Türkiye
demokrasisinin radikal bir yeniden yapılanması üzerinde oldukça etkili oldu
(Özbudun, 2007: 179). Dolayısıyla “ulusal güvenlik devleti” paradigmasıyla
askeriye, liberal ekonomi politikasının kurulması ve “demokrasiye geçiş”
sürecinde
toplumsal
çatışma
noktaları
üzerinde
otoriteryan
niteliğini
güçlendirme eğiliminde oldu.
Devletin daha fazla otoriterleşmesi ve merkezileşmesinin yolunu açan
yeniden yapılanma süreci, ekonomik krizlerin temelinde siyasal istikrarsızlığı
gören bir anlayışla; yönetim-siyaset/ekonomi-siyaset ilişkisinde yasamanın,
yani siyasal süreçlerin etkisini azaltmaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Yeni
anayasa ve kurumlarıyla devlet-toplum ilişkileri yasa ve düzenin sağlanması,
kamu hayatına tekrar disiplinin gelmesi ve yönetsel mekanizmaların
etkinleştirilmesi meşruiyeti ile yeniden düzenledi. Başka bir ifadeyle,
gerekçesini siyasal istikrarsızlığa yaptığı vurguyla ortaya koyan müdahale,
bütün siyasi partilerin feshedildiği, arşivleri de dahil bütün varlıklarına el
konulduğu, yani parlamento ve hükümetin dağıtıldığı bir ortamda yürütme
gücünü Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) topladı (Ahmad, 2002: 217). MGK65,
ilk olarak yasa ve düzeni yeniden oluşturmak için 1961 Anayasası’nda geniş
tutulan bireysel, sivil ve siyasal hakları sınırlandırarak devletin güç alanını
temel hak ve hürriyetler aleyhine genişletti. Ekonomi-politik gücü kendinde
65
Gerçekte yabancı ve askeri politikalardan, politik ve sivil hakların yapısına kadar her şeye örneğin,
ilköğretim okulu müfredatına, enerji politikasına , MGK kurulunun aylık toplantılarında karar verildi
(Keyder, 2004a: 67).
163
toplayan MGK, 24 Ocak istikrar programının Türkiye’nin krizi aşmasında tek
rasyonel seçenek olduğunu, MGK Başkanı Kenan Evren’de açık biçimde
istikrar programına devam edileceğini ve bunun için gerekli her türlü önlemin
alınacağını bildirmişti (Krueger-Turan, 1993: 363). Askeri yönetim boyunca
yetkileri arttırılan MGK66, ekonomiden sorumlu kişi olarak 24 Ocak istikrar
programının mimarı Özal’ı, arkadaşı Kaya Erdem’i de Maliye Bakanlığı’na
getirdi. Parlamentonun dağıtıldığı ve basında da hiçbir muhalefetin olmadığı
bir ortamda MGK, olağanüstü yasama yetkilerini kullanarak programın
uygulanmasında istediği her önlemi alabildi (Ahmad, 2002: 217). Yürütme’ye
paralel, siyasal olarak atanmış Bakanları pas geçerek temel mentaliteyi
dizayn etmek ve bürokrasi tarafından uygulanacak politikaları geliştirmek için
geçici sekreterlik ve personelle donatılan MGK’nın genişleyen gücünün
yanına bir de devlete karşı işlenen suçları yargılamak için Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin (DGM) kurulması izledi. Danışma niteliğindeki MGK’nın
öncelikli öneri makamı olmasıyla askeri personel şefleri ve kabine üyeleriyle
takip edilecek politikaların oluşturulmasına birlikte karar verilmesi MGK
alanını sınırsızlaştırdı (Keyder, 2004a: 66; Barkey, 2000: 99).
Ekim 1981’de ekonomik-siyasal yeniden yapılanmanın ilk adımı, yeni
anayasa taslağının hazırlaması için atanan danışma meclisinin anayasayı
MGK gözetiminde hazırlaması oldu. Anti-demokrtaik biçimde hazırlanan
anayasa, onun asker kurucularının otoriteryan niteliğinin yanı sıra, (Özbudun,
2007: 179) büyük burjuvazinin çıkarlarını da garanti etti. Nitekim,
Anayasa’nın, Evren’in hakındaki konuşmalarının eleştirilmesinin yasaklandığı
ve hiçbir muhalefet ortamının bulunmadığı bir ortamda yüksek oyla kabulü,
genarellerin ve onların iş dünyasındaki sivil taraftarlarının yönetime olan
güvenini arttırtı (Ahmad, 2002: 222). Ancak siyasal yeniden yapılanmanın bir
süreci ve ekonomik yeniden yapılanmanın garantisi olan Anayasa, MKG
66
1961 askeri müdahalesinden sonra kurulan, sivil yetkililerin karar alma süreçlerine katıldığı ve
geleneksel olarak sivillerin kontrolünde olan MGK’nın posizyonu, 1980 sonrasında önerilerinin
Bakanlar Kurulu’nca öncelikli alınması biçiminde genişletildi. Üst komutanların ağırlığı/sayısı sivil
üyeler pahasına yükseltildi (Sakallıoğlu, 1997: 157).
164
formunda askerin siyasetteki rolünün genişliğini korumayı sürdürdü. Sivillerce
hazırlanan 1961 Anayasa’sının aksine, siyasal partilerin ve büyük burjuvazi
dışındaki çıkar gruplarının temsilcilerini içermedi (Sayarı, 1996-7: 33).
Türkiye siyasetinin ve ekonomisinin yeniden yapılanmasını muhafazakâr bir
duruşla, siyasal katılımın daraltılmasına ve neoliberal ekonomi programının
uygulanması için devlet kurumlarının yetkilerinin genişletilmesine dayalı bir
biçimde yaptı.
Güçlü otoriteryan devletin kurumsallaşması, yürütme gücünün yasama
karşısındaki
üstünlüğü
ile
merkezileşmesi
ise
Cumhurbaşkanı
ve
Başbakan’ın yürütme gücü içerisinde artan yetkileri ile belirginlik kazandı. Bu,
gerek yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin, gerekse
kabinenin başı olarak Başbakan’ın kabine içindeki yetkilerinin arttırılmasıyla
gerçekleşti. Yasa ve düzenin güvence altına alınmasını amaçlayan
Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanının parlamentoyu, tıkanması halinde
feshedebileceği, ülkeyi genel seçimlere götürebileceği, olağanüstü hale
kararverdiği durumlarda da ülkeyi kararnamelerle yönetebileceği gibi geniş
yetkilerle
donatılmıştı67
(Ahmad,
2002:
220).
Yeni
Anayasa
Cumhurbaşkanı’na Anayasa Mahkemesi, Devlet Denetleme Kurulu (DDK),
Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve Danıştay’ın bütün önemli üyelerinin ve
Genel Kurmay Başkanı’nın atanması gibi yasama ve yürütmeye ilişkin önemli
yetkilerle donatan güçlü bir pozisyona atamıştı (Yeşilada, 1988: 352;
Sakallıoğlu, 1997: 158). Örneğin Cumhurbaşkanlığı’na bağlı kurulan DDK 68,
bürokraside siyasal kutuplaşma konusuna odaklandı ve sivil bürokrasinin sıkı
denetim altına alınmasını sağladı. Heper’e göre bu, sivil bürokrasinin
“hukuksal-rasyonel” bir kuruma dönüştürülme çabası (2006: 235) iken,
esasında 24 Ocak istikrar paketinin uygulanmasına yönelik olarak bütün
67
Mahkeme ve kurumların belirlediği adaylar arasından Anayasa Mahkemesi üyelerini seçme,
çıkarılan yasaları veto etme, anayasa değişikliklerini referanduma sunma, yüksek bürokratların yanı
sıra bütün askeri mahkeme hakimlerini seçme ve MGK’ya başkanlık etme biçimindedir (Ahmad,
2002:220-21)
68
DDT, Cumhurbaşkanı’nın isteği üzerine tüm kamu kurum ve kuruluşlarının ve sermayesinin
yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşun kamu kurum niteliğinde
olan meslek kuruluşlarının, her düzeydeki işçi ve işveren kuruluşlarının ve hayır amacıyla kurulmuş
dernek ve vakıfların çalışmalarını inceleme araştırma ve denetleme yetkisine sahipti.
165
kurumlarda uyumun ve istikrarın sağlanması ve bunu engelleyici eylemlerin
önlenmesi
içindi.
Ancak
Heper’in
de
içinde
bulunduğu
siyasal
istikrarsızlıkların ekonomik krizlere neden olduğu görüşü, yeni siyasal
sistemde yürütme organının güçlendirilmesinin devlete kaybettiği özerkliğini
yeniden sağlamak için ona toplumsal ilişkilerin dışında ve uzağında bir
konum verdiğini, onu siyasal kriz potansiyelinden, devlet kurumlarının krize
neden olan uygulamalarından ve toplumsal gruplar arasındaki çatışmalardan
koruduğu yönündedir (Barkey,1990: 187). Nitekim ekonomik istikrarın
sağlanması için siyasal etkilerden bağımsızlaşması gerektiği düşüncesi,
bürokrasinin ekonominin yönetiminde daha işlevsel hale gelebilmesini ifade
etmekteydi. Bu hükümetin gerektiğinde yetkilerin kendisine verildiği hükümet
kararnemelerinde (Kanun Hükmünde Kararname KHK) (Heper, 2006: 235)
somutlaştı. Böylece, yürütme gücü içerisinde Başbakanlığın gücünün
artmasının görünümü olan KHK’lar la yürütmenin yasama karşısında daha
etkin ve etkili bir konum alması, işlerin daha etkin, hızlı ve verimli yapılması,
yani rasyonel bürokratik düzenin işleyebilmesi gerçekleşmiş olacaktı. Politika
yapımı süreçlerinde mevcut bürokrasinin kırtasiyecilik ve verimsizlik gibi
aksaklıklarının, yürütme gücüne verilen yeni yasama görevleriyle giderilmesi
amaçlandı.
Bunların
yanı
sıra
üniversite
yönetiminin
YÖK
altında
merkezileştirilmesi gibi kamu yönetiminde özerk kurulların yapılması, yürütme
gücünün merkezileşmesinin başka bir görünümünü oluşturdu.
Devletin yönetsel kapasitesini arttırmayı amaçlayan, bunun için de
ekonomi-siyaset ilişkisini yeniden yapılandıran bu gibi düzenlemeler; 1982
Anayasası’nın toplumsal hayatı yeniden düzenlemesi ve devletin topluma
özerkliği ilkesinde, serbest piyasa ekonomisinin kurumlarının toplum bütünü
içinde ağırlığını artırması biçiminde oldu. 1961 ve 1982 Anayasa’ları arasında
yöneldikleri sınıfsal katmanlar açısından varolan karşıtlık, kapitalist toplumsal
ilişkilerde düzenlemenin burjuva lehine olması bakımından kaybolur. Bu
anlamda 1961 Anayasası, ulusal-kalkınmacı bir perspektiften ithal ikameci
sermaye birikimi, sosyal-devlet, devletin ekonomik alana aktif katılımı gibi
toplumsal bölüşüm politikalarında büyük sanayiye olan desteğinin yanı sıra
emeğe yönelik ekonomik ve siyasal ödünleri de içermişti. 1982 Anayasası ise
166
ihracata dayalı bir sermaye birikimi ile bireyselliği ve devletin ekonomik
alanda sadece düzenleyici işlevini içeren neoliberal politikalarla emeğin
örgütlenmesine yönelik katı önlemleri içermektedir (MacFadden, 1985: 71).
Bu
anlamda
Anayasası’nda
1982
serbest
piyasa
ekonomisinin
benimsendiğinin ve devletin ekonomide müdahaleden ziyade, düzenleyici
olduğunun belirtilmesi gerekir. Burada devletin düzenleyici işlevi, ona
ekonomi alanının dışında, görünüşte değil gerçeklikte bir görev verilmiş
olduğu anlamına gelir. Bu, Weber’in toplumsal sözleşmenin uygulanması için
şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkına sahip devleti ile Hayek’in
serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici yasal ve kurumsal çerçeveyi
oluşturan devletidir. Bu anlamda devletin düzenleyici işlevindeki artış, yani
oyunun kuralını uygulama görevi, onun otoriterleşmesi ve merkezileşmesi ya
da “küçük ama etkin” olması demektir. Yönetsel kapasitesi arttırılmış bu
güçlü devletin sermaye-emek ilişkilerindeki tavrı, düzenleyici işlevi nedeniyle
bir yandan serbest piyasa ekonomisinin etkin işleyişine, diğer yandan da
emeğin
siyasal
karar
düzenlemelerde
Cumhurbaşkanlığı’na
alma
süreçlerinden
somutlaşır.
bağlı kurulan
Dolayısıyla
DDK’nın,
dışlanmasına
1980
yönelik
sonrasında
bürokrasinin verimliliğini
olumsuz etkileyen siyasal kutuplaşma konusuna odaklanması, etkin ve hızlı
karar almayı amaçlayan Başbakanlığa bağlı KHK’lar ve neoliberal ekonomik
dönüşümü sağlayacak rekabetçi politikaların geçmesi için yeniden yapılanma
politikalarının oluşturulmasında çoğunluğu sağlamak adına hükümetlerin
genellikle merkez sağla biçimlendirilmesi gibi düzenlemeler bütünsel olarak
merkezi-otoriteryan devletin neoliberal programı uygulayabilmesi ile birlikte
düşünülmelidir.
4.2.2. “Demokrasiye Geçiş” Yılları ve Yasama Organının Ekonominin
Yönetiminden Çekilmesi
1983’de seçimlere gidileceğinin, bunun da ancak MGK önlemleri ile
siyasal partiler yasasındaki düzenlemelerle yapılacağının belirtilmesi, devletin
dönüşümünde müdahale sonrası aşamaya geçişi ifade eder. Bu dönem,
otoriter-askeri yönetimden aşamalı siyasal ve ekonomik liberalizasyona
167
geçişle “sınırlı demokrasi” yıllarıdır. Siyasal partilerin her türlü faaliyetlerinin
ve yöneticilerinin de siyaset yapmalarının yasaklandığı müdahalenin
ardından, Türkiye siyasetinin kurumsal dinamiklerinden biri olan siyasal parti
sisteminin yeniden yapılanmasına, “yeni siyasal partiler yasası”nın kabulü ile
devam edildi. Yeni yasa, MGK’nın 723 eski politikacı dışında siyaset yapma
yasağını kaldırdığını, siyasal partilerin en az 30 kişi tarafından kurulacağını
ve hiçbir gerekçe gösterilmeden kurucu üyelerinin veto edilebileceğini içerdi
(Ahmad, 2002: 223).
IMF ve DB ile yakın ilişkileri nedeniyle Bretton Woods kurumlarının
işletim biçimlerinden anlayarak onların da güvenini alan ANAP (Arıcanlı ve
Rodrik, 1990: 1346), MGK’da toplanan politik üstünlüğü demokrasiye geçişte
devraldı. Yeni siyasal partiler yasasının seçim sisteminde öngördüğü birçok
siyasal parti ve liderinin seçime girdirilmemesi küçük, sistem karşıtı partilerin
%10’luk seçim barajına takılması ve seçmenin oy verme zorunluluğu sadece
çoğunluk partilerinin parlamentoya girmesini sağlayacak biçimdeydi. Siyasal
parti sistemindeki değişikliklerden aldığı avantajdan ve askeriyenin en yüksek
oyları alması muhtemel iki69 büyük merkez sağ ve sol partiye karşı
yaptırımından yararlanan Özal’ın ANAP’I, aldığı oyla orantısız biçimde
parlamentodaki sandalyelerin çoğunu aldı (Kalaycıoğlu, 1990: 488; Ahmad,
2002: 223). Burjuva demokratik-parlamenter sistemlerinde siyasal “istikrar”ın
“iki parti sistemi” ile yerleşeceği görüşü, iki ılımlı merkez sağ partisinin
kurulmasını ve aşırı radikal sol partilerin, ultra-milliyetçilerin ve islami
fundemantalizmin siyasetin dışında tutulmasını amaçlamıştı (Sayarı, 19961997: 34). Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı anlayışı; kısa
ömürlü,
zayıf
ve
bölünmüş
koalisyon
hükümetlerinin
parlamentonun
çalışmasını engellemeyeceği bir parti sistemine geçilmesinden yanaydı.
1980’de Demirel’in azınlık hükümeti, düştüğünde askeri yönetimin yürütme
organı MGK’nın siyasal partileri ve onların liderlerini ülkeyi siyasal şiddet,
69
CHP’nin destekçilerinin oylarını alacağını uman Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve AP’nin kılık
değiştirmiş hali, Büyük Türkiye Partisi’nin seçimlere girebilmesine izin verilseydi; iş çevrelerinin
istediği “iki partili sistem” gerçekleşmiş olabilirdi. Seçimlere sağda emekli General Sunalp’ın
Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP)’si ve merkez sağda 12 Eylül öncesindeki bütün siyasal eğilimleri
temsil etme iddiasındaki ANAP, CHP’nin bıraktığı boşluktan da İnönü’nun eski özel kalem müdürü
Necdet Calp’in Halkçı Parti’si girebildi.
168
terorizm ve parlemontonun çıkmaza girmesiyle ekonomik krizlerin sorumlusu
olarak suçlamasında da sınıf mücadeleleri arasındaki çatışmaların rolü göz
ardı edilmişti. Bu anlayışa başka bir örnek, Özal’ın istikrar programının şefi
olarak askeri yönetimden aldığı desteğe dikkat çeken Sakallıoğlu’nun, bu
desteği istikrar programının uygulanmasına olan etkisi ile ilişkilendirmekten
ziyade, “demokratik” yolla seçilmiş hükümetlerin ve anayasal otoritenin
üzerinde ve ötesinde bir görünüm oluşturması nedeniyle eleştirir (1997:153).
Bu, ekonomik istikrar programının aksamadan sürdürülmesinde sivil
hükümetler ve askeriye arasındaki etkileşimin demokrasiye geçiş sürecinde
de sürdüğünün ifadesidir.
1980 öncesinde siyasal örgütlenmenin bileşenleri olarak büyük sanayi,
bürokrasi, örgütlü emek ve öğrenciler siyasal rejimin ana unsurlarını
biçimlendirmişti. Özal’ın kampanyasına herhangi bir örgütlü yolla katkıları
olmayan bu çıkar gruplarının aksine, ANAP siyaseti büyük burjuvaziden ve
orta sınıftan destek almıştı. 1980 öncesinden farklı bir ekonomik ve siyasal
felsefeyi temsil eden ANAP, girişim serbetliği, piyasa rekabeti, yani liberal
ekonomi kurumlarını desteklemek gibi büyük burjuvanın da desteklediği
yükselen serbest piyasa ideolojisinden yanaydı (Arıcanlı ve Rodrik, 1990:
1346). Devlet müdahalesini sadece özel sektöre satılan alt yapı için savunan
Özal’ın bunun finansmanı için önerisi özelleştirmelerdi (MacFennen, 1985:
78). Özal’la tanımlanması sayesinde orta sınıftan büyük destek alan ANAP,
ayrıca tüketim malları kıtlığı çeken büyük şehirlerden, liberal ekonomiyi
destekleyerek ekonomide geniş devlet düzenlemelerine karşı oluşu nedeniyle
de etkili “iş liderleri”/sermaye grupları ve ekonomistlerden birçok destek
toplamıştı. Böylece ihracat sektöründeki “bireyler” ve “şirketler”, bunların
çokuluslu girişimcilerle bağlantısı olanlar ve yabancı yatırım için risk alanlar
Özal’ın ekonomi politikalarından yararlanabildi (Sayarı, 1996-7: 36).
Askeriye’den, Bretton Woods kurumlarından ve büyük burjuvaziden
aldığı destekle iktidarı devr alan ANAP’ın, ekonomik ve siyasal yeniden
yapılanmayı sürdürebilmesi yürütme organının yasamaya karşı, yürütme
içinde de kabineye karşı başbakanlık kurumunun merkezileşmesine ilişkin
düzenlemelerle (Sayarı, 1996-7: 37), ekonomi politkasına ilişkin kararlarda
169
yasama organının etkisinin azaltılmasıyla gerçekleşti. Bu, aynı zamanda
halkın siyasal temsilcilerinin, parlamentoda muhalif grupların ve farklı
toplumsal çıkar birliklerinin bu kararlar üzerinde herhangi etkilerinin olmaması
demekti. Darbeden sonra generallerin ve büyük burjuvazinin ekonominin
yönetiminde Özal’a güvendiklerini belirtmeleri, farklı siyasal görüşleri ve
ekonomik çıkarları kapsayan bir parti olduğunu vurgulamaları da, bütün farklı
alternatiflerin darbeyle kesildiği bir ortamda, eleştiriden uzak biçimde ve
parlamentonun çoğunluğu üzerinde sahip olduğu avantajla ekonomi
politikalarının uygulanması mümkün oldu. Ekonomik liberalizmin siyasal
otoriterlikle sağlanmaya çalışıldığı bu ortamda; hükümetin seçilmiş olması,
böyle olması nedeniyle de görünüşte halkın ve Batılı iş dünyasının desteğini
ve güvenini alması, burjuva demokratik değerlerine göre, biçimsel olarak
devletin kontrolünü zayıflatıp, demokrasiyi yeniden organize ettiği şeklinde
algılandı.
Görüldüğü gibi yürütme gücünün merkezileşmesinin bir yönü,
kabinenin sadece karar verme gücü olarak değil, aynı zamanda hızlı ve ivedi
kararlar için KHK’larla yasal düzenleme yapabilmesiydi (Krueger-Turan,
1993: 357). KHK’lar, MGK’ya sunduğu programında sivil bürokrasinin
ekonomik kalkınmanın önünde bir engel oluşturduğu iddiası ile bürokrasiyi
kalkınma çabalarında daha işlevsel bir hale getirebilmek için gerekli yetkilerin
bir hükümet kararnamesiyle kendisine verilmesi için talep edilmişti (Heper,
2006: 235). Dolayısıyla ekonominin yönetiminde MGK tarafından Özal’a
bırakılan en önemli araç, parlamentonun onayı olmaksızın hukukun gücünün
kullanılması (Ahmad, 1983: 212), yani ekonomi politikalarına yönelik
kararların alınmasında yasama organının işleyişine yönelik bürokratik siyasal
süreçlerin aşılması dolayısıyla, muhalefetin önlenmesi için hükümete KHK
çıkarma yetkisinin verilmesiydi.
Ekonomik istikrar programının uygulanmasını kolaylaştıran bir diğer
unsur, yeni bürokrasi biçimlerinin yaratılmasıdır. Bu tip bürokrasinin
biçimlenmesinde önceki siyasal iktidarla ilişkili mevcut bürokrasinin dışından,
özellikle ABD eğitimli teknokratlardan oluşan bağımsız, toplumsal ve
bürokrasi içi baskılardan etkilenmeyen (Öniş, 1992: 16), Evren’in “yeni
170
politikacı”, “yeni politikalar” nosyonuna uygun (Ahmad, 1983: 216-7)
büroktarlar etkili oldu. Bu politikaların uygulanmasını üstlenen grubun üyeleri
Özal’la farklı biçimlerde ilişkili, onun ekonomi programı ile uyumlu “değişim
liderleri, yönlendiricileri” olarak anılmaktaydı. Serbest piyasayı adapte edecek
bir
pozisyonda
olduklarından,
özel
sektörle
ilişkilerin
kurulmasında
öncüydüler (Kraguer-Turan,1993: 356-7). Ancak ekonominin yönetimini
üstlendiğinden beri stratejik alanlarda uyguladığı otoriteryan yönetimle yasa
yapma sürecini merkezileştiren Özal’ın, ekonomi politikası yapma sürecinde
anahtar görevler verdiği bu “teknokratlar” grubunun daha sonra ANAP’a
katılması,
ekonomi
politikalarının
oluşturulmasında
merkezileşme,
kişiselleşme ve teknokratik tarzın Başbakan’ın kullanım hakkı olarak devam
etmesiyle sonuçlandı (Sayarı, 1996-7: 38).
Bürokratik aygıtların merkezileşmesine paralel yeni bürokrasi tiplerinin
oluşturulması (Krueger-Turan, 1993: 357), ekonomide devlet müdahalesini
azaltmayıp orta vadede yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu yeni sınıfsal
ittifakın yaratılmasını sağladı. Devletin ekonomiye müdahalesini serbest
piyasa ekonomisinin gelişimi açısından belirsizlik yaratıcı unsur olarak gören
liberal yaklaşıma göre bu, yeni “politik patronaj” biçimleri demekti. Devlet
aygıtlarının
merkezileşmesiyle
birlikte
yeni bürokrasi tiplerine
örnek,
Başbakanlık Kurumu karşısında kabinenin zayıflamasına neden olan ve
özgül sorumluluklar içeren ek bakanlıkların oluşturulmasıdır (Öniş, 1992: 16).
Bu, bürokrasinin kolaylaştırılması, kırtasiyeciliğin azaltılması, kararların
uygulanmasının etkililiğinin yükseltilmesi gerekçeleri ile çok sayıda bakanlık
üzerinde
önemli
reformların
yapılması
demekti.
Örneğin
Maliye
Bakanlığı’ndan daha yetkili bir kurum olarak Başbakanlığa bağlı “Hazine ve
Dış Ticaret Müsteşarlığı”nın kurulmasıyla özel görevlerle yüklü bir müsteşar
ilgili bakandan daha fazla yetkiye sahip oldu. Bu, artık Maliye Bakanı’nın
değil Özal’ın atadığı müstaşarın IMF ve DB ile ilişkide bulunması demekti
(Doğan, 16 Aralık, 1983 akt: Ahmad, 1983: 219-20; Öniş, 1992: 16).
Müsteşar’ın Bakan’dan daha yetkili ve güçlü olması, siyasal rejim tarafından
atanması ve ilgili bakanlığın kontrolünde olmaması yeni bürokrasi modelinin,
bürokrasinin merkezileşmesidir (Krueger-Turan, 1993: 355). Başbakanlık
171
kurumunun bu biçimde merkezileşmesinin, daha az ulaşılabilir ve daha fazla
politik güce sahip olmasının nedeni, ekonomik istikrar programının
uygulanmasına yönelik kararların alınmasında parlamento içinde olası
tepkilerin ve siyasal süreçlerle bu politikaların uygulanmasına yönelik
gecikmelerin önlenmesi biçiminde ifade edilebilir.
ANAP siyasetinin bir diğer özelliği, yapısal uyumun toplumsal
maliyetini nötrleştirmek için siyasal destek olarak geri dönecek olan fon
sistemini kullanmasıdır (Arıcanlı-Rodrik, 1990:1346; Sayarı, 1996-7: 37).
Hakim paradigma içinden yazarlarca “politik patronaj” olarak ifade edilen fon
sistemi ile ANAP, isteğe bağlı harcamalarla, doğrudan Başbakanlığın
kontrolü altında, kamu katılım ve toplu konut ortaklığı, otopark fonu ve fakfuk-fon gibi yeni fon’lar oluşturdu (Öniş, 1992: 16; Buğra, 2010: 210-1). Politik
patronaj’dan ziyade yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu sınıfsal ittifakı,
örneğin küçük burjuvazinin payanda olarak kullanılması, oluşturmaya yönelik
bu fon sisteminin kaynakları güçlü yürütmenin bir görünümü olarak bütçe
dışından karşılandı. Bu, Meclis ya da bürokrasinin yaptığı denetimin dışında
kalan hükümet harcamaları için kullanılan kaynakları ifade etmektedir.
(Ahmad, 2002: 225). Fon’ların geliri ise yurtdışına çıkanlardan ve alkol
üzerinden alınan vergiler gibi devlet gelirleriyle karşılandı (Öniş, 1992: 16;
Ahmad, 2002: 226). Parlamento onayı gerektirmeden harcama yetkisi veren
bu fon’ların paylaştırılması, Başbakanlık kontrolü altındaydı ve ek bütçe
fon’ları olarak merkezi hükümetin isteğe bağlı güçlerine yardım amaçlıydı
(Buğra, 2003: 210). Bunlar stratejik blokları kontrol için çeşitli kamu yatırım
projelerinde ya da örgütlü emek ve beyaz yakalı işçileri özel girişimlere
anahtar sağlamak ve seçim bölgelerine hizmet dağıtmak için kullanıldı.
“Yasalara uydurulmuş rüşvet” olarak fon’lar, “siyasal iktidarın özel bütçesi”
haline geldi (Sayarı, 1996-7: 37; Ahmad, 2002: 226).
Siyasal iktidarın sermaye gruplarına/”iş adamlarına” dönük kayırıcı
uygulamalarına dönüşen bu fon’lar (Boratav, 2007: 175), devleti toplumsal
sınıflara özerk gören anlayışa göre; devletle bu sınıf içinden kimi gruplarla
arasındaki ilişkilerin kişiselleşmesine, meşru zemininden uzaklaşmasına ve
devlet yönetiminin keyfileşerek yozlaşmasına neden oldu. Sınıfların kendi ve
172
ve
devletle
aralarındaki
mücadelelerin
bir
alanı
olarak
devletin
kavramsallaştırmasına bir örnek teşkil eden bu durum, devletin, sınıflara
özerk, onlara tarafsız bir biçimde açıklanamayacağının da bir göstergesini
sunmaktadır. Bu dönemde belirginleşen avanta-rant mekanizmaları, enerji,
bayındırlık hileleri, imtiyaz anlaşmaları, özelleştirmeler, finansal vurgunlar ve
banka hortumlamaları ile devasa kronik ve mafyatik boyutlara ulaşan
uygulamalar toplumsal ve siyasal yaşamın bir parçasını oluşturmakla birlikte
(Ahmad, 2002: 241-142; Boratav, 2007: 175; Buğra, 2010: 461-462), siyasal
iktidarın sermaye sınıfı içinden kimi gruplarla eklemlenmesinin de bir
görünümünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla ANAP döneminde, ekonomi
politikasının bir sonucu olarak büyük birimlerin küçükler pahasına büyüdüğü,
yabancı rakipleriyle daha iyi rekabet edebilirlik adına büyük sermaye
gruplarının daha etkin, daha zengin ve daha güçlü olduğu, küçük şirketlerin
de piyasadaki yerlerini güçlü ve rekabetçi olanlara bıraktıkları belirtilebilir
(Ahmad, 1983: 221; 2002: 241-142).
Ancak bu dönemin kaybedenleri, küçük işletmelerden daha fazla gerek
askeri, gerekse “sınırlı demokrasi” yıllarında “düşük ücretli bir ekonomi”
politikasıyla yapısal dönüşümün ücretlerde keskin düşüşlere yol açtığı
(Boratav, 1991: 42) işçiler ve köylülerdi. 1980’lerin sonuna kadar işsizlik %15
oranında artarken, ücretler de %45 oranında azalmıştı (Ahmad, 2002: 241142). Bu dönemle birlikte ücretleri baskılamanın bir yöntemi olarak özellikle
1990’ların ikinci yarısından itibaren yaygın olarak görülmeye başlanılan
“esnek üretim biçimi” ile taşeronluk ilişkileri olup, dış kaynaklardan emek
gücü edinimi ile istihdam yapısında ortaya çıkan yeni biçimlerdi (Bugra, 2003:
460). Düşük-değer ve emek yoğun endüstrilerle ekonomik dönüşüm ve
sermaye birikimi gelir bölüşümünün sanayi sermayesi lehine yeniden
belirlendiği (Boratav, 1991: 42) politikalara karşı işçi sınıfının ve sendikal
hareketin zayıflatılmış olması (Öngen, 2004: 83), esnek üretimle emeğin
kontrolünün (Buğra, 2003: 460) uygulanmasını kolaylaştırdı.
Görüldüğü gibi, ekonomiyle uğraşırken yasa ve düzenin korunması
işlevini sıkıyönetime bırakan Özal yönetimi altında “demokrasiye geçiş”
sadece yüzeysel bir ilerleme sağladı (Ahmad, 2002: 228). Nihai olarak
173
ekonomi-siyaset ilişkisinin yeniden yapılanması, otoriterleşen devleti ve
“istikrarlı” bir hükümetin varlığını gerektirdiğinden (Sayarı, 96-7: 38) Özal,
ekonominin liberalizasyonu ile ilgilenirken devletin diğer kurumları, siyaseten
çıkabilecek engellerin bastırılması biçiminde düzenlendi. Örneğin ekonomi
politikası ve borç yönetimiyle öncelikli olarak ilgilenilirken, siyasetten insan
haklarına geniş kapsama sahip yargılamalarıyla DGM’ler bu dönemde önemli
işlevler üstlendi (Keyder, 2004a: 67). Dolayısıyla “demokrasiye geçiş” yılları,
ekonominin
liberalizasyonun
aksine,
siyasal
liberalizasyonun
ya
da
demokratikleşmenin gerçekleşmediği bir örneği teşkil etmesi (Sayari, 1996-7:
29) anlamında; yürütmenin KHK’lar, alternatif bürokrasi modelleri ve fon
sistemiyle
merkezileşmesi
sonucu
yasama
organının
ekonominin
yönetiminden çekilmesi biçiminde özetlenebilir.
4.3. EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ BELİRGİNLEŞMESİ: EKONOMİK
KRİZLER VE DEVLETİN DÜZENLEYİCİ KAPASİTESİNİN ARTIŞI
Emek-sermaye ve farklı sermaye grupları arasındaki mücadelelerin bir
alanı olarak devletin 1980 askeri müdahalesi ile başlayan ve “demokrasiye
geçişle” devam eden dönüşümü, ekonominin uluslararası piyasalarla
bütünleşmeye başladığı 1990’lı yıllarda farklı bir biçim aldı. Devlet’in
düzenleyici kapasitesini artırmaya yönelik düzenlemeler, sermayenin bu
yeniden biçimlenme aşamasının neden olduğu yeni çelişkileri de içeren
sürecin bir parçası olarak reforme edilen biçimleridir. Bunlar, sermaye
ilişkisini yeni biçimler altında yeniden oluşturur. Aynı şekilde, devletin
düzenleyici rolü de bu ilişkiyle uyumlu olacak biçimde yeniden yapılanır
(Holloway ve Picciotto, 2004:160). Bu anlamda devletin düzenleyici
kapasitesinin genişlemesi, 1994 ve özellikle 2001 krizinden sonra “etkin bir
devlet” ve “iyi işleyen” bir piyasa ekonomisi için ekonomi-siyaset ayrımını
daha da belirginleştiren düzenlemelerde somutlaştı. Bu düzenlemeler içinde
özellikle dikkat çekenleri, bundan sonraki bölümün de konusunu oluşturan,
2000’lerden sonra istikrarlı bir ekonomik yapının, istikrarlı bir siyasal yapıyı
gerektirdiği anlayışı ile ekonomik bakımdan güçlü sivil toplum örgütlerinin
demokratikleşme
reformlarına
verdikleri
desteğin
sonucunda
174
gerçekleştirilenlerdir. Ekonomik ve “siyasal liberalizasyon”un her ikisine
birden
uluslararası
standartların
örülmeye
çalışıldığı
bu
dönem
düzenlemelerine, kesintili koalisyon hükümetlerinin ardından bugün de halen
devam etmekte olan tek parti hükümeti ile devam edilmektedir. Siyasal
egemenlik biçimlerinin yeniden yapılandığı kriz dönemlerinde, doğrudan
siyasal müdahalelerin daha da bir önem kazanması, zayıf koalisyon
hükümetlerinin ardından gelen siyasal kapasitesi güçlü tek parti yönetiminin
etkisini doğrulayacak biçimdedir.
4.3.1. Ekonomik Krizler ve Ekonominin Yönetiminde IMF ve AB’nin
Genişleyen Rolü
1980’lerde başlayan dönüşümün toplumsal maliyetinin 1991 seçim
sonuçlarına yansıması, tarım sektörü çalışanlarının Doğru Yol Partisi’ne
(DYP), büyük şehirlerdeki örgütlü emeğin de merkez sol partiye, Sosyal
Demokrat Halkçı Parti (SHP), verdiği geniş destekle (Sayarı, 1996-7: 40) bu
iki partinin koalisyon hükümeti kurması oldu. On yılı aşkın bir süredir hiçbir
toplumsal muhalefetin mümkün olmadığı, askeri ve tek partili yönetimin
ardından parlamentoya çok parçalı, yeni ve daha küçük partilerin girebildiği
1991 seçimleri Sayarı’ya (1996-7: 40) göre, demokratikleşme sürecinde
görece önemli bir adım iken, ekonomik yeniden yapılanmanın sürdürülmesi
bakımından sorunlu olmuştur. “İhracata yönelik büyüme” ve ücretlerin
baskılanmasına dayalı yeniden yapılanma stratejisinin 1980’lerin sonunda
ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, ekonomide dışa açılma
önceliklerinin reel üretim sektörlerinden finansal serbestleşmeye geçişi
zorunlu kılması (Yeldan, 2003: 39), parçalı siyasal parti sistemi ile ekonomipolitik dönüşümde başka bir aşamayı temsil eder. 1990’lar ve sonrası,
ekonominin yönetiminde siyasal ve toplumsal süreçlerin etkisinin azaltılması
nihai hedefindeki; ekonomik krizlerin siyasetten kaynaklandığı anlayışı ile
ekonomi-siyaset
ayrımını
görünürde
belirginleştirici
düzenlemelerle
karakterizedir.
Ekonominin yönetimine ilişkin önemli politika değişikliklerinden biri
sermaye hareketlerinin ya da finans piyasalarının tümüyle serbestleşmesinin
175
tamamlanması anlamında; 1994 yılına kadar “sıcak para politikalarına geçiş”i
öngören 1989’da kabul edilmiş olan “Türk Parasının Kıymetini Koruma
Hakkında 32 sayılı karar”dır. TÜSİAD’a göre serbest piyasa ekonomisine ve
rakabete dayalı bir yapı içinde ekonominin dışa açılmasını hedefleyen
politikaların ilk aşaması, serbest ticaret iken ikincisi, sermaye hareketlerinin
serbestliği
aracılığıyla
Türkiye
ekonomisinin
dünya
pazarlarıyla
bütünleşmesinin sağlanmasıdır (1995: 13). Sermaye hareketlerinin serbest
bırakılmasını, yani sermaye kaçışlarını önlemeye dönük finans kontrollerinin
kaldırılmasını öngören (Yeldan, 2003: 39) karar; ihracat öncülüğünde dışa
açık birikim modelinin 1987 yılından itibaren tıkanmasının yarattığı
istikrarsızlığı, doğrudan kısa vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişi ile
aşmayı amaçlayan neoliberal çerçeve içinden bir çözümdür (Bağımsız
Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16; Aydın, 2005: 97). Ödemeler dengesi
açıklarını finanse etmeyi amaçlayan istikrarsız sıcak para akışına (Boratav,
1998: 12) dayalı 1990’ların bu birikim modeli, sanayileşmiş ülkelerin birikim
fazlasının görece yüksek getiriler sunan geri kapitalist ülkelere doğru
hareketlenmesiyle buralardaki piyasaların kısa süreli spekülatif amaçlı
sermaye girişleri için hazır hale getirilmesidir (Aydın, 2005: 97). Sermaye
girişlerinin serbestleşmesinin amacı ise 1994’de ve 2001’de gerçekleşecek
krizlerin nedenleri arasında sayılacak olan; 1980’lerin büyüyen kamu açıkları
ve iç borç faiz yükünün özelleştirmenin yeterince yapılamaması yüzünden
ekonomiyi
birikim
problemi
ile
karşı
karşıya
bırakması
biçiminde
açıklanmaktadır (Sayarı, 1996-7: 40; Aydın, 2005: 97). Siyasi iktidarların
kamu harcamalarını vergilendirme yerine, borçlanarak karşılama tercihleriyle
doğrudan bağlantılı (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16) bu karar,
1990’lara kadar ihracata yönelim altında teşvik sistemi ve ücretlerin
bastırılmasına dayalı klasik “artık” yaratımı mekanizmalarının yanı sıra, ulusal
ekonomideki birikim ve bölüşüm süreçlerini dolaylı yoldan finansal araçlar ve
uluslararası faiz oranı aracılığıyla etkilemektedir (Yeldan, 2003: 55).
Kısa vadeli spekülatif nitelikli sermayenin içeriye orantısız biçimde
akmasının önünü açan sermaye hareketlerinin serbestliğine erken geçişin,
gerekli düzenleyici çerçeve ve mali-parasal disiplin olmadan yapılmış olması
176
(Buğra, 2003: 462; Oniş, 2009: 3), izleyen krizlerin nedenlerinden biri olarak
görülmektedir. Dolayısıyla sermaye birikim modelindeki değişiklikle devletin
para ve maliye politikaları üzerindeki dengeleme-düzenleme işlevinin
zayıflaması (Aydın, 2005: 92), 5 Nisan 1994 kararlarıyla sonuçlanan finansal
krizin nedeni olarak görülmektedir (Yeldan, 2003: 40). Krizin nedeni ve
Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum TÜSİAD 1995 raporuna göre
şöyle tarif edilmektedir;
“..uzun bir süreden beri ekonomide varolan dengesizliklere piyasaların
oluşturduğu tepkilerin zamanında ve doğru biçimde algılanmamış ya da
değerlenlendirilmemiş olması sorunların giderek büyümesine neden
olmuştur… krizler kaçınılmaz olmuştur. Böylece yaklaşık onbeş yıldan beri
yapısal değişim yönünde çok önemli mesafe kaydeden ve AB’ye uyum
süreci içinde bulunan Türkiye, yine ekonomik istikrar arayışı içinde bir ülke
konumuna düşmüştür”(TÜSİAD, 1995: 13)
Devletin ekonomik hayata “aşırı” müdahalesi, siyasal yönetimin kişisel
çıkar hesapları ve yolsuzlukları 1990’lardan itibaren derinleşen kamu
finansmanı krizinin sorumlusu olarak görülmektedir. Buna göre, toplumun
rasyonel ekonomik davranış içinde bulunan sivil kesimi ile irrasyonel ve
verimsiz kamu kesimi arasındaki gerginlik ekonomik krize neden olmuştur
(Yeldan, 2003:105; Buğra ve Keyder, 2006: 212). Özellikle yerli yatırımlara
güvenin azalmasıyla iç borç krizinin kaynağı olarak görülen Kamu İktisadi
Teşebbüsleri (KİT) açıkları ve kamu ödeneklerini israf eden piyasa
denetiminden yoksun her türlü kamu harcaması bu kapsamdadır (Sayarı,
1996-7: 40; Aydın, 2005: 96). Krize neden olan ekonomik aksaklıkların
tedavisi için IMF ile imzalanan stand-by anlaşması, 5 Nisan Kararları, kamu
açıklarının
kapanması,
hükümet
harcamalarının
kısılması,
enflasyon
kontrolü, TL’nin değerinin sabitlenmesi, tarımsal desteklerin azaltılması,
ücretlerin ve maaşların düşürülmesi, istihdamın azaltılması, özelleştirmeye
devam edilmesi (Öngen, 2004: 93) ve kamu gelirlerinin artırılması için mevcut
vergi mükelleflerine artı yükten kaçınılarak vergi reformu ile verginin tabana
yayılması gibi düzenlemeleri kapsadı (TÜSİAD, 1995: 22). Bu politikaların net
ifadesi ise birçok vatandaşın gelirinin yarıya inmesi, endüstriyel tüketimin
yavaşca azalması, işsizlik ve eksik istihdamın daha da yaygınlaşması ve
Türkiye ekonomisinin 1980’den beri negatif büyüme göstermesi oldu (Sayarı,
177
1996-7: 40). Yapısal uyumun maliyetini ücretlilere yükleyen 1994 stand-by
anlaşması sonucunda, yaklaşık altıyüzbin insan işini kaybetti ve ücretlerde
sert düşüş oldu (Aydın, 2005: 96).
5 Nisan 1994 Kararları’nın bir diğer sonucu ise GB’ne giriş ve bunun
getireceği koşullara yapısal uyumun sağlanması için (TÜSİAD, 1995: 22)
ekonomi ve siyasetin yönetiminde IMF ve AB’nin eş zamanlı politikalarının
yoğunlaştığı bir dönemin başlamasıdır. AB’ye tam üyeliğe ilişkin garantisi
olmadan GB Anlaşmasını imzalayan ilk ve tek aday ülke olan Türkiye, GB
Anlaşması ile sadece sanayi ve işlenmiş tarım ürünlerinin dolaşıma girmesini,
emeğin ise serbest dolaşımının kapsam dışı bırakılmasını kabul etti (Türkay,
2004: 201). GB’nin ekonomiye doğrudan etkisi ise anlaşmayla kaldırılan
vergiler nedeniyle kamu gelirlerindeki azalmanın kamu tasarruf-yatırım
dengesini olumsuz etkilemesini telafi etmek için dolaylı vergilerin arttırılması
olmuştur (Türk-İş 1996 Akt: Türkay, 2004: 201). Ekonominin ticarileşmesi için
uyum önlemleri ile ticaret serbestliği sürecinin hızlanmasında önemli etkisi
olan GB, düzenleyici reformların başlamasıyla da dış rekabetin büyümesine
odaklandı. Bunun yanı sıra kriz yokluğunda dahi, ekonominin yönetiminin,
özellikle ekonomik liberalizasyon politikalarından sapma olduğunda, IMF
müdahalesinin nesnesi haline gelmesini sağlamlaştırdı (Aydın, 2005: 96).
Ekonomi-politik dönüşümün seyrine ilişkin önemli bir veri seti sunan
IMF stand-by anlaşmalarında belirtilen “koşulluluk” ilkesi ve AB’nin Türkiye
üyeliğine ilişkin yerine getirmesini şart koştuğu “uyum kriterleri”, serbest
piyasa ekonomisinin kurumsallaşması ve piyasa için tahmin edilebilir
“demokratik” bir çerçeve için siyasal süreçlerden etkilenmeyecek biçimde
dönüşümün sürdürülmesi ve sağlamlaştırılmasına yönelik politikalar sunar.
IMF’nin politika oluşturma süreci ise borç alan ülkelerle arasındaki pazarlık,
uzlaşma ve siyasal nüfuz unsurlarından birinin ağırlığı ile biçimlenmektedir
(Stiles, 1990: 959). Özellikle 1980’lerden sonra üçüncü dünyanın borç krizine
yönelik olarak IMF, arabulucu, izleyici ve uluslararası özel bankalar için
zorlayıcı bir rol oynayarak küresel finansal sistemin merkezinde yer alan en
güçlü katılımcılardan birisi olarak ortaya çıkmıştı. Bu doğrultuda IMF’nin
temel faaliyeti borçlu ülkelerin parasalcı politika reformlarının içeriğini
178
oluşturarak
onların
bu
reformları
gerçekleştirme
kapasitesi
üzerine
yoğunlaşmaktır (Stiles, 1990: 960).
1990’lardan sonra serbest piyasa ekonomisine ilişkin aksaklıkları
parlamentodaki siyasal parti sayısındaki artışa, yani “iki parti” sisteminin
parçalanmasına bağlayan anlayış, uyumsuz koalisyon hükümetlerinin
yeniden yapılanmanın gereklerini yerine getirme konusunda (Sayarı, 1996-7:
40) güven vermemelerini IMF ve AB’nin koşulluluk/uyum kriterlerinin
dayanağı olarak görmektedir. Çünkü askeri yönetimin ardından 1980’lerin
çoğunluk tek partisinden, 1990’ların parçalı koalisyon hükümetleri dönemine
geçişin
ekonominin
aksayacağı
yönetimine
düşünülmektedir.
ilişkin
Örneğin
politika
1994
oluşturma
stand-by
süreçlerinin
anlaşmasında
öngörülen düzenlemelerin amacı, “makro ekonomik istikrar” için yeterli
yönetsel kapasiteye sahip olmayan devletin, ekonomi ile ilişkisinde özerk bir
konumda olmasını sağlamaya yönelik olduğu belirtilmektedir. Çünkü krizin
Türkiye’yi olumsuz etkilemesinin nedeni, devletin yönetsel kapasitesinin
yeterli
olmaması
(Öniş,
2009:
3)
nedeniyle
yeterince
düzenleme
yapamaması, bu yüzden de birikimin koşullarını oluşturamamasıdır. Benzer
biçimde Buğra’da, 1994 krizinin ve 2001’de ortaya çıkacak olan krizin
nedenini devletin yönetsel kapasitesinin eksikliğine ve yeterince düzenleme
yapmamış
olmasından
kaynaklanan
sorumsuz
bankacılık
sektörüne
dayandırmaktadır. Sermaye hareketlerindeki serbestleşme kararı’ndan beri,
üretim faaliyetinin önemli oranda finansal işlemler tarafından baskılanması
krize neden olmuştur (Buğra, 2003: 462). Bu nedenle 1990’lar, uygulanan
ekonomi politikaları açısından üretken sermayeden çok finansal sermaye
dilimlerinin çıkarlarını gözetmesiyle otomotiv, beyaz eşya ve elektronik olmak
üzere enerji, savunma, tarım, tekstil sektörlerinden büyük ölçüde spekülatif
sektörlere yöneldiği yıllardır. Öngen’e göre devlet, bizzat sermaye içi çıkar
çatışmalarının merkezi haline gelerek bu uyuşmazlıklara doğrudan müdahale
etmiştir (2004: 99).
1990’lardaki ekonomik krizlerin bir diğer sonucu MSP’nin devamı
islami Refah Partisi’ne (RP) olan halk desteğinin önemli oranda yayılmasına
katkıda bulunmasıdır (Sayarı, 1996-7: 40). Batı kaynaklı ekonomik reformlara
179
ve IMF gibi uluslararası organizasyonların etkisiyle biçimlenen istikrar
programlarına şiddetle muhalefet eden RP’nin, siyasette ve toplumda derin
örgütlenmiş olması ve takipçilerine sistematik yardımları çalışmanın son
bölümünde açıklanacak olan siyasal islamın yükselişinin de başlangıcını
oluşturdu (Sayarı, 1996-7: 40). 1990’larda özellikle kırsal kesimden, henüz
yeni
göçmüş
olan
milyonlarca
yoksulun
yaşadığı
büyük
şehirlerin
kenarlarından ve Anadolu’daki zengin işadamlarından aldığı destekle güçlü
bir parti olarak çıkan RP, 1994 yerel seçimlerinde de Türkiye’nin en büyük iki
ilinin belediyesini alarak DYP ve ANAP’tan sonra üçüncü gelmiş (Sayarı,
1996-7: 40), 1995 seçimlerinde ise % 21.3 oy alarak DYP ile koalisyon
hükümetini kurmuştur. 1997’de askeriye islamın yükselişini ciddi bir tehdit
olarak algıladığında, MGK aracılığıyla RP-DYP hükümetine somut önlemlerin
alınması için önerilerde bulundu. Askeri kanadın önerileri yerine getirilmediği
takdirde “yaptırım” uygulama tehdidi içerdiği için bir “muhtıra” olan 28 Şubat,
1997 MGK kararları (Savran, 2004: 38), “laik-Batıcı” kanadın temsilciliğini
üstlenen siyasal partilerin birbirleriyle uzlaşamayacak denli bölünmüş
oldukları bir ortamda hükümet aleyhine gerek sivil toplumdan, gerekse
muhalefetten gelen yoğun faaliyetlerle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bir kez
daha harekete geçmişti. Amacını rejimi “islami tehditten kurtarmak” biçiminde
açıklayan
müdahale;
doğrudan
olmayıp
yargıçlar,
akademisyenler,
gazateciler ve sermaye sahipleri gibi toplumsal açıdan etkili grupların
generaller tarafından karargaha çağrılarak siyasal islamın
hakkında
bilgilendirildiği
toplantılardan
oluşan
eğitim
tehlikeleri
kampanyası
biçimindeydi (Heper, 2002: 77; Barkey, 2000: 103). 1997 MGK bildirisi ile
askeriyenin siyaset üzerindeki vesayetini meşru kılan 28 Şubat rejimi,
parlamentoyu büyük ölçüde saf dışı bırakarak ülkede ortaya çıkan veya
çıkabilecek olan her türlü kriz durumunun yönetimi veya çözümünü
hükümetten devraldı. Ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel ve askeri her
türlü karar öncelikle MGK’da alındı ve hükümetlere ancak bu kurullarda
alınan kararlar doğrultusunda uygulamada bulunmaları istendi. Sonuçta
ülkede “fonksiyonsuz” ama “yasal” tasarruf yetkisine sahip bir yürütme ile
gerçekte “yasal” olmayan ama yürütme “fonksiyonunu” tekelinde bulunduran,
180
buna karşılık hükümetler ve parlemonto üstünde yer aldığı için de herhangi
bir siyasal sorumluluk taşımayan MGK’dan oluşan iki başlı bir devlet yapısı
ortaya çıktı (Öngen, 2004: 94). Yarı-demokratik baskı koşullarında hükümetin
istifa etmesiyle 1999 seçimleri sonunda Demokratik Sosyal Parti (DSP)
başkanlığında MHP ve ANAP ‘tan oluşan koalisyon hükümeti kuruldu.
1991-2002 arasında üç merkez partisi olarak DSP, ANAP ve DYP en
uzun ve farklı koalisyon hükümetleri ile siyasete dahil olmuşlardı. Çoğunluk
partisi yokluğunda parti sisteminin iki ya da daha fazla siyasal parti
arasındaki gücün dağılımı ile koalisyon hükümetlerini öngörmesi, bu
dönemde ortalama süresi bir yıl olan sekiz hükümete şahitlik yaptı. Parçalı
parti sistemi, birçok partinin istikrarsız tabanı ve kendi aralarındaki
uzlaşmazlığı, koalisyon hükümetlerinin siyasal gücünün de parçalı olmasını,
dolayısıyla politikaların biçimlenmesini, uygulanmasını ve sürdürülmesini
olumsuz etkiledi. Hükümetlerin zayıflığı ve istikrarsızlığının asker-sivil
ilişkilerine ve demokrasinin işlevlerine etkisi; MGK’nın siyasetteki etkisinin
genişlemesine, özellikle siyasal İslam ve Kürt sorunu gibi önemli konulardaki
politikaların biçimlenmesinde merkezi kontrolünün artmasını neden oldu. 28
Şubat’la sonuçlanan bu dönemin siyasetini belirleyen kutuplaşma70, yirmi yıl
öncesinin sol-sağ ideolojik kutuplaşmasının aksine seküler-islamcı bölünmesi
biçimini aldı (Sayarı, 2007: 203).
1999‘da Türkiye’nin AB’ye aday ülke statülüğünü alması, hükümetin
siyasal rejimde zorunlu olarak daha fazla liberalleşme ve “demokratikleşme”yi
getireceği olumlu etkisini yarattı. 2001 AB Komisyonu ise Türkiye’de
demokratik sistemin temel özelliklerinin bulunduğunu, ancak asker üzerinde
sivil kontrol gibi bazı temel konuların halen yeterince olmadığını açıkladı
(Müftüler Baç, 2003: 433). Buna benzer biçimde AB ve IMF’nin ekonominin
70
Seküler-islamcı bölünmesi özellikle 1994-1995 arasında ulusal ve yerel seçimlerde RP’nin
başarısıyla sonuçlandı. RP’nin programında vurguladığı sistem karşıtlığı, demokrasiye ve ülkenin
seküler kurumlarına ilişkin ilişkin tahahhütleri, birçok sekülerist tarafından sorgulandı. Özellikle
muhalefet partisi CHP, RP’nin siyasal kurumlara ve eğitim sistemine ilişkin dinsel içeriğine karşı
çıktı. 1997’de bu İslamcı-sekülerist kutuplaşmasının zirveye çıkması Erbakan’ın koalisyon
hükümetine askeri müdahale ve yerine yeni merkez partilerden oluşan koalisyon hükümetinin
kurulmasıylasonuçlandı (Sayarı, 2007:203).
181
yönetiminde artan müdahalesi; düzenleyici önlemlerin alınmaması sonucu
zayıf finansal sistemin neden olduğu tekrarlayan krizleri ve derin siyasal
istikrarsızlıkları önleyici ikinci kuşak neo-liberal reformları içerdi (Öniş: 2009:
5). 1999’daki üç yıllık stand-by anlaşması, devletin yönetsel kapasitesini
güçlendiricek biçimde kamu kesimi, sosyal güvenlik 71, tahkim, özelleştirme,
tarımsal destekleme, telekomünikasyon, vergi politikası ve idaresi 72, ücretler
ve kamu istihdamı ve bankacılık sisteminde bağımsız düzenleyici yetkinin
kurulması gibi düzenlemeler öngören uzun dönemli yapısal ve kurumsal
reformları kapsadı (9 Aralık 1999 Niyet Mektubu). Bu IMF ile en uzun dönemli
“yakın izleme anlaşması”, olup 1998-2008 dönemini kapsamıştı. Bundan bir
önceki uzun dönemli “yakın izleme anlaşması” ise 24 Ocak Kararları’nın
uygulanmasına yönelik yasal-kurumsal çerçevenin oluşturulduğu 1980-1985
arası dönemde olanıydı (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16; 2007:
19-20; Öniş, 2009: 7). Geleneksel “ekonomik istikrar” programından daha
kapsamlı olan 1999 stand-by anlaşması, Türkiye’nin savaş sonrası tarihinde
ilk kez belirgin krizlerin yokluğunda IMF disiplinini kabul etmeye istekli olduğu
bir anlaşmadır (Öniş, 2009: 7). Bu birinci bölümde anlatılmış olan neoliberal
yeniden yapılanmanın yeni biçimi, Post-Washington Konsensüsü ile ilişkili
ikinci kuşak refomlarla karakterize olan etkileri yansıtır (Öngen, 2004: 96-7;
Öniş, 2009). Emek-sermaye ilişkisinde ikincisinin lehine düzenlemelerin
yoğunlaştığı süreç, ekonomi-politik düzeye ilişkin yasal kurumsal çerçeveyi,
toplumsal düzey bakımından da ücretli sınıflar ve küçük üreticiler aleyhine bir
dizi politikayla sermayenin emek üzerindeki kontrolünü düzenleyen güçlü
yapısal reformlarla biçimlenmektedir (Ercan, 2003: 5).
1990’ların sonundan itibaren serbest piyasa ekonomisinin uluslararası
piyasalarla eklemlenmesi gereği, devletin yönetsel kapasitesinin arttırılması
anlamında “rekabet devleti”ne, “iyi yönetişim”e ya da “düzenleyici devlet”e
71
Eylül ayında Meclis’te onaylanan reform: asgari emeklilik yaşını sisteme yeni dahil olanlar için
hemen 58/60 ve halihazırda sisteme dahil olanlar için ise 10 yıllık bir geçiş dönemi ile 52/56 olarak
artırmakta; emekliliğe hak kazanabilmek için gerekli asgari prim ödeme süresini artırmakta; ortalama
aylık bağlama oranını %80’den %65’e çekmektedir (9 Aralık 1999 IMF Niyet Mektubu).
72
Geniş tabanlı, düşük ve tahmin edilebilir marjinal vergi oranları üzerine kurulu bir vergi sistemi hem
iç yatırımı teşvik etmek hem de yabancı sermayeyi çekmek için en iyi araçtı (9 Aralık 1999 IMF Niyet
Mektubu).
182
evrildiği biçimi ile iyi işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici
olarak müdahalesi anlamına gelmektedir (OECD, 2003). IMF, DB ve AB gibi
kurumlar tarafından desteklenen “düzenleyici devlet”in anlamı; ekonomik
alana orantısız devlet müdahalesinin sınırlanması, gelir dağılımında ve
kalkınmada önemli rol oynayan devletlerin rolünün minimize edilmesidir
(Öniş, 2009: 4). Devletin küçültülmesi ile burada ifade edilen ise devlet
müdahalelerine son vermek değil, bunun niteliğinin değişmesidir. “Küçük ama
etkin devlet”le, devletlerin kurumsal yapılarının piyasa oyununun yeniden
belirlenen
kurallarına
uyum
sağlayabilecek
biçimde
değiştirilmesidir
(Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 13-14). Bu, devletlerin yönetsel
kapasitelerinin artırılarak, daha etkin çalışmaları için sürekli bir yeniden
yapılanma sürecine tabi olmaları anlamına gelmektedir. Devletin bu
dönüşümü özellikle 2001 krizinden sonra, 1990’lardaki kriz deneyiminin de bir
sonucu olarak “devlet-piyasa işbirliği” biçiminde piyasa sistemine yönelik
kurumsal düzenlemlerin yapılması ve bunların uygulanması biçimindedir.
4.3.2. Ekonomik Krizler ve Devletin Düzenleyici Rolü’nde Artış
Devletin
yönetsel
kapasitesini
artırmaya
yönelik
yapısal
düzenlemelerden oluşan 1999 stand by anlaşmasının IMF’nin verdiği yüklü
krediye rağmen piyasayı tatmin edici biçimde uygulanamamasının iki
nedeninden sözedilebilir. Bunlardan birinicisi belirgin bir ekonomik kriz
yokluğunda programın uygulanmasının getireceği zorluklar olup diğeri
neoliberal yeniden yapılanmanın kaybedenlerinden, düşük gelirlilerden ve
kırsal bölgelerden gelen destekle sol ve sağın milliyetçi unsurları tarafından
koalisyon hükümetinin baskı altına alınmasıdır. Hükümetin büyük bir kamu
girişimi olan telekomun özelleştirilmesi, bütçe disiplininin temel anahtar
unsuru olarak tarımsal desteğin azaltılması ve bankacılık ve finansal sisteme
ilişkin düzenlemelerden oluşan IMF programının öncelikli hedeflerini yerine
getirmekte isteksizliği (Öniş, 2009: 7) bir öncekinden daha kapsamlı bir
finansal krize yol açtı. 19 Şubat MGK toplantısındaki gerginlikle görünür hale
gelen 2001 krizi, bir günde 7.5 milyar doların Merkez Bankası'ndan
çekilmesine, Hazine Müsteşarlığı'nın ve Merkez Bankası'nın aldığı önlemlere
183
rağmen, gecelik faizlerin 21 Şubat'ta %7.500'e kadar yükselmesine neden
oldu (22.02.2001: Hürriyet Gazatesi). Krizin ardından “dalgalı kur” sistemine
geçiş, dövizdeki artışla fırlayan zamlar sonucu maaşını ve ücretini TL
cinsinden alanları ve döviz borcu olanları olumsuz etkilerken, döviz
sahiplerini, turizm işletmecilerini ve ihracatçıları karlı çıkardı. Ecevit’in MGK
toplantısında dönemin Cumhurbaşkanı Sezer ile arasındaki gerginlikle
görünür hale gelen krizin, esasında siyasal değil ekonomik ve yapısal olduğu
belirtilerek uygulanmakta olan ekonomik program ve yapısal reformların
sürdürüleceği belirtildi (22.02.2001: Hürriyet Gazatesi). Krizin her vatandaşa
altıyüz dolar ek yük getirdiğini belirten Türk-İş, Hak-İş, Türkiye İşveren
Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği
(TOBB) ve Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK) genel
başkanlarından oluşan “Sivil İnisiyatif Başkanlar Kurulu”, işçi ve işveren
taraflarının görüşü alınmadan oluşturulacak bir istikrar programına hiçbir
şekilde destek vermeyeceklerini açıkladı (23.02.2001: Hürriyet Gazatesi).
''Türkiye, tarihinin en büyük devalüasyonunu yaşıyor”' diyen DYP Genel
Başkanı Çiller ve ''Hükümetin IMF'ye teslim olduğunu” belirten Fazilet Partisi
(FP) Genel Başkanı Kutan, hükümetin derhal istifa etmesi gerektiği
çağrısında bulundular. TÜSİAD ise ekonomik konularla ilgili koordinasyon
eksikliğine dikkat çekerek, piyasalara güven verecek, ekonomiden sorumlu
bir başbakan yardımcısının73 bunu sağlayabileceği önerisinde bulundu
(23.02.2001: Hürriyet Gazatesi). İşçi ve memur sendikaları ile demokratik
kitle örgütlerinin oluşturduğu Emek Platformu74 ise, “hükümetin yanlış tavrını
sürdürmesi durumunda, Türkiye'nin her tarafı bir miting alanına çevrilecek..."
uyarısında bulundu (28.02.2001: Hürriyet Gazatesi). TİSK ise hükümete yeni
ekonomik istikrar programına ilişkin siyasi istikrar ve uyumlu çalışma
ortamının oluşturulması yönündeki görüş ve önerilerini içeren bir mektup
73
Bu yapısal çevrenin anahtar aktörü Kemal Derviş, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak,
koalisyon döneminde ve AKP döneminde uyum programını koordine edecek politik teknokrat olarak
getirilmişti (Öniş,2009: 11).
74
Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK), Türkiye Kamu-Sen,
Memur-Sen, Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti, Tüm İşçi Emeklileri Derneği, Tüm Bağ-Kur
Emeklileri Derneği, TMMOB, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipleri
Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve TÜRMOB'dan oluşuyor.
184
gönderdi. TOBB ekonomik krizin nedeni olarak siyasi iktidarın tüm uyarılara
rağmen, yapısal reformlarda isteksiz davrandığı, özelleştirmenin siyasi ve
kısır tartışmalarla geciktirildiği ve en önemlisi, tüm uyarılara rağmen
“bankacılık” sisteminin bir türlü düzenlemeye tabi tutulmadığı, kamu
bankalarının da siyasi iktidara mensup partilerin aralarında paylaşılıp kötü
yönetilmesinden kaynaklandığını belirtti.
2001 krizi toplumun çeşitli, özellikle “tahmin edilebilir bir piyasa”
talebinde bulunan kesimlerinden yükselen muhalefetle 1994 krizinin devamı
olan yapısal dönüşümün hızını arttırdı. Özellikle 2001 krizinden sonra
ekonominin yönetimine müdahilliği artan IMF’nin programları ile makroekonomik istikrarın hedeflendiği düşük enflasyon ve iç talebin bastırılmasına
dayalı sıkı finans ve parasalcı politikalarının uygulanmasının kurumsal
çerçevesi oluşturuldu (Buğra ve Keyder 2006: 212). Döviz kurunu
dalgalanmaya bırakan sıkı para politikalarının tercih edilmesi, 1994 ve
2001’de olduğu gibi sermaye hareketlerine bağlı finansal krizleri potansiyel
bir tehdit olarak ortaya çıkardı. Çünkü bu krizlerin belirgin nedeni, sermeye
hareketlerinin serbestliğinden kaynaklanan dalgalanmaların sert bir “iniş”
aşamasını içermesiydi (Öniş, 2009: 7). Bu aşamaya piyasanın hazırlıksız
yakalanması, yani Türkiye ekonomisinin yapısal zayıflığı ve onun 1980’lerden
beri olgunlaşmamış sermaye piyasasının dolaşıma maruz kalması ekonomik
ve siyasal sorunlara neden olmuştu (Keyman ve Koyuncu, 2005:106). Yani
yerel sermaye piyasalarının mali disiplin kurulmadan serbestleşmesi
spekülatif sermaye hareketlerine karşı savunmasız kalmasına neden
olmuştu. Dolayısıyla sermaye hareketlerindeki serbestliğe bağlı son krizler;
“1980 sonrasının neoliberal politikalarının doğrudan sonucu olarak, düzensiz,
dağınık, uzağı göremeyen, kararsız piyasa güçleri için ekonomik hayatın
maruz kaldığı sorunlar”dır (Yeldan, 2001:4 akt: Keyman ve Koyuncu,
2005:106).
2001 krizinden çıkış programı olarak takdim edilen 14 Nisan 2001
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın
amacı, güven bunalımını ve
istikrarsızlığı ortadan kaldırarak kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden
yapılandırılmasına yönelik sağlam bir alt yapı oluşturmaktı (Bağımsız Sosyal
185
Bilimciler Grubu, 2001: 13). Bir dizi yasal, anayasal ve kurumsal
düzenlemeleri
öneren
programda
güçlü
sermaye
piyasasının/finansal
sektörün ve makro ekonomik istikrarın hedeflenmesinin yanı sıra bölüşüm
ilişkilerini yeniden yapılandıran sosyal güvenlik ve kamu yönetimine ilişkin bir
dizi yasanın parlementoda kabul edilmesi sağlandı (Boratav, 2007:180-182).
Ekonominin yönetimini siyasal süreçlerin etkisinden uzak tutmaya yönelik bu
düzenlemeler, hem düşük vasıflı emekle üretilen metalar aracılığıyla bir
“çevre” ekonomisi olarak dünya ekonomisi ile bütünleşmesinde yepyeni bir
evreyi teşkil etmekte, hem de her türlü mal, hizmet ve sermaye hareketinin
üzerindeki denetimi kaldırmayı amaçlamaktadır (Bağımsız Sosyal Bilimciler
Grubu, 2001: 13). Bundan hemen sonraki IMF niyet mektubundan da
izlenebileceği gibi, “güçlü ekonomi için yapısal politikalar” başlığında
bankacılık sektörü, mali saydamlık ve yönetim, özel yerli ve yabancı
sermayenin ekonomideki rolünün arttırılması gibi (3 Mayıs 2001 Tarihli Niyet
Mektubu) hem devlet ekonomi ilişkilerinde bir yeniden yapılanma, hem de
devletin toplumsal sınıflarla olan ilişkilerinde kapsamlı bir dönüşüm öngörüldü
(Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2001: 16).
Dolayısıyla
2001
krizi,
1990’lardaki
neoliberal
ekonomi-politik
dönüşüm için eksik bırakılan yolun tamamlanması için olanak sağladı. Bu
dönemin neoliberal politikalarının aldığı biçim, ekonomik ve siyasal sonuçları
itibari ile “düzenleyici devlet”in etkinleşmesi (Öniş, 2009: 2) biçiminde tarif
edilmektedir. Yüklü miktarda alınan kredilerin ardından, her iki krizin de
yönetiminin IMF’ye devri ekonomi-politik alanı uluslararası düzeyde IMF ve
DB programına yerel düzeyde özellikle finans sermayesinin taleplerine bağlı
olarak biçimlendirmekteydi. Bu doğrultuda bölüşüm ilişkilerini, sosyal güvenlik
mekanizmalarını, finansal sistemi, ekonominin altyapısı ile kamu yönetimini
yeni baştan biçimlendiren bir dizi yasa hızla parlamentodan geçmekteydi
(Boratav, 2007:184).
2001 krizinden beri devlet toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi
için çok katı ve sert bir yeniden yapılanma programının uygulandığını belirten
Keyman, bu süreçte aynı zamanda yeni sivil toplum aktörlerinin de ortaya
çıktığına dikkat çeker. Sivil toplum aktörleri arasındaki mücadele ve
186
tartışmaların yeni ekonomik ilişkileri ortaya çıkarması bağlamında uzun
dönemli ekonomik krizlerin çözümünün gerektirdiklerini görmek bakımından
önemli olduğunu söyler (2005:105). Krizlerin sorumlusu olarak halen
ekonominin siyasetten yeterince özerkleştirilememiş olmasının gösterilmesi,
sürecin devletin düzenleyici olacağı toplumsal ilişkiler arasındaki mücadele
sonucu belirlenecek bir ekonomik ortamın oluşturulmasına kanalize olması
demekti. Benzer bir ifadeyle 2001 krizi devlet kapasitesinin yeniden inşa
süreci için uygun bir ortam oluşturarak neoliberalizmin önceki ilk döneminde
olmayan “düzenleyici devleti”ninin ortaya çıkmasını sağladı (Öniş, 2009: 3-4).
Devletin düzenleyici rolü, serbest piyasa ekonomisinin siyasetçilerinpolitikacıların eğilimleri ve insiyatiflerinden etkilenmemesini, aksine serbest
piyasa
ekonomisini
işler
kılacak
hukuksal-teknik
mekanizmaların
oluşturulmasını ifade eder. Yasanın kuralı’nı uygulatma gücü olarak şiddet
kullanma tekelini elinde bulunduran tek kurum olan devletin, yönetsel
kapasitesinin arttırılması gerekmektedir. “Nitelikli katma değer üreten
sektörlerde yoğunlaşmalıyız” ifadesi ile örtüşen rekabet ve bunun için
verimlilik ve etkinliğin artırılması vurgusu, 2001 krizini izleyen dönemlerde
düzenleyici devletin müdahaleleri ile hızla gündeme alınmıştır. Bundan
sonraki dönemin ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkili ve yetkili olan
Devlet Bakanı Kemal Derviş’in TOBB’un 57. Genel Kurulu’nda yaptığı
konuşmasında “Devlet sahayı düzeltmeli, siz de gol atmalısınız” diyerek
durumu özetlemiştir. Bu ifade, sadece uygulanacak politikaları değil egemen
sermaye fraksiyonları ile devlet arasındaki ilişkileri görünür kılması
bakımından da önemlidir (Ercan, 2009: 48).
Krizlerin en önemli politik etkisi ise parlementoda temsil edilen sol ve
sağ yelpazede kurulu partilerin yok edilmesi75 oldu. Bu, İslami kökleri olan
ancak öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez
sağını işgal eden yeni bir partinin, AKP’nin, çıkmasına neden oldu. Bu parti
75
Oyların %34. 2’si ile parlamentoda %66 sandalye ile çoğunluğu AKP oluşturdu. 1987’den beri
hiçbir parti böyle bir çoğunluk almamıştı. Merkez sol parti DSP, merkez sağ ANAP ve MHP’den
oluşan koalisyon hükümetinin oyları %22.3’den %1.2’ye geriledi. Çok partili hayata geçişten beri
merkez sağın Türkiye siyasetinin ana kaynaklarından biri olan DYP için de bir erozyon oldu. Merkez
sağ oylar 1991’den 2002’ye %51’den %14.6’ya düştü. MHP’nin oyları ise 1999’dakinin yarısına
düştü. Merkezi politik güçler arasında ki CHP ise %19.3’le 178 sandalye aldı.
187
aynı zamanda ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın kaynağı olarak görülen
çeşitli koalisyon hükümetlerinin sonunu işaret ederek, yeniden tek parti
dönemini başlattı (Sayarı, 2007:197; Öniş, 2009: 9). Neoliberal yeniden
yapılanmanın düzenleyici devlet biçimine evrildiği dönemde AKP, 2002 ve
2007 seçimlerini kazanarak tek parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi
politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağladı. 1998’de RP’nin
Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla daha ılımlı bir çizgi izleyen
kalkınmacı, ılımlı İslamcı ve muhafazakâr değerler ile ülkede büyüyen İslami
iş sektörünün de etkisiyle, serbest girişim arasında bir sentez oluşturdu.
İslami yandaşlarına rağmen, önceli siyasal partilerden farklı olarak IMF
programına ve AB reformlarına sıkıca sarıldı (İnsel, 2003:300-301; Sayarı,
2007: 202). 2001 krizinden sonra ekonominin yönetiminde daha etkin olan
IMF’nin
yanı
sıra
uyum
kriterleri
aracılığıyla
AB’de
ekonomi-politik
dönüşümde önemli bir aktör haline gelmişti. Örneğin Kopenhag kriterlerinin
üye ve aday ülkelerde ekonomi-politik gücü nedeniyle sermaye gruplarına
güven vermesi “işleyen bir piyasa ekonomisi”nin varlığı için önemliydi. AB
uyum kriterlerinin siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin reformların
tamamlanmasındaki belirgin etkisi, yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca
sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrarı gerçekleştirecekti. Bu
anlamda, Öniş’in de belirttiği gibi geleneksel tabanının muhafazakâr
olmasına rağmen, AKP güçlü reformist programı üstlenerek AB ile ilgili
ekonomik ve siyasal reformların mali disiplinle birleşme derecesine uyum
gösterdi (Öniş, 2009: 12).
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra hükümeti kuran AKP, 2002 tarihli
IMF niyet mektubu ile borcun çevrilmesi için konsolide bütçede faiz dışı
fazlaya öncelik tanındığını vurgulayarak, bir önceki hükümetten devr aldığı
programı sahiplendiğini gösterdi. Bunun yanı sıra sürmekte olan ekonomik
reform programını kuvvetlendirerek uygulayacağını, finansal piyasaların
kuvvetli bir tek parti hükümetinin seçilmesine göstereceği olumlu tepki ile
ekonominin geleceğine ilişkin güvenin pekiştirileceğini ve AB’nin tam üyelik
188
yolundaki reform ve istikrar76 çabalarına da devam edileceğini belirtti (4
Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu; Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu,
2007: 76-77; Oniş, 2009: 12).
Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını 2005’e kadar sürdüren AKP,
2008’de tamamlanacak olan yirminci yeni stand-by anlaşmasını imzalayarak
faiz ödemeleri için temel bütçede % 6’lık bir fazlayı amaçladığını belirtti (1
Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu). Bütçede hedeflenen “fazla” için
yapılması öngürülen düzenlemeler hangi reform girişiminin izlenmek zorunda
olduğunu ortaya koymakla birlikte, buna nihai amaç olarak bütçe üzerindeki
sosyal transferlerin sınırının hafifletilmesiyle (Buğra ve Keyder 2006: 212)
ulaşılmaktadır. Başka bir ifadeyle, devlet bütçesinde yaratılan artı değer
sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansırken, ekonomik krizin maliyetini
emek gruplarına yıkmaktadır (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 7677). TÜSİAD’ın açıkça devam etmesini istediği 2008’de sona eren IMF standby programının (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2008: 64) yerine ise Mart
2008-2011 dönemi için DB’dan gelecek kredilerle ilgili olarak sektör
politikalarının düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız
Sosyal Bilimciler Grubu, 2008: 65) imzalandı.
Neoliberal yeniden yapılanmanın özellikle 2001 krizinden sonraki
aşaması, ekonomi politikası yapma sürecinin görünürde siyasal etkilerden
uzaklaştırıldığı, ekonominin teknokratik yönetimi biçimindedir. İkinci kuşak
yapısal
reformlarla
ilişkili
yeniden
düzenleme
ve
kuralsızlaştırmayla
karakterize bu yeni aşama, devletin düzenleme kapasitesinin geliştirilmesi
anlamında önceki aşamadan kesin bir kopuşla temsil edilir. Bu, özellikle IMF
programlarına bağlanmış devlet gücü bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri
nedeniyle mali ve para disiplininin zorlanması ile yapılmaktadır (Öniş, 2009:
14). Bunu zorlayıcı çerçeve; Merkez Bankası’nın özerkliğinin yasalaşması ve
üçü tarımsal destekleme politikalarının tasfiyesini hedefleyen destek
politikalarının kaldırılması, diğerleri telekominikasyon, enerji, ihaleler ve
76
“İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini sağlamak için
ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç ödemelerinin aksatılmadan
sürdürülmesidir (Bağımsız Ssosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77).
189
bankacılık alanlarının yönetimi ve düzenlenmesi ile görevlendirilen yedi özerk
kurulun oluşturulmasıdır (Boratav, 2007:180-182). Ekonominin özel bankalar
alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990 sonrası krizlerin likidite/nakit krizi
olarak yorumlanması, krizlerin Merkez Bankası’nın özerkliği ile aşılabileceği
algısı yaratmaktadır. Çünkü yasal korumaya sahip Merkez Bankası,
özerkliğinin genişletilmesiyle IMF’nin sisteme daha fazla likit/nakit akıtma
talebini karşılayabilecektir. Bunun anlamı, ekonominin ihtiyaç duyduğu likidite
için önemli bir unsur olan doğrudan döviz akışı için parasalcı politikaların
sınırlandırılmasıdır
(Yeldan,
2002a:
4).
Bunun
yanı
sıra
finansal
serbestleşmenin önemli bir ayağı olan Merkez Bankası’nın özerkleştirilmesi,
enflasyonu engelleyerek kendi çıkarlarının korunmasını sağladığı için
uluslararası finans sermayesi, hükümetteki partiler ve TÜSİAD gibi sermaye
örgütlerince desteklenmektedir (Yılmaz, 2003: 82-83). Merkez Bankası’nın
piyasaya’ya yönelik bu işlevlerinin yanı sıra, 1980’lerden beri sermaye
üzerindeki vergilere uygulanan indirimlerin, devletin iç borçlanmasını
arttırması sonucu ödediği faizler sermaye için önemli bir gelir kaynağı
olmuştur. Bankacılık sisteminin bu işlevi, uluslararası arbitraja dayalı kısa
vadeli dış finansmanı yurt içinde kamu iç borçlanma senetlerinde
değerlendirerek reel kazanç elde etmeye yönelmesiyle gerçekleşmektedir
(Yeldan 2003:144). Bu anlamda ekonominin anahtar sektörlerinde güçlü,
düzenleyici kurullarından biri olarak Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurulu’nun (BDDK)77 bankacılık ve finansal sistemin güçlendirilmesi için
özerkliği
genişletilmişti.
düzenleme
gücünün
1999’da
zayıflığı
krizden
nedeniyle
önce
banka
kurulmasına
rağmen,
lobilerinin
direncini
kıramaması, krizden sonra özerkliğinin önemli oranda arttırılarak bankacılık
77
Özel bankaların finansal durumunun izlenmeye devam edileceği, finansal açıdan güçsüz olduğu
belirlenen bankaların sermaye güçlendirme planları üzerinde BDDK ile görüş birliğine varılacağı
belirtildi. Bunun yanı sıra bu planlar üzerinde anlaşma sağlanılamayan her durumda, sözkonusu
bankaların ivedilikle bir sonraki gözden geçirmeye kadar çözüme kavuşturulacağından sözedildi.
Çünkü güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçeve bankacılık reformlarının uygulanmasını etkin
kılacaktı(07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu)
190
düzenlemesinin uluslararası standartlara yaklaştırılmasını sağlamıştır (Öniş,
2009: 15-16).
BDDK’nın yanı sıra Enerji ve Telekomünikasyon gibi alanlarda özerk
kurullar aracılığıyla yapılmak istenen, bu kurulların ilgili oldukları sektörlerdeki
denetim
faaliyetleriyle
siyasal
süreçlerin
ekonomiye
müdahalesinin
önlenmeye çalışılmasıdır. “Ekonomi politikası oluşturma araçlarını” tasfiye
ederek, ekonomik kararların siyasalın uzağında bir yerde alındığı ve
toplumsal süreçlerin müdahale imkânı bulamaması anlamında bundan
sonraki bölümde değinilecek olan apolitizasyon ve depolitizasyon süreciyle
ilgilidir. Ancak kurullar aracılığıyla yapılan denetimin siyaseti ekonomiden
ayırdığı görüntüsü, esasta kurulların siyasal iktidarların ekonomiye dolaylı ve
denetimsiz müdahale araçları haline gelmesi demektir (Bağımsız Sosyal
Bilimciler Grubu, 2001: 37; Burnham, 2004; Güney, 2006).
Uluslararası
birçok ilişkide Merkez Bankası ve kurulların özerkliğinin şart koşulması, kendi
devletlerinden ziyade, diğer ülkelerin Merkez Bankaları’na karşı sorumlu
olmaları (Keyder, 2007: 217), kuralsızlaştırma ve yeniden düzenleme ile
devletin ekonominin yönetiminde Merkez Bankası ve üst kurullar aracılığı ile
doğrudan sorumluluk yüklenmemesi demektir (Bağımsız Sosyal Bilimciler
Grubu, 2007: 16). Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl
paylaştırıldığı ve iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK’nın bankaları
kurtarma ve sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden
izlenebilir. Bir yandan kamu bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini,
diğer yandan mali yapısı güçlü olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı
Fonu’na (TMSF) devreden BDDK’nın 7 kişilik karar organından 1’inin
Bankalar Birliği’nden olması burjuvazinin temsilini ve finans burjuvazisinin
kurul içindeki etkisini göstermektedir (Yılmaz, 2003: 83).
Ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı anlayışı, özellikle
1990 sonrası krizlerin sürekliliğini 1980’den bu yana uygulanan ekonominin
dengelerini denetimsiz ve yönlendirilmemiş piyasa güçlerine bırakan neoliberal politikalara değil, hükümetlerin tam olarak uygulayamadıkları istikrar
tedbirlerine, ya da “teknik hatalara” dayandırmaktadır. Devletin yeniden
düzenleyici işlevi ile de ulus-devletler piyasa sisteminin dengesi için kurumsal
191
yasal düzenlemeleri ile aralarındaki farklılıkların kaldırılmasına dayalı bir
standart oluşturarak sürekli bir yeniden yapılanma içinde bulunmaktadırlar.
4.4.
EKONOMİ-POLİTİK
DÖNÜŞÜMÜN
ANALİZİNDE
HAKİM
PARADİGMANIN BIR ELEŞTİRİSİ
1980 sonrası dönüşümün ekonomi-politik düzeyine ilişkin hakim
paradigma içinden eğilimlerce analizi, neoliberal yeniden yapılanmanın ilk
dönemi olarak devletin sosyo-ekonomik faaliyetlerinin azaltılması ve serbest
piyasa ekonomisinin kurumlarının oluştuğu askeri müdahale ve “demokrasiye
geçiş” yılları üzerinedir. “Tahminedilebilir” bir piyasa çevresi için piyasa
“güvensizliklerini”
giderici
uluslararası
standartların
oluşturulduğu
düzenlemeleri takip eden ikinci dönemi ise devletin düzenleyici işlevinin ve
IMF ve AB gibi uluslararası kurumların ekonominin yönetiminde daha etkin
olduğu dönemi ifade eder. Devleti toplum karşısında özerk bir yere koyan,
toplumsal sınıfların uzağında ve onların üzerinde tarafsızlık/hakem işleviyle
açıklayan baskın görüşe göre; 24 Ocak Kararları ve bunu takip eden
ekonomik
önlemlerin
uygulanabilmesi,
devletin
siyasal
yapısındaki
gruplaşmalar ve genel toplumsal kutuplaşma sonucu yitirdiği özerkliğini
yeniden elde etmesine bağlıdır. Devlet yapısının ve yönetsel kapasitesinin
“dışsal” etkilerden kolay zarar görebilmesi özerkliğinin olmadığı anlamına
gelmektedir (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 188). Devletin özerkliğinin anlamı
ise ekonomik bakımdan egemen sınıflardan bağımsız ve göreli olarak geniş
bir hareket alanının varlığı ile ilgilidir. Bu özerkliğin alanı, büyük toplumsal
krizlerde ve bir üretim biçiminden diğerine geçiş dönemlerinde, yani yeniden
yapılanma süreçlerinde genişleyebilmektedir (Boratav, 1991: 15).
Dolayısıyla çalışmanın bu kısmında, izleyen bölümlerinde de farklı
düzeylerde tartışılacağı gibi, devletin göreli özerkliğinden hareket eden hakim
paradigma içinden eğilimlerin neoliberal politikalarla dönüşen ekonomisiyaset
ilişkilerine
yönelik
değerlendirmeleri
yer
almaktadır.
Bu
değerlendirmeler sırasında çalışmada izi sürülen temel sorulardan biri olan
“1980 öncesi kuramsal çerçevenin sonrasında, devlet-toplum ilişkilerinin
analizinde, nasıl dönüştüğü”; yani ekonomi-politik dönüşüm sürecinin
192
meşruiyeti üzerindeki etkisinin nasıl olduğunun açıklanmasına çalışılacaktır.
Türkiye siyasal tarihi yazınında yapısalcılık esinli devletin göreli özerkliği
ortak paradigmasından esinlenen yazarların çeşitliliği, çalışmada belirgin
örnekler olarak öne çıkanlar üzerinden somutta olan’ın değerlendirilmesini
yapmaya çalışırken birbirlerinden ayrışan yanlarının belirtilmesini de ihmal
etmemeye özen gösterecektir.
I. Örneğin Heper, Keyman, Özbudun, Göle ve Sayarı’ya göre 1980
askeri müdahalesi, 1970’lerin sonuna doğru devletin yönetsel kapasitesinin
dağılmasıyla ideolojik olarak kutuplaşmış siyasal partilerin de kışkırttığı etnik,
dinsel ve siyasal çatışmanın neden olduğu siyasal krizlerden kaynaklanan
ekonomik krize bir cevaptır (Sayari, 1996-1997: 30-1; Heper, 2002: 71).
Toplumsal kutuplaşma ve parçalanmanın unsurları olarak emek örgütleri,
bazı meslek gruplarının birlikleri, sivil bürokrasi ve polisin yanı sıra ilerleyen
yıllarda Türkiye’nin güneydoğusunda devam eden isyanın ve köktenci islamın
yükselen siyasal uyanışının da demokratik kurumlar ve pratikler için tehdit
oluşturduğu (Sayari, 1996-1997: 31) düşünülmektedir.
Siyaset ve ekonomi alanın birbirlerine özerk düzeyler olduğu
iddiasındaki bu yazarlar, 1980 askeri müdahalesini devletin toplumsal
çıkarlardan, yani siyasetin ekonomiden özerkliğini sağlayarak devlet
aygıtlarının uyumunu yeniden tesis ettiğini yazarlar. Buna göre 1970’lerdeki
sarsılmış toplumsal ve siyasal krizlerin yinelenmesi, müdahale sonrası
Türkiye demokrasisinin radikal bir yeniden yapılanması (Özbudun, 2007:179)
ile gerçekleşmiştir. Özellikle Heper’in ve Göle’nin çalışmalarında müdahale,
1970’lerin kutuplaşmasının gittikçe derinleştirdiği siyasal krizlerin üstesinden
gelerek
özerkliği
yeniden
kurduğu
için
olumlanmaktadır.
Müdahale
sonrasında çatışmaların uzlaşma ile çözüldüğü “ılımlı-araçsal”78 bir yönetim
biçimi, siyasal hayata damgasını vurmuştur. Bu, özellikle Türkiye’nin siyasal
hayatının büyük ölçüde yeniden yapılandırıldığı ve ılımlı araçsal bir siyasal
78
Çalışmanın üçüncü bölümünde tanımlanmış olan “ılımlı-araçsal” yönetime göre 1980’lerin ilk
yarısından itibaren ordu, bürokratik elitler ve siyasetçilerden daha fazla siyasal hayatın “ılımlıaraçsallık” sergilemesi taraftarı olmuştur. Toplum karşısında egemen bir devlet değil, siyasal
çatışmaların uzlaşma ile çözüldüğü bir yapı söz konusudur. Bu yapıda bürokrasi iç işleyişi
bakımından özerk, bürokratlar ve siyasetçiler arasında da görüş ayrılığı nedeniyle çatışma
olmamaktadır (Heper, 2006: 31).
193
rejimin tesis edildiği 1980-83 arasında daha da belirgindir (Heper, 2002: 74;
Heper, 2006: 31). Benzer başka bir ifadeye göre de müdahale öncesi
krizlerin nedeni, sadece ekonomik değil aynı zamanda Türkiye siyasetinin
yandaşcı, hesapveremez ve bozuk yapısal niteliklerinden kaynaklanmaktadır.
Bunların çözümünün en etkin biçimi, devletin toplumun ihtiyaçlarına ve
taleplerine cevap verecek etkili, özerk ve demokratik bir yönetim kurumu
haline gelmesi, yani devlet-toplum ilişkilerinin öncesinden farklı bir biçimde,
yeniden yapılanmasıdır (Keyman ve Koyuncu, 2005: 107). Siyasetin
ekonomiden özerkliği sonucu demokratik kurumların oluşabileceği böylesi bir
yapı ise 1980 sonrasında yerleşmeye başlamıştır (Göle,1994: 213).
1970’lerin temel sorununu sistemin kutuplaşması ve parçalanması
nedeniyle siyasetin özerkliğini yitirmesi olarak kavrayan bu analiz, siyasetin
ekonomiden
özerkliğini
sağlayamadığı
durumlarda
devlet
aygıtlarının
aralarındaki uyumu kaybettiklerini ve özgül toplumsal çıkarların kullanıcısı
durumuna geldikleri Weberyan çözümleme ile örtüşür. Buna göre yönetsel
kapasitesini müdahale sonrası tekrardan kazanan devlet aygıtları, farklı
toplumsal kesimlerin çıkarları karşısında özerkliğini yeniden kurduğundan
“toplum” ve onların siyasal temsilcileri, yani bürokratik ve siyasal elitler artık
birbirleri için rakip olarak görülmeyecektir. Bu gerek askeri yönetim yıllarında,
gerekse demokrasiye geçişte özellikle üzerinde durulan bir konu olan sivil
bürokrasinin
keyfilikten
uzak,
etkili
ve
verimli
çalışan
bir
kuruma
dönüştürülmesi (Heper, 2006: 241) için son erece önemlidir. Çünkü 1980’lere
kadar güçlü devlet geleneğine sahip, daima politikada diğer gruplardan özerk
ve devlet adına davranan özgül bir elit kategorisinin (Heper ve Keyman,
1998: 259) varlığı artık aşınmaya başlamıştır.
Siyasal ve askeri-bürokratik elitler arasındaki mücadelenin sonucu
olarak görülen 1980’e kadarki her üç askeri müdahalenin de uzun dönemli
olmayıp, yeni anayasa gibi araçlarla siyasetin yeniden dengeye getirilmesi ya
da
varolanın
düzeltilmesiyle
askerlerin
yönetimi
sivil
hükümetlere
devretmeleri (Heper, 2002: 74) de onların politize olmamaları biçiminde
yorumlanır. Bu kavrayışın önde gelen temsilcisi Heper’e göre;
194
“…Türkiye’de askeri müdahaleler demokrasinin ortadan kaldırılması için
değil, siyasal hayata bir miktar rasyonalite enjekte edilmeye çalışılıp
demokrasinin işleyebilir hale getirilmesi için yapılmıştır…Ordu 1980’den
itibaren daha az aşkın devlet eğilimli olmuş ve hatta toplum kesimlerinin ve
onların siyasal temsilcilerinin aralarındaki çatışmaları dinamik bir uzlaşma ile
çözebilecekleri bir kültür örüntüsü ve kamusal alan meydana getirme çabası
içinde olmuştur”(2006:252).
Müdahaleyi Türkiye’deki “güçlü devlet-zayıf toplum” geleneğinin bir
sonucu olarak gören eğilim içinden diğer grup yazarlar ise darbenin
otoriteryan niteliğine dikkat çekmek noktasında farklılaşmaktadırlar. Benzer
biçimde ekonomi-siyaset ikiliği üzerinden hareket eden bu yazarlar,
aşağıdakilerin aksine, müdahalenin 1980 sonrası yapısal uyum politikalarının
uygulanmasındaki belirleyici etkisinden söz etmekte ve bu anlamda göreli
özerkliğin sağlanmaya çalışıldığını düşünmektedirler. Buğra, İnsel, Keyder,
Köker, Öniş, Özbudun, Sayarı ve Turan gibi yazarların izlediği bu eğilim,
1980 öncesinin siyasal krizlerine olduğu gibi ekonomik bölünmelerine de
vurgu
yapmakta
ve müdahalenin
yapısal uyum süreci ile ilişkisini
kurmaktadırlar (Benzer değerlendirmeler için bkz: Yalman, 2002; Dinler,
2003; Güngen, 2005; Güney, 2006; Bozkurt, 2008). Darbenin ekonomik ve
toplumsal
yapıyı
kökten
yeniden
yapılandırdığı
ve
liberalizasyon
politikalarının müdahale olmadan sürdürülemeyeceği yaygın kanısı sıklıkla
vurgulanır bu yazarlarca (Keyder, 1987:176; Buğra, 2003: 206; Özbudun,
2007:179-180; Köker, 2008: 260 Barkey, 2000: 199). Örneğin Türkiye’nin
ekonomik ve finansal problemlerinin istikrarlı ve işlevsel bir demokrasinin
kurumsallaşma çabalarında baskın bir unsur olduğunu belirten Sayarı,
ekonomik koşulların kötüye gitmesinin 1960 ve 80 müdahaleleri üzerinde
etkili olduğunu belirtir (1996-7: 31). Başka bir ifade, 1970’lerin ekonomik
bakımdan devletin sosyo-ekonomik hayata müdahalesinin fazla olduğu,
ancak IMF ile yapılan 24 Ocak “istikrar paketi”nin uygulanmasını önleyecek
derecede zayıf hükümetlerin olduğunu vurgular (Krueger ve Turan 1993:363;
Barkey, 2000: 199). Müdahalenin IMF paketinin gerektirdiği biçimde istikrarlı
bir piyasa çevresi oluşturmayı amaçladığını belirten başka bir yazar da,
müdahale sonrasında TÜSİAD’ın kısa bir süre kapanmasına rağmen, özel
sektör ve piyasa politikalarının yönlendirilmesinde askeri yönetimle nasıl
195
işbirliği içinde (Bugra, 2003: 206) olduğuna dikkat çeker. Özal’ın açıkça
“istikrar programı” üzerinde askeri yönetimin katkısının önemini belirtmesi,
Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı’nın müdahale ile üretimin yükselmesi için
güvenli bir ortamın yaratıldığını vurgulaması (Krueger-Turan, 1993: 363)
darbenin ekonomik boyutunun yönelimini açıkça göstermektedir. Daha net bir
ifadeyle;
“…asker devletin birliğini korumak, şiddeti kontrol altına almak ve uzun
dönemli ekonomik ve siyasal reformları yapmak için müdahale etti” (Barkey,
1990:185).
Toplum nezdinde meşruiyetini ekonomik, siyasal, toplumsal ve
ideolojik krizlere dayandıran müdahale ile devletin gücünü ve kapasitesini
tekrar edinmesi, yeniden yapılanma programının uygulanabilmesinin zorunlu
bir gerekliliği olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim 24 Ocak kararlarıyla başlayan
yapısal uyum sürecinin askeri müdahale aracılığıyla yürürlüğe girdiği
(Yeldan, 2003: 44), askeri yönetim olmaksızın seçilmiş bir hükümetin 1980
istikrar paketini sürdürebilmesinin şüpheli olduğu (Arıcanlı ve Rodrik, 1990:
1346; Ahmad, 2002:183) analizlerine ekonomik unsurları da dâhil eden farklı
perpespikten birçok yazarın paylaştığı bir değerlendirmedir. “Aşkın/güçlü
devlet”in niteliğinin 1980 sonrasında “ılımlı-araçsal” biçimine dönüştüğü
iddiasının aksine bu yazarlar, darbenin siyasal liberalizasyondan ziyade,
otoriter yapılar inşa ettiğine vurgu yapmaktadırlar. Buna göre müdahale,
Türkiye’de “güçlü merkez-zayıf toplum”, “güçlü devlet geleneği” ve bürokratik
elitlerin kendilerini reformların sahibi olarak görmelerinin demokratikleşme ve
liberalleşme süreci üzerindeki aşırı merkezileşmiş, aşkın patrimonyal devletin
tarihsel mirasının bir sonucudur (Öniş, 1992; İnsel, 2009: 32-33). Buna göre
örneğin, 1982 Anayası’nın hazırlanış biçiminin anti-demokratik niteliği asker
kurucularının otoriteryan ve devletçi değerlerini yansıtmaktadır. Temel
amacın kamu düzenini sürdürmek için devletin otoritesinin yeniden
kurulmasının olması, Anayasa’nın altında yatan felsefeyi, vatandaşların
eylemlerinden devletin korunması, açıkça ortaya koymaktadır (İnsel,
2003:294; Özbudun, 2007:180; Barkey, 2000: 99). Müdahale ve onun
Anayasası’nın amacı, siyasal ve toplumsal istikrarı ve ekonomik olarak yeni
rejimi oluşturabilmek için topluma otoriteryan politikaların zorlanmasıdır.
196
Otoriteyan devletin Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde istikrar programının
uygulanması için zorunluluğu (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992: 207) ve sivil
toplumun diğer güçlerinin göz ardı edilmesi pahasına bu istikrar programının
önemli bir sonucu, Türkiye’de “bürokratik otoriteryan devlet”in (Guillermo
O’Donnell’den akt: Barkey, 1990:185; Köker, 2008: 261) yükselmesidir.
Keyder’e göre bu, 1980 darbesinin Latin-Amarika bağlamında tanımlanmış
olan “bürokratik-otoriter” rejimlerle benzerliğini ortaya koymaktadır (1987:
179).
Yeniden yapılanma sürecinde askeri müdahalenin rolüne son derece
olumsuz bir nitelik atfeden yazarların aksine, Heper çizgisindekiler artan
siyasal elit-bürokratik eliti çelişkisine ve bunun getirdiği istikrarsızlığa karşı
askeriyenin demokrasiyi yeniden kurmak için müdahale ettiği iddiasındadırlar.
Ancak her iki kavrayış da, demokratik ya da otoriter niteliği göz önünde
bulundurulmaksızın,
askeri
müdahale
ile
devletin
toplumsal
çıkarlar
karşısında özerkliğini yeniden elde ettiğini paylaşmaktadırlar. Bozkurt’un da
belirttiği gibi, 1970’lerin sonunda
çeşitli gruplarca paylaşılan
devlet
aygıtlarının uyumunun yeniden oluşturulduğu devletin göreli özerkliği
sayesinde;
Heper’e
göre
siyasal
sistemin
işlevselliği
için
siyasal
kutuplaşmanın üstesinden gelinebilmiş, Öniş ve Sayarı göre de yapısal uyum
politikalarının uygulanabilmesi mümkün olmuştur (2008: 160).
II. ANAP hükümetinin kurulduğu “sınırlı demokrasi”ye geçiş dönemini,
askerin ılımlı bir biçimde gerçekleştirme çabasında olduğunu vurgulayan
Heper’e göre gerek bürokratik, gerekse siyasal elitlerin ondokuzuncu yüzyılın
ve 1945-80 arasındaki çoğunluğu ünivesite üyeleri, yüksek kamu görevlileri
ve önde gelen gazatecilerden oluşan elitlerinin aksine hepsinin “ılımlı elitist”
olduğunu yazar (2002: 70). Birçok Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki
benzerlerinin aksine, rekabetçi siyasal sistemi yeni biçimlenmiş bir Anayasa
ve siyasal parti siyasetini yöneten yasal düzenlemelerle yeniden başlatmaları
(Sayari, 1996-1997: 30) askeriyenin Türkiye’de politize olmayan bir devletle
ilgili oluşumun bir parçası olması ile ilgilidir. Devlet eliti olarak siyasete
müdahale ettiklerinden siyasal elitlerle rekabete girmemeleri, yani kendilerini
parti dışı hakemler olarak görmelerindendir (Heper ve Güney, 2000: 650).
197
Aksi yöndeki bir ifadeye göre de bu, askeriyenin “siyasal özerklik”
bakımından hem sivil yönetimin, hem de demokrasinin meşruiyetini kabul
etmesi, kendi fikirlerine göre davranan siyasetçilerin siyasal faaliyetlere
yönlendirildiği, diğerlerinin de kontrollerinde olduğu “özerkliğin inceltilmiş
biçimi”dir (Sakallıoğlu, 1997:153; benzer ifade Sayari, 1996-1997: 30). Şöyle
ki; siyasal parti ve liderlerine siyaset yasağının konulduğu, küçük ve sistem
karşıtı partilerin yüzde on (%10) seçim barajına takıldığı ve seçmenin oy
verme zorunluluğunda (Kalaycıoğlu, 1990: 488; İnsel, 2003: 294) yapılan
1983 seçimleriyle 24 Ocak istikrar programın mimarı Özal’ın partisi hükümeti
kurabilmiştir.
“Sınırlı demokrasiye geçiş”le birlikte ANAP politikaları, toplumsal ve
siyasal dengeler açısından devlet-merkezci yapıdan vazgeçildiği, ekonomi
üzerindeki devletin rolünün gevşediği ve otoriteryan devlet merkezli bakıştan
ekonomik liberalizasyona geçildiği için (Öniş,1992: 8; İnsel, 2003: 295;
Keyder, 2007: 228) ekonomi-siyaset ilişkisine göreli özerklik içinden bakan
yazarlarca olumlanır. ANAP’ın “politics/politikacı” değil “policy/politika”
merkezli siyasal eylem modeli, çatışmadan ziyade uzlaşma ile tanımlanıp;
muhafazakar, milliyetçi, piyasacı ve pragmatik değerlerle ılımlılığı ve çok
renkliliği vurgulayarak merkez sağı yeniden yapılandırdığı (Göle,1994: 218219, 221; Köker, 2008: 196) belirtilir. İki yasama döneminde sürdürebildiği
(1983-1991) bu kombinasyonla ANAP, tek parti hükümeti olarak serbest
piyasa ekonomisinin uluslararası rekabete açılışında ve katı askeri kuralları
takip eden politikaların normalleşmesindeki rolüne (Özbudun, 2006: 546)
vurgu yapılır.
Ancak Özal’ın ANAP’ı döneminde hem sermaye, hem de emek
sınıflarını da içeren özgül toplumsal çıkarların taleplerinin siyasal elitlerde
yansımasını
bulması
ve
bunun
sosyo-ekonomik
yeniden
yapılanma
politikalarının uyumunu bozması (Heper ve Keyman, 1998: 260) nedeniyle
dönemin popülist politikaları eleştirilir. Yapısal uyum, çeşitli yollarla
sürdürülürken özellikle yürütmenin güçlenmesi ile politika oluşturma sürecinin
merkezileşmesi (Kalaycıoğlu, 1990: 485) ve isteğe bağlı fon’larla ekonomik
kaynaklar
üzerindeki
dağıtım
kontrolünün
kamu
sektörünün
payının
198
azalmasını önlemesi (Heper ve Keyman, 1998: 261-3) eleştirilerin odağını
oluşturur. Siyasal sistemin daha fazla rekabetçi unsurları içermesiyle sistem
içindeki konumunun devamı için yapısal uyum politikalarının toplumsal
maliyetinin neden olduğu sorunları siyasal patronajı kullanarak aşmaya
çalışması
(Sayarı,
1996-7:
37),
yeniden
yapılanma
politikalarının
uygulanmasını zorlaştırmıştır. Dolayısıyla Özal döneminde de bir yandan
liberal politikalar savunulurken, diğer yandan bunların devletçi politikaların
varoluş biçimlerine benzeyen yöntemlerle yürütülmesine (Buğra, 2003: 455;
İnsel, 2009: 52) rağmen, işsizlik ve enflasyonun aşağı çekilememesi eleştirilir
(Kalaycıoğlu, 1990: 488). Devlet ve özel sektör arasında yoğunlaşan özgül
ilişkilerle vergi indirimini destekleyen ihracatçılar, turizm yarıtımcıları,
ayrıcalıklı kredilerden yararlanan gayrimenkulculer, özelleştirmelerde teklif
veren ihaleciler hepsi birden devlet ve “özel işadamları” arasında yeni ortaya
çıkan ilişki ağının bir parçasını oluşturdular (Buğra, 2003: 461-462). İnsel’e
göre bu, kolay kar ve “işbitirici” zihniyetle sermaye birikiminin üretimle
olanından ziyade ilkel türüne benzeyen ekonomik yağmanın dağıtım biçimidir
(2003: 296). Özetle, bu dönemin devlet-toplum ilişkilerinin ekonomik boyutu;
rantı
istediklerine
paylaştıran
bozuk
bir
mekanizmanın
yönlendirdiği
beklentiler ve tutumlarla şekillenen reform girişimlerinin toplumsal bağlamda
popülizmden ziyade yolsuzlukla şekillenmesi biçimindedir (Buğra ve Keyder,
2006: 212).
Dolayısıyla ANAP hükümeti dönemi, siyasal faaliyetlerin dağıtım
mekanizmasına göre şekillendiği, yani ekonominin siyaseti araçsallaştırdığı
(İnsel, 2003: 296), piyasa oyununun kuralları için tahminedilebilir bir çevrenin
oluşturulamadığı (Sayari, 1996-7: 31) ve devlet müdahalesinin temel niteliği
olarak görülen keyfiliğin ortadan kalkmadığı (Keyder, 2004a: 68) için
eleştirilir. Buna göre, siyasal iktidarın sermaye sınıfı içinden bazı gruplara
yönelik ayrıcalıkları nedeniyle bu sınıfla arasında “rasyonel bir uzlaşı”nın
olmadığı ve işadamlarının piyasa mekanizmalarına güvenle yaklaşamadığı
(Buğra, 2010) Weberyan zayıf devletle karakterize yönetsel kapasitesinin ve
özerkliğin başarılamadığı bir dönem olarak ifade edilebilir. Devletin göreli
özerkliği başlangıçta yapısal uyum programının uygulanması ile tutarlılık
199
halindeyken sonrasında, patronaj politikalarıyla hem ekonomik reformların,
hem de demokratikleşmenin sağlamlaştırılması tehlikeye atılmıştı. Neoliberal
yeniden yapılanma programına rağmen, siyasi rasyonelitenin piyasa
rasyonalitesinin önüne geçmesi, uzun dönemli gelişmeyi sağlayacak devlet
reformlarının önünün kesilmesine neden olduğu için patrimonyal devletin
sürekliliği sözkonusudur bu yazarlara göre.
Görüldüğü gibi gerek siyaset merkezli, gerekse ekonomik unsurların
da dahil adildiği her iki eğilimde de çelişkiler bürokrasi ve burjuvazi arasına
konulduğundan bütünsel olarak sınıf ilişkileriyle siyasi projeler arasındaki bağ
kurulamamaktadır.
arasındaki
Devlet-toplum
mücadele
biçiminde
ilişkilerinin
burjuvazi
ve
bürokrasi
okunması,
özel
sermaye
birikimini
engelleyenlerin devletçilik projesinin taraftarları olduğu düşünülen bir grup
bürokrat olarak görülmesiyle sonuçlanmaktadır (Boratav,1991: 17). Bu
anlamda, 1980 askeri müdahalesinin ardından gelen süreç, devletin
toplumsal sınıflar karşısında özerkliğini sağlayıcı kurumların yaratılması
sürecidir. Yani ekonomik anlamda devletçi ve otoriteryan çıkarların
ertelenmesi, ulusalcı ideolojinin kendini donuklaştırmasının (Keyder, 2004a:
66) sonucu olarak bürokratik otoriter devletçiliğe karşı sivil toplumun
mücadelesi olarak yorumlanmaktadır. Çünkü neoliberal kavrayışta güven
eksikliğinin ya da belirsizliğinin kaynağı serbest piyasa mekanizması değil,
‘güçlü devlet geleneği’ne özgü keyfi uygulamalar olarak yorumlanmaktadır.
III. Ekonomik krizlerin siyasetten kaynaklandığı anlayışına göre 1990’lı
yıllar ise 1991 seçimleri sonunda tek parti döneminin reform stratejisinin
uyumunun
kaybolduğu,
yönetilemeyen
döngüsel
“iki
parti
ekonomik
sisteminin”
krizlerle
parçalanmasıyla
(Sayari,
1996-7:
da
31)
karakterizedir. Türkiye siyasetine özgü toplumsal ilişkilerin düzenlenme
biçiminin ürettiği yolsuzluk ve devletin zayıf yönetsel kapasitesinin neden
olduğu şeffaflığın, hesapverebilirlik yokluğu ve demokrasi açığı (Keyman ve
Koyuncu, 2005: 106; Öniş, 2009: 3) krizlerin temel nedeni olarak
görülmektedir. Yani krizlerin nedeni sadece ekonomik değil, aynı zamanda
devletin
yönetsel
kapasitesinin
zayıflığının
neden
olduğu
kurumsal
çöküşlerdir (İnsel, 2003: 296). Böylesi bir yapılanmada, yüksek yolsuzluk
200
sırasında
borç
birikiminin
kamu
bütçesinin
sınırını
aştığı,
hükümet
harcamalarının yarısının faiz ödemelerine ayrıldığı ve buna bağlı olarak
imzalanan IMF stand-by anlaşmalarında faiz ödemeleri için amaçlanan
artı’nın toplumsal maliyetinin yüksek olacağından sözedilir (Buğra ve Keyder,
2006: 212).
Ekonomik krizlerin yanı sıra 1990 sonrasında bir diğer dikkate değer
konu, yükselen Kürt hareketi ve siyasal İslam’a karşı askeriyenin, bu iki
konuda, kendini “demokratik” ve “seküler” Türkiye’nin garantörü olarak
görmesiyle siyasete yaptığı müdahaledir (Heper, 2002: 76). Heper, bir
yandan askeriyenin siyasal islamı, “seküler” ve “demokratik” devlete tehdit
olarak görmesini güçlü devlet-zayıf toplum geleneğinin bir sonucu, yani
bürokratik elitlerin halen siyasal elitlere yeterince güvenmemesi olarak
görürken (2000: 647), öte yandan askeriyenin kesin bir müdahaleden önce
anayasal yaptırımlar yoluyla yasal çerçevenin uygulanması için hükümete
baskı ve demokratik güçleri harekete geçirme (Heper ve Güney, 2000: 647)
yolunu seçtiğinden söz eder. 28 Şubat 1997 sürecinde kamuoyunda
meşruiyet oluşturmak için gazateciler, üniversite rektörleri, yüksek bürokratlar
ve akademisyenlerle birlikte sermaye grupları ve işadamalarından oluşan
(Heperve Güney, 2000: 646; Heper, 2002: 77; Barkey, 2000:103) sivil toplum
örgütlerinin desteğini aldığını belirtir. Ancak ekonomi-siyaset/burjuvazi-elitler
gibi ikilikler üzerinden yaptığı analizi ile toplumun önemli çıkar gruplarının
desteğini
aramasını,
değerlendirdiğinden
sivil
bu
toplumsal
bir
grupların
güç
(2000:
refahyol
646)
olarak
hükümetinden
memnuniyetsizliklerini açıklamalarını da belirtmesine rağmen toplumsal
ilişkilerin mücadele alanı olarak devleti kavrayamaz.
Öncellerine kıyasla daha ılımlı/uyumlu, muhafazakâr bir demokratik
parti içinde siyasal islamın dönüşümünü temsil eden, Anayasa’nın seküler
ilkeleriyle yeniden uzlaşmayı amaçlayan ve 2002 seçimlerini alarak tek parti
hükümetini kuran AKP’nin ideolojik farklılığının temel nedeni, 28 Şubat süreci
ve sonrasında ardılı siyasal partilerin kapatılması olarak değerlendirilir
(Özbudun, 2006: 547). Etkili olmakla birlikte tek başına yeterli olmayan bu
nedenin
yanı
sıra,
1999-2002
koalisyon
hükümetinin
2001
krizini
201
yönetememesi, AKP hükümetinin IMF stand-by anlaşmaları ve AB uyum
sürecinde Kopenhag Kriterleri gibi yasal ve siyasal sistemin yeniden
yapılanması konusunda gösterdiği güçlü siyasal isteğin (İnsel, 2003: 297299; Heper, 2005: 37) geniş sivil toplum örgütlerinden, özellikle sermaye
gruplarından, aldığı destekten sözedilmez. İnsel (2003: 295) ve Özbudun
(2006: 548)’un da vurguladığı gibi; AKP tıpkı Özal’ın ANAP’ı gibi sosyolojik
ve siyasal olarak oldukça heterojen bir kombinasyonu içermesiyle orta sınıfı
hedeflemiş ve merkez sağ oyları tekrar bir araya getirmiştir. AKP’nin 2002
seçimlerinde iktidara gelişi, 1980 darbesinden sonra kurulan otoriteryan
rejimden çıkış ve önemli bir siyasal dönüşüm olasılığı biçiminde yorumlanır
(İnsel, 2003: 293-294). Sivil toplum örgütü olarak farklı sosyal talepleri, kimlik
iddiaları ve farklı kurumsal stratejileri temsil eden güçlü üç aktörün, TÜSİAD,
MÜSİAD ve Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (SİAD), ortaya çıkışı bunun
göstergesi olarak yorumlanır. Buna göre ekonomik bakımdan güçlü ve baskın
olan bu gruplar, bu sayede güçlü toplumsal taleplerin dile getirilmesinde,
istikarlı ekonomik ve demokratik yapıların oluşturulmasında ve devletin
kendisini etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim kurumu olarak
dönüştürmesinde önemli rol oynamaya başlamıştır (Keyman ve Koyuncu,
2005: 108).
Dolayısıyla 1980’ler bir yandan, “ulusal kalkınmacı model” döneminin
sona ermesi ve devletin ekonomik alanla ilişkisi bakımından başka bir biçime
evrilmesiyle tanımlanırken, diğer yandan güçlü ekonomik grupların baskısıyla
piyasa ekonomisi için tahminedilebilir bir çerçevenin ve piyasa belirsizliklerini
giderici standartların oluşturulduğu düzenleyici biçimi ile karakterizedir. Bu,
yerel sermaye gruplarının yanı sıra, IMF ve AB gibi iki uluslararası aktörün
yeniden yapılanma sürecini yönlendirmesiyle, devletin dönüşümünde siyasal
istikrarsızlıkların etkisini azaltıcı başka bir evreyi ifade eder. Örneğin, Keyder
1995’de GB’ne katılımı “güçlü devlet geleneği”ni dönüştüren bir unsur olarak
burjuvazinin devlete bağlılığının dönüşmesi anlamında bir dönüm noktası
olarak görür (2007: 202). Siyasal istikrarsızlığı ve tahminedilebilir bir piyasa
çevresinin oluşumunu engelleyen bürokratik elit-siyasal elit kutuplaşmasının
1999 seçimleri sonunda Demirel ve Ecevit gibi olgun, öngörülü siyasetçilerle
202
ve 1999’da AB’ye tam üyelik süreciyle hızlanan demokratikleşme düzeyiyle
aşılabileceği vurgulanır (Heper ve Güney, 2000: 647; Heper, 2002: 82). Daha
liberal ve demokratik bir Türkiye’nin garantisi olarak görülen AB üyelik süreci
ile ilişkili olarak daha küçük, daha etkili ve daha az baskıcı bir devlet için
reformların gerekliliği sıklıkla vurgulanır (Müftüler ve Baç, 2003: 433; Keyder,
2004a: 77; Barkey, 2000: 88). Özellikle 1990’ların ortasından itibaren
yükselen Kürt hareketi ve siyasal İslam konusunda siyasal istikrarsızlığa
neden olabilecek anti-demokratik yönelimlerin ekonomiyi etkilememesi için
hem TÜSİAD, hem de yeni Anadolu burjuvazisinin desteklediği MUSİAD gibi
sivil toplum birliklerinin ekonomik ve demokratikleşme reformlarına desteğin
arttığından sözedilir (Keyder, 2004: 77). Bunun yanı sıra devletin yönetsel
kapasitesinin zayıflığı ve düzenleme eksikliği nedenli krizlerin toplumsal
bölüşüm ilişkilerinde neden olduğu yıkımın giderilmesi için de AB adaylığı
sürecinin bir fırsat alanı sunduğu belirtilir. AB baskısı ile sosyal politika
reformunun gerçekleştirilebileceği umulmaktadır (Buğra ve Keyder, 2006:
213).
Devlet-toplum ilişkilerini özerklik bağlamında değerlendiren yazarların
ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı görüşü, krizleri güçlü
devletin ve onun meşruiyetinin, yani yönetsel kapasitesinin çökmesinin bir
göstergesi olarak değerlendirmektedir. Toplumsal gerçekliğin güçlü devletzayıf toplum/bürokratik elit-siyasal elit gibi ikilikler üzerinden açıklanması,
ekonomik sorunları onun doğasının bir sonucu olarak değil, bundan ziyade
patronaj ağları, yolsuzluk ve popülizm gibi politikaların neden olduğu siyasal
krizlerle görünür olduğunu iddia eder. Yani hem 1994, hem de 2001 krizi
devlet kapasitesinin makro ekonomik istikrarı sağlayamaması olarak
görüldüğünden sonrasında yapılan düzenlemeler, devletin özerkliğini yeniden
kurmasına odaklanmıştır (İnsel, 2003:296; Öniş, 2009: 3).
Bu yazarlara göre, devlet elitlerinin ekonomik ve siyasal hayata yoğun
müdahalesi, merekezileşmiş otoriteryan/despotik kalkınmacı devlet anlamına
gelirken, piyasa için düzenleyici kapasitesini genişleten, aldığı rutin olmayan
kararlarla sivil toplumdaki gruplarla kurumsallaşmış müzakarelerde bulunan
kalkınmacı devlet, yönetsel kapasitesi ile uyumlu içselleşmiş özerkliğe sahip
203
olarak açıklanır (Öniş, 1992: 5). Türkiye’de “işadamları”nın “güçlü devlet”
karşısında bir sınıf oluşturacak özelliklere sahip olamamalarının nedeni
olarak
görülen
sağlayamadığından
merkezileşmiş
eleştirilir
devlet
ise
(Buğra,
içselleştirilmiş
2010).
Devletin
özerkliği
gücünün
otoriteryan/despotik anlamda, tekil müdahalelerde bulunabilmesiyle değil,
kendi hareket biçiminin süreklilik kazanabileceği hem devletin, hem de
toplumun
davranışlarının
sonuçları
için
tahminedilebilirlik
ortamının
yaratılmasına bağlıdır (Keyder, 2007: 188-189). Ancak böylesi bir devlet,
kapitalist üretim biçimine sonradan dahil olmuş ülkelerde, kalkınmanın
gerçekleşmesi için “iş grupları”, “işadamları” ve ekonomi politikasından
sorumlu siyasal elitler arasında kurulacak başarılı bir “işbirliği” ile ekonomik
gelişmenin gerekli koşulunu sağlayabilecektir (Buğra, 2010). Bu bağlamda,
devletin
yönetsel
kapasitesi
ya
da
özerkliği
Weberyan
hukuksal
rasyonaliteyle örtüşecek biçimde; kurallara uygun standartların oluşturulması,
hukukun üstünlüğü, devletin toplumsal güçler tarafından kolonize edilmemesi
ve devletin ayrışmış bir alan olarak kendisi ile toplum arasındaki sınırları
çizebilmesi durumunda söz konusudur.
IV. Görüldüğü gibi 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin analizinde
hakim paradigma içinden eğilimler; siyasetin ekonomiden özerkliği ya da
ekonomi-siyaset ayrımı noktasında yoğunlaşmaktadırlar. Bu yaklaşımlardan
siyaset merkezli olanı, 1980 sonrası politikaları devletin toplumsal sınıflardan
özerkliğinin gerçekleştirilmesi biçiminde yorumlamakta ve güçlü devlet
geleneği kodu’nun toplum lehine dönüşmeye başladığını söylemektedirler.
Devletin yönetsel kapasitesinin kaynak dağıtım mekanizmaları üzerindeki
siyasal denetiminin zayıflığını ise bürokratik davranış kodu’nun halen
sürmekte olduğu biçiminde yorumlamaktadırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisi
üzerinden analiz yapanı ise, siyaset merkezli olanına benzer biçimde devletin
çıkar gruplarınca ele geçirilmesi nedeniyle onun bu gruplara göreli
özerkliğinin olumlu yönlerine dikkat çekmekte, ancak patronaj politikaları ve
yolsuzluk gibi siyasal istikrarsızlıklara yol açıcı yönelimleri yüzünden bunun
gerçekleşmemesini güçlü devlet geleneğine dayandırmaktadırlar. Bu gruptaki
yazarlar, ayrıca bir sonraki bölümde daha ayrıntılı üzerinde durulacağı gibi
204
devletin otoriteryan niteliğindeki artış ve sosyal politikalara ilişkin emekçi
sınıflar
aleyhine
eleştirmekte
ve
düzenlemeleri
bunların
nedeniyle
devletin
yönetsel
1980
sonrası
kapasitesini
politikaları
zayıflattığını
dolayısıyla göreli özerkliğin başarılamadığını vurgulamaktadırlar.
Dolayısıyla Türkiye’de Osmanlı’dan miras bir “güçlü devlet-zayıf
toplum” geleneğinin siyasal kodları oluşturduğu düşüncesindeki liberal
yaklaşım içinden her iki eğilim de devleti ve toplumu bağımsız var olan
olgular olarak gördüklerinden devletin göreli özerkliği olgusunu sıklıkla
vurgulamaktadırlar. Boratav’ın da belirtiği gibi bunun nedeni, devletin
toplumsal sınıflardan ve mücadelelerden bağımsız olarak yönetmesi gerektiği
(1991: 17), yani Weberyan anlamda ekonominin teknik bir alanın konusu
olduğu düşüncesidir. Ekonomik alan; toplumsal bütünün fiziksel yeniden
üretimini garanti eden teknik bir düzey iken, siyasal alan; devletin düzenleyici
işlevi gereği ‘göreli özerklik’i ifade eder. Bu, aynı zamanda bireysel öznelerin
üretim aracı sahibi olup olmamalarını ve üretim aracı sahibi olmayanların
emek gücünün sahibi olduklarının da belirlendiği düzeydir. Devletin göreli
özerkliğinden kaynaklanan sınıflar üstü konumu sayesinde düzenleyici işlevi
ile homojen olmayan sermaye sınıfının farklı çıkarlarını koruyabilecek, emek
sınıflarını da kontrol altında tutabilecektir. Böylece, bir toplumsal sınıf olarak
algılanan
bürokratik
elitler’in
burjuvazinin
ekonomiyi
etkilemesine,
yönlendirmesine ve biçimlendirmesine engel olması önlenebilecektir.
Devleti toplumsal sınıflara tarafsız ve onların üzerinde bir yerde gören
liberal yaklaşım içindeki farklı eğilimlerin yanı sıra, neoliberal politikaların
piyasanın devletin egemenlik ve ulusal özerkliğini yitirmesine yol açan
iktidarını olanaklı kıldığını vurgulayan devlet merkezli yaklaşım da benzer
yöntemsel kavrayışla ekonomi-siyaset, piyasa-devlet gibi ikilikleri karşıt
toplumsal olgular olarak konumlandırmaktadır (Yalman, 2002: 318; Burnham,
2003: 104-105).
Benzer
yöntemsel
kaynaktan
beslenen
yapısalcılık
esinli
bu
yaklaşımların ortak noktası, devlet ve toplumu daha geniş ve temel toplumsal
ilişkiler bütününün birer parçası olarak kavramsallaştıramamalarıdır. Örneğin
liberal yaklaşım içinden daha eleştirel olanının çıkış noktası, sistemin
205
bütünsel-ilişkisel bir değerlendirmesinden ziyade tek tek girişimciler yani
kapitalistlerdir. Bu çalışmalarda özne ya da bireyin içinden geçtiği toplumsal
ilişkileri ifade eden kapitalizm ve kapitalist kavramlarının (Ercan, 2009: 16)
yerine, “işadamları”, “girişimciler” gibi ifadeler kullanılır. Belirgin örnekleri Oniş
(1992) ve Buğra (2010)’nın çalışmalarından izlenilebilen bu analizlerde,
“işleyen çarklar”dan değil, tekil işadamlarının devlet müdahalelerinin neden
olduğu belirsiz piyasa koşullarında düştükleri güçlüklerden sözedilir.
Özellikle İnsel (2009)’in çalışmalarında örneklerini bulabileceğimiz 1980
öncesi birikimin farklı bir biçimi “ulusal kalkınma” politikası ‘devletçilik’ ise
ekonomik kalkınma işleviyle değil toplum ve birey üzerinde tahakkümünü
sürdüren bir araç olarak kavranmaktadır.
Liberal yaklaşım içinden başka bir örnek, her iki eğiliminde askeri
müdahaleleri Osmanlı’dan miras patrimonyal devlet geleneğinin bir kodu,
yani kendilerini toplumda tek meşruluk kaynağı olarak gören bürokratik
elitlerle-siyasal elitler arasındaki mücadelenin sonucu olarak görmeleridir.
Toplumsal
mücadeleleri
müdahaleleri
toplumsal
elitler
sınıf
çatışmasına
ve
sınıf
indirgeyen
güçlerinin
bu
kavrayış,
karşısında
değerlendirdiğinden (Savran,1987:156), bürokrasiyi burjuvazinin karşısında
değerlendirmekte ve farklı sınıf ve sınıf dilimleri arasındaki mücadelelerin
alanı olarak devleti kavrayamamaktadır. Oysaki 1960 askeri müdahalesinden
sonra devlete biçimini veren ithal ikameci kalkınma stratejisinin bürokratik
elitlerce desteklenmesi (Keyder, 1987: 120), 1961 Anayasası’nın Çift Meclis,
Anayasa Mahkemesi, güçlü Danıştay gibi kurumlarıyla kırsal çoğunluğa
dayalı bir iktidarın79 yeniden kentsel azınlık üzerinde hakimiyet kurmasına,
özel olarak da sanayi burjuvazisinin çıkarlarına aykırı davranmasına engel
olmaya yöneliktir (Savran, 1987: 148). 1980 müdahalesine giden süreçte
derinleşen emek-sermaye çelişkisine karşı alınan önlemlerin
hayata
geçirilmesinin otoriter-baskıcı bir siyasal rejimi gerektirmesi, 28 Şubat 1997
79
Kırsal çoğunluğa dayalı bir iktidar olarak DP hükümetinden sözedilmektedir. Bilindiği üzere 1960
askeri müdahalesi, DP iktidarının sonu ve siyasal temsilcilerinden bazılarının idam edilmesiyle
sonuçlanmıştı. MGK ve Cumhurbaşkanlığı Kurumu ise kentsel koalisyonun etkili unsurları olarak
TSK’nın güçlü bir denetim yetkisine sahip olmasını sağlayan araçlardır. Bu önlemler sayesinde
partilerin üzerinde kırsal bölgelerin etkisini azaltılarak kentsel çıkarların ve en başta da sanayi
burjuvazisinin siyasal yaşamdaki etkisi güçlendirilmiştir (Savran, 1987: 148).
206
sürecinde hükümeti düşürme faaliyetlerine TİSK, TOBB80 ve TÜSİAD gibi
burjuvazinin örgütlerinin ve politik temsilcilerinin verdiği destek (Savran,
2004: 38), burjuvazinin neden askeri darbeyi desteklediğini açıklamaktadır.
Özellikle
1980
askeri
müdahalesine
giden
süreçte,
artan
sınıf
mücadelelerinin devletin yönetsel kapasitesini ve devlet aygıtlarının uyumunu
bozarak siyasal istikrarsızlığa neden olmasının uygulanmak istenilen yeni
ekonomi-politik siyasal stratejinin biçimlenmesini engellemesi, müdahale
çağrılarını güçlendirmiştir. Ekonomik krizlerin nedeni olarak siyasal krizlerin
gösterilmesi de müdahalenin gerekçelerinden biri olmuştur. Oysa ekonomik
krizlerin siyasal krizleri takip ettiği anlayışının aksine, krizlerden sonraki
önemli politika değişiklikleri ya da yapısal dönüşümler, sermayenin yeniden
yapılandırılmasının gereği ile ilgilidir. Çünkü yeniden yapılanmanın zorunlu
olarak ekonomik ve siyasal biçimlerinin varlığı kriz’in, yani kapitalizmin
dönemsel krizlerinin, ekonomik ya da siyasal bir kriz değil, sermaye ilişkisinin
bir krizi olduğunu, yani bu ilişkiye ilişkin çelişkilerin kaçınılmaz kıldığı bir kriz
olduğunu ifade etmektedir (Holloway ve Picciotto, 2004: 163). Clarke’in
ifadesiyle;
“Emekçi sınıfın sermayenin iktidarına meydan okuyuşu, devletin sivil
toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan okuyuşa dönüştüğünde
devlet biçiminde bir kriz ortaya çıkar ”(1992: 148).
Yalman’ın da ifade ettiği gibi ağırlıklı olarak büyük sanayi burjuvazisi 81, ve
askeriye başta olmak üzere Türkiye devletinin belirli unsurlarının işçi sınıfının
ve öğrenci hareketinin gittikçe militan kısımlarını demokratik devlet biçimi
çerçevesinde kontrol altında tutamayacaklarına ilişkin endişeleri belirleyici
olmuştur (2004: 65; Boratav, 2007: 148). 1980 müdahalesinin hemen
ardından burjuvazinin çıkarlarını özerkleşmiş devletin çıkarları karşısında
ikincil konuma itmek değil, gerek yabancı finans çevrelerine, gerekse yerli
80
1969’da TOBB’un başkanı olan Erbakan başkanlığındaki RP-DYP hükümetinin 28 Şubat sürecinde
düşürülmesinde TOBB aktif bir rol üstlenmişti. www.zaman.com.tr 04.05.2002
81
1980 sonrasında emek ücretlerinin, tarımsal desteklerin azaltılmasının bizzat burjuvazinin talebi
olması, burjuvazinin askeri müdahaleye neden ses çıkarmadığını açıklar. Askeriyenin sınıfsal
dengelerin yeniden kurulduğu siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma dönemlerinde üstlendiği kritik
rolle ilgilidir bu (Yalman, 2004; Savran, 2004).
207
burjuvaziye yapısal uyum programına devam edileceği konusunda güvence
vermek olmuştu82 (Yalman, 2004: 63).
Türkiye siyasetindeki dönüm noktalarının “güçlü devlet” tarihsel mirası
ve sürekliliği karşısında görünmez olduğu bu yaklaşımların temel sorunsalı,
Türkiye’de sermayenin devlet tarafından yaratıldığı görüngüsü ve bunun
tarihsel mirasının devam ettiği özgül durumundan (Güngen, 2006) açıklama
yapmalarıdır. Bu açıklama tarzı, kuşkusuz sermaye birikim sürecinin
dönemler arasındaki bütünselliğinden kaynaklanan süreklilikleri ya da
geçişkenlikleri ile her bir dönemin farklılık ya da özgünlüklerini, dünya
ölçeğinde kapitalist sermaye birikiminin eğilimlerini göz önüne alan eleştirel
bir bütünsellik içinde yapılmamaktadır (Türkay, 2006: 33). Oysa toplumsal
ilişkiler sisteminin bir biçimi olarak kapitalizm, kendini kurmaya başladığı
andan itibaren, içinde yer aldığı ilişkiler sistemini/düzeneklerini farklı
düzeylerde sürekli olarak değiştirmektedir. Bu nedenle, kapitalizmi bir ilişkiler
ve bu ilişkilerin zaman içinde biçimlenerek oluşturduğu dinamik düzenekler
üzerinden açıklamak gereklidir (Ercan, 2009: 17).
Benzer biçimde devlet merkezli yaklaşım da sistemin geniş yapısal
dinamikleriyle ilişki kurmadan analiz yapmaktadır. Neoliberal programın
öngördüğü serbest piyasa sistemi, sınıf dinamiklerine bakılmadan sermaye
birikimi vurgusu ile açıklanmaya çalışılır. Krizlere yol açan birikim sürecinin
analizi yerine, salt krizlerden sözedilir ve ekonomik sorunların kaynağı bütün
sistemin
82
dinamiklerinden
ziyade,
IMF
ve
DB
gibi
kurumlar
olarak
1971 müdahalesinin önünü kestiği, gelişen sınıf mücadelelerine ve oluşmakta olan sınıf ittifaklarına
karşı “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı” sözü, Vehbi Koç’un 1980 askeri yönetimini
DİSK’e ve öteki “yıkıcı unsurlara” karşı kışkırtmayı hedefleyen mektubu, TİSK’in o günkü
başkanının “Bugüne kadar hep işçiler güldü; şimdi sıra bizde” (Savran, 2004: 29) ifadesi, Koç
Holding’in tüm fikri ve mülkiyet hakları Türkiye’ye ait olacak 500 milyon dolarlık Milli Tank
projesini üstlendikten sonra Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un “Türkiye’nin kendi bölgesinde
lider olması için istikrarlı yönetime, büyüyen ekonomiye ve kuvvetli bir silahlı kuvvetlere ihtiyacı var”
(Ercan, 2009: 15) sözleri, asker-devlet-toplum ilişkilerinin esası hakkında yeterince bilgi sunmaktadır.
Bunların yanı sıra askeriyenin devlet-toplum ilişkilerine özerk olmadığı; “süpergüç” olarak “ulusal
çıkarlar”la ekonomi-siyaset ilişkisi üzerindeki baskıyı meşrulaştırmasına ilişkin benzer çalışmalar için
bkz: (Sakallıoğlu, 1997:154; Ahmad, 2002).
208
algılanır83(Ercan, 2007: 180-1). İthal ikameci sanayileşme döneminde ulusal
burjuvazi ve yerel elitler arasındaki koalisyonun uluslararası sermaye ile
kurduğu para, üretim ve ticari sermaye ilişkileri göz ardı edilir (Ercan, 2007:
184). Bunun yerine Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin dünya ölçeğindeki
kapitalist ilişkilerin sahip olduğu eğilimlerden bağımsız olmadığının, ithal
ikameci evreden, ihracata yönelik olanına geçişinin de sermaye birikiminin
farklı tarihsel koşullardaki gereklilikleri ve zorunlulukları çerçevesinde
kavranması gerektiğinin üzerinde durulmalıdır. Yani sermaye birikiminin
üretim, tüketim, bölüşüm ve kurumsallaşma düzeylerinde dönemsel olarak
farklılaşan pratiklerinin birbirini dışlayan değil, tamamlayan bir özelliğe sahip
olduğu göz önünde bulundurulmalıdır (Türkay, 2006: 33).
Dolayısıyla iktidarın bütün toplumsal belirlenimlerinden bağımsız
olarak kavramlaştırıldığı her iki anlayışta da yöntemsel olarak devlet
müdahalelerinin sınıfsal niteliği görünmez, ya devlete toplumsal sınıflara
özerkliği nedeniyle kalkınmada önemli bir işlev yüklenir ya da piyasa
ekonomisinin kendiliğinden düzenini bozduğu için her şeyin suçlusu ilan
edilir. Her iki durumda da devlet, kendisine ait “özsel amaçları” olan bir özne
olarak kavranır (Güney, 2004: 6, 11; Yalman, 2004: 50). Sınıf merkezli
yaklaşımlar ise yöntemsel olarak yapısalcılık esinli devlet merkezci ve liberal
yaklaşımların ötesine gitmeye çalışır. Ekonomi-siyaset, devlet-sivil toplum
gibi ikiliklere odaklanarak bunların altında yatan sınıf ilişkilerini görünür
kılmaya çalışır. Devlet-toplum, devlet-sermaye, siyaset-ekonomi ilişkilerinin
birbirlerine dışsal kavranmasının, bu ilişkilerin anlaşılmasında içsel olarak
çelişkili sermaye birikiminin ve sınıf mücadelesinin öneminin göz ardı
edilmesine neden olduğuna dikkat çeker (Bonefeld: 1992: 121). Örneğin
sınıf merkezli bir yaklaşımda ücret ve sermaye arasındaki ilişki, sadece
ekonomik bir ilişki olmayıp bu siyasal, ekonomik ve ideolojik düzeyleri olan
toplumsal bir ilişki biçiminde kavranır. Bu düzeylerin birbirlerine kurumsal
ayrılığı, toplumsal ilişkilerde gizlenmekte olup bunların yeniden üretimi
83
Örneğin Somel’e göre, azgelişmiş ülkelerde IMF ve DB politikalarıyla uygulanan reformlar, hem
kalkınmayı kösteklemekte, hem de azgelişmiş ülkelerin iç gelir dağılımını bozarak emekçilerin
sefaletini artırmaktadır (2001:186).
209
üzerindeki mücadelede açığa çıkar (Clarke, 2004: 17). Başka bir ifadeyle,
devlet ile ekonomik alan arasındaki ilişkinin içsel kavranışı, toplumsal
sınıfların mücadele alanı olarak devleti ve daha genel düzeyde üretim
ilişkilerinin bir parçası olması anlamında toplumsal ilişki biçimi olarak devletin
yeniden biçimlendirilmesinin (Güney, 2004: 5, 6) anlaşılmasını sağlayabilir.
Çünkü biçim analizi ile devlet, kendinde bir şey olarak değil, toplumsal
ilişkilerin bir biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak devlet
biçimi ise toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden devleti anlamak için
toplumun anlaşılması bir zorunluluktur.
Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin nasıl hem sermayenin
üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt, hem de tarafsız bir
yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı ise devletin
sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü, onun sınıfsal niteliği ile
ilgili olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir yanılsamaya
yol açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun sınıfsal
karakteridir (Clarke, 2001a: 187, ayrıca bkz: Bonefeld, 1992: 120). Bunu
anlamak için devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim
ilişkileri içinde incelenmesi gerekir. Devletin sermaye ilişkisinin görüntü
düzeyindeki belli bir yansıması olarak anlaşılması bu sayede mümkündür.
Yani devlet biçimi, özerk bir yapı biçiminde değil, gelişen sermaye
biçimleriyle olan tarihsel ilişkisi düzeyinde ele alınmalıdır. Bu biçimin sahip
olduğu kurumsal yapılanmalar, devletin kurumsal gelişimi ve devlet
birimlerinin eylemleri aracılığıyla maddileştirilir. Aygıtın kurumsal gelişimi,
toplumsal ilişkilerin tarihsel gelişiminin dışa vurumundan başka bir şey
değildir (Holloway, 1995: 120; 2001: 254).
Devletin bu biçimde kavranışı, hem devlet merkezci yaklaşımın
finansal ve üretim sermayesi arasında ayrım yapmasına ya da ulusal ve
yabancı kurumlar arasında yaptığı ayrımın eleştirilmesine (Ercan, 2007: 176),
hem de liberal yaklaşımlarca iddia edilen devletin toplumsal ilişkilerden
özerkliğinin bir görüngüden ibaret olduğunun yöntemsel dayanağının
anlaşılmasını sağlar. Örneğin ithal ikameci politikalardan vazgeçilmesi ve
sonrasında serbest piyasaya yönelimin sürekliliği, “siyasal-elitlerin” ya da
210
toplumun devlete karşı bir zaferi olarak değil, toplumsal mücadelenin
büründüğü biçim olarak kavranır. Çünkü bir toplumsal ilişki biçimi olarak
devlet, kendisinin de yeniden üretimini gerçekleştirecek olan kapitalist
ilişkilerin çelişkilerinin bizzat içindedir. Devletin bu çelişkilerin içinde olması
hem kapitalist devletin işlevleri gereği, hem de kendisinin yeniden üretimi ile
ilgilidir (Bonefeld, 1992: 105). Bu çelişkilerin sürekliliği ve her defasında
yeniden kurulması anlamında devletin yeniden yapılandırılması denilen
devlet biçimi değişikliği, bir “modus vivendi”, yani devletin çelişkili toplumsal
ilişkilerin yeniden üretilmesinde bir uğrak olması ve bizzat toplumsal
mücadelelerle belirlenen bir süreç olarak algılanmasıdır (Güngen, 2006: 331
ayrıca bkz: Güney, 2004: 3-4). Çünkü sermeyenin yeniden üretiminin önüne
çıkan engeller, devletin yeniden üretiminin ve onun kendisine biçilen görevleri
yerine getirme becerisinin önündeki engeller olarak görünürler. Devletin
sermeyenin yeniden üretimine olan bağlılığı ise burada basitçe sermayenin
mantığına göre belirlenen bir şey olmayıp, sermayenin yeniden üretiminin bir
uğrağı olarak aynı zamanda sınıf mücadelesinin de bir uğrağı olması, yani
devlet biçimlerinin bu mücadelenin bir nesnesi olması anlamındadır (Clarke,
2001: 195). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da
sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti
eden biçimler olarak anlaşılır (Bonefeld, 1991: 40).
Dolayısıyla devletin yeniden yapılandırılmasında egemen eğilimlere
yönelik eleştirel bir değerlendirme, devlet tartışmasında sınıf mücadelesini de
içeren bir çözümlemeyle birlikte yapılmalıdır. Tarihsel ve toplumsal düzeyde
siyaset ve ekonomik alan arasındaki ilişkilerin yeniden biçimlendirilip
tanımlanması sürecini ifade eden yeniden yapılanmanın bu biçimde
kavramsallaştırılması, devlet-toplum ilişkilerinin ilişkisel ve bütünlüklü bir
analizini mümkün kılacaktır. Başka bir ifadeyle, sınıfsal ilişkilerin dahil
edilmediği
bir
çözümleme,
ister
devlet
merkezli
yaklaşımlarda
müdahaleciliğin yüceltilmesi ister liberal yaklaşımlarda olduğu gibi devlet
müdahalesinin toplumun gelişememesinin önündeki en önemli engel olarak
tanımlanması olsun, nihai olarak devletin sınıfsal karakterinin görünmez
kılınmasına neden olur (Güney, 2004: 3-4; Güngen; 2006, 346). Sınıf
211
merkezli bir yaklaşım, devlet müdahalesinin değişen biçimlerini kapitalist
devletin sınıf karakteri temelinde ve ilişkisel bir şekilde açıklama gücüne
sahiptir. Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet
gibi sürekli dönüşen biçimlerini, devletin yeniden otoriterleşmesi ya da refah
işlevlerini genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklama olup
neden otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakmaktadır.
BEŞİNCİ BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİ
Kapitalist toplumsal biçimin emek-sermaye/devlet-toplum/ekonomisiyaset gibi temel kategorileri arasındaki ilişkilerin neoliberal yeniden
yapılanma sürecini sekteye uğratmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi,
dönüşümün ekonomi-politik yanıyla olduğu kadar toplumsal düzeyi ile de
ilgilidir. Emek örgütlerinden siyasal partilere kadar ekonominin yönetimine
müdahil olabilecek olası bütün siyasal faaliyetlerin yasaklandığı askeri
müdahale
sonrası
ilk
aşama,
neoliberal
ekonomi
politikalarının
uygulanabilmesi için uygun bir ortam oluşturmuştu. “Demokratikleşme”
reformlarına sivil toplumun önemli parçası sermaye gruplarından yoğun
desteğin geldiği sonraki aşamada ise ekonominin yönetimi teknikleştirilerek
“devletin
nötrlüğü”
çerçevesinde
siyasal
müdahalelere
kapatılmaya
çalışılmıştır. Bu süreç, politik özneler olarak toplumun belirli kesimlerinin
siyasal karar alma süreçlerinin dışında bırakılması anlamında apolitizasyon
ve özellikle 1990 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin karar alma
süreçleri ve uygulamalarının siyaset dışıymış gibi gösterilmesi anlamında da
depolitizasyon ile karakterizedir84. Devlet tartışması bağlamında ciddi
sonuçları bulunan bu sürecin meşruiyetini ise “politize” bir toplumda, devletin
toplumsal sınıflara özerkliğinin ortadan kalkacağı ve sınıflar üzerinde
nesnel/tarafsız görünümünün kaybolacağı gerekçesiyle özerkliğini tekrar
kazanması
söylemi
oluşturmaktadır.
Bu
anlamda
apolitizasyon
ve
depolitizasyon süreci, siyasal iktidarların yeni ekonomi politikalarını başarılı
bir şekilde uygulamaları ve bunları yaparken de “popülist” olmayan
politikaların sonuçlarından korunmaları noktasında işlev görür. Apolitizasyon
84
1980 sonrası neoliberal dönüşüm politikalarının analizine ilişkin öne çıkan çalışmalarda
“apolitizasyon” ve “depolitizasyon” kavramları sıklıkla birbirlerinin yerine kullanılırken; süreç daha
çok “depolitizasyon” kavramına başvurularak açıklanmaya çalışılmaktadır. Örneğin, Burnham (2001;
2003; 2006 ; Kettle, 2008) iki kavram arasında ayrım yapmamakla birlikte, genel olarak neoliberal
ekonomi politikalarına ilişkin karar alma süreçlerinin ve uygulamalarının politika dışıymış gibi
gösterilmesini betimlemek ve açıklamak için kullanır. Bizim çalışmada ise çalışmanın teknik seyri
gereği, askeri müdahaleden 1990’lara kadar ki süreç; kitlelerin siyaset dışı bırakılması anlamında
“apolitizasyon”, yapısal uyum politikalarının yoğunlaştığı 1990 sonrası süreç ise siyasal karar alma
süreçlerinin politikanın dışındaymış gibi gösterilmesi anlamında “depolitizasyon” süreci ile ifade
edilmiştir.
213
süreci ile toplumun belirli kesimlerinin faaliyetleri dar ekonomik çıkarlarla
sınırlanabilecek, depolitizasyon ile de ekonominin yönetiminin sorumluları
görünmez kılınabilecektir. Toplumun büyük bir kısmının siyaset dışında
bırakıldığı bu sürecin yerel ve bununla ilişkili uluslararası niteliğine dikkat
çeken Burnham (2001: 129), yerel düzeyde demokratikleşme, yerelleşme,
yönetişim ve katılım söylemi ile meşruiyet kazandırılan bu sürecin, daha
geniş seviyede uluslararası politik ekonominin kurallarının yerleşmesine
yönelik düzenlemelerin gerçekleşmesi ile karakterize olduğunu belirtmektedir.
Başka bir ifadeyle, neoliberal ekonomi politikaları bir yandan “güvenirlilik” ve
“tahminedilebilirlik” adına “evrensel” piyasa normlarını zorunlu kılarken, diğer
yandan da bunlar, toplumsal düzeyde “evrensel” burjuva demokratik değerleri
olarak sunulmakta ve gerçekte olanın üzerini örten bir süreç olması
anlamında ideolojik mobilizasyonun etkili biçimleri olarak durmaktadır.
Bunun Türkiye’deki görünümüne gelince; 1980 sonrası neoliberal
dönüşüm
politikalarının,
dönüşümün
toplumsal
düzeyi
bakımından
apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerini hangi düzeylerde etkilediğinin
anlaşılması şu temel sorular etrafında çözümlenebilir.
-Bütün siyasal faaliyetlerin yasaklandığı 1980 askeri müdahalesi sonrasında
büyük burjuvazi neden faaliyetlerine devam edebildi? 1990’lara gelindiğinde,
28 Şubat sürecinde büyük burjuvazi neden önemli bir aktör oldu?
-Müdahale sonrası büyük burjuvaziyi temsil eden sivil toplum örgütünün
siyasal karar alma süreçlerine olan etkisinin aksine, emek sendikaları ve
siyasal partiler gibi sivil toplum bütününün diğer unsurlarının siyasetin dışında
bırakılması
“sivil
toplum”
söyleminin
yüceltildiği
bir
dönemde
nasıl
açıklanabilir?
-1980 askeri müdahalesinin ardından faaliyetine devam edebilen tek sivil
toplum örgütü olarak TÜSİAD, ve 1990’larda yükselişe geçen Anadolu
burjuvazinin temsilcisi MUSİAD neden 1990’ların sonundan itibaren AB’ye
üyelik sürecine ve demokratikleşme reformlarına yoğun destek vermeye
başladı?
214
-Özellikle 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinden sonra ekonomik kararalma
süreçlerinin teknikleştirilerek siyasetten bağımsızlaştırılmasının toplumsal
güçlerin bu kararları etkileme düzeyi üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?
5.1. APOLİTİZASYON SÜRECİ: ‘SİYASETİ BASKILAMA SANATI’
Devlet merkezli yaklaşımın ‘devletin geri çekilmesi’, ‘devletin içinin
oyulması’ gibi devletin işlevlerinin zayıfladığı yanılsamasını farklı biçimde
tekrarlayan liberal anlayışın, devlet-toplum ikiliğini demokratikleşmenin ön
şartı olarak görmesi, açıklama nesnesi olarak devletin alınması ile ilgilidir.
Nihai olarak her iki yaklaşım da devleti toplumsal ilişkilerin uzağında/üzerinde
bir yere koyarak onun politikalarının ve faaliyetlerinin meşruiyetini ve
nesnelliğini vurgulamaktadır. Devletin toplumsal güçlerden özerkliği, onun
toplumsal güçlerin hedefi olmaktan da çıkarılması anlamına geldiğinden,
siyasal
iktidarların
depolitizasyona
bir
yönetim
başvurmaları,
stratejisi
esasında
olarak
devlet
apolitizasyona
yöneticilerinin
ve
önemli
ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde kontrolü ele almaları ve bunu
sürdürmek istemeleri nedeniyledir. Başka bir ifadeyle, emek üzerinde artan
sermaye mücadelesinin neden olduğu sınıf çelişkileri sürerken, siyasal
iktidara
başarı
görünümü
kazandıracak
biçimde,
popülist
desteğin
sürdürülmesini sağlayacak politikalar için tercihlerin oluşturulmasıdır. Başka
bir ifadeyle, yerel siyasal meşruiyetin altını oymaksızın sermayenin
tercihlerine göre davranabilme kabiliyeti, bir yönetim stratejisi olarak
apolitizasyon ve depolitizasyonda bulunmaktadır(Rogers, 2009: 636). Bu
bağlamda Buller ve Flinders apolitizasyon ve depolitizasyon stratejisinin
“tarafsızlık” ve “nesnellik” iddiasındaki siyasal iktidarlar için hem piyasa
aktörlerini hem de diğer toplumsal kesimleri kapsayan iki faydasının
olduğunu söylerler. Buna göre, ekonomi politikası oluşturmanın güvenirliliği
konusunda bir yandan piyasa beklentileri olumlu yönde değişirken, diğer
yandan politikacıların kapasitelerine kamunun güveni artacaktır (2005: 526).
Siyasal iktidarın politika başarısızlıklarının olumsuz sonuçlarından kendisini
yalıtması,
yani
popülist
olmayan
politikalar
konusunda
sorumluluk
yüklenmemesi, seçim desteğini kaybetme olasılığına rağmen emek ve
215
sermaye ilişkisi üzerinde finansal disiplini sağlayabilmesi ile ilgilidir (Burnham,
2001: 137). Ancak, kuramsal açıdan apolitizasyon ve depolitizasyon
kavramları biçimsel anlamlarında göründüğü gibi, “siyasetin siyasal bir
uzaklaşmasını”, yani “..ekonomik ve toplumsal alanlardan siyasetin doğrudan
uzaklaşmasını temsil etmez” (Burnham, 2001: 136). Aksine, siyasetin
apolizasyonu ve depolitizasyonu, oldukça yüksek bir siyasal yönetim stratejisi
(Kettell, 2008: 631), ‘ideolojik mobilizasyonun’ özgül etken bir biçimi olarak
anlaşılmalıdır (Burnham 2001: 129). Depolitizasyon politikası, özgürlük
sözcüğü olarak çizilen ‘liberalizm’in bütün kontrollerinden serbestleşmesini
sağlamak için ‘düzenleme dışı bırakma’ ve onun ekonomik belirlenimlerini
garanti etmeyi amaçlayarak vatandaşların buna boyun egmelerini amaçlar
(Bourdeiu: 2002: 31).
Bu kısa teorik girişten de anlaşılacağı gibi çalışmanın bu kısmı,
Türkiye
özelinde
neoliberal
ekonomik
programın
belgesi
olarak
nitelendireceğimiz 24 Ocak “ekonomik-istikrar” kararlarını izleyen 1980 askeri
müdahalesinin ve bu izleyen sürecin bu kararların uygulanmasına ilişkin
siyasal ve toplumsal ortamın oluşturulmasına yönelik düzenlemelerini
içermektedir. Bu düzenlemeler; anayasal ve kurumsal düzeyde ilkin bu
kararlara muhalefet edebilecek bütün toplumsal güçlerin siyasetin dışında
tutulması biçimindedir. Burjuva ekonomik çıkar birliklerini de ifade etmesi
anlamında sivil toplum kavramının devlet-sivil toplum ikiliği bağlamında
yüceltilmesi ise, toplumsal güçlerin önemli bir kesiminin siyasetin dışında
tutulduğu böylesi bir dönemde, “evrensel” burjuva demokratik değerlerinin
yerleştirilmesi anlamında neoliberal dönüşümün meşruiyeti bakımından önem
oluşturmaktadır. Bu nedenle çalışmanın bu bölümü, toplumun büyük bir
kesiminin siyasal karar alma süreçlerinin dışında tutulması ile eş zamanlı
olarak sivil toplum bütünü içinden burjuva ekonomik çıkar birliklerinin, yani
burjuvazinin “demokratikleşme” sürecindeki etkisinin söylemsel düzeyde
yüceltilmesinin
amaçlamaktadır.
ne
anlama
geldiğine
ilişkin
bir
değerlendirmeyi
de
216
5.1.1. Siyasetin Siyasal Süreçlerin Dışında Tutulması
1980 askeri müdahalesi sonrası Anayasa ve ona bağlı yasal
düzenlemelerle, “zayıf” siyasal ve toplumsal sistemin tümden yeniden
yapılanmasını amaçlayan askeri rejim ve onu izleyen sivil yönetimler, önceki
dönemin “eksikliklerini” elimine etmek için “daha durağan”, “daha az kutuplu”
ve “daha az siyasal” olan bir düzen kurmayı amaçladılar (Barkey, 1990: 187).
Toplumun devletin otoriter kontrollerinden göreli ‘özgürleşmesi’ne dayalı
yapısının neden olduğu politizasyonunun ekonomik istikrarsızlığa neden
olduğu görüşü, yeni düzende dernek kurma, gösteri, toplantı, yürüyüş ve
siyasal katılım gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıyla ekonominin
yönetimine toplumsal süreçlerden gelebilecek olası direncin engellenmesini,
Ahmad’ın ifadesiyle “siyasetin siyasetçilerden ayrılışı”nı, (1985: 214)
gerektirmekteydi. Başka bir ifadeyle, politize dönemin siyasal partilerinin
popülist politikalar için rekabetinin “aşırı” siyasal amaçlarla karakterize olması
yüzünden genişleyen bürokratik kamu sektörünün etkili ve etkin yönetimi için
devletin toplumla olan ilişkisinin yeniden yapılanması gerekliydi (Kettell,
2008: 632). Bu anlamda ekonominin yönetiminin doğrudan kontrolünü artık
yapamadıkları iddia edilen politikacıların manevra alanının kolaylaşması ve
bu sayede hükümet politikalarının istenmeyen sonuçlarına karşı herhangi bir
sorumluluk üstlenilmemesi anlamında bir siyaset biçimi olarak depolitizasyon;
“…politika yapmanın kredibilitesini ve etkililiğini hesaba katarak popüler
olmayan politikaların sonuçlarından hükümete-siyasete kalkan olma
işleviyle” piyasa umutlarını etkilemeyi amaçlar” (Burnham, 2001: 127).
Toplumsal güçlerin geniş ve önemli kesiminin, yani sivil örgütlenmenin önemli
bir kısmının faaliyetlerinin sınırladırılması anlamında apolitizasyon, politik
konulara ilginin azalmasına, politik yabancılaşmanın yükselmesine ya da bu
kesimin çeşitli siyasal araçlarla siyasetin dışında bırakılmasına hizmet eder
(Kettell, 2008: 635).
Türkiye özelinde siyasetin öznelerinden koparılışı, ilk aşamada
apolitizasyon
süreci
ile
bütün
siyasal
faaliyetlerin
durdurulması
ve
yasaklanması ile sonraki aşamalarda ise devlet-sivil toplum ikiliği bağlamında
ekonominin yönetiminin her türlü toplumsal ve siyasal sürecin uzağında
gerçekleştiği depolitizasyon süreci ile somutluk kazandı. Siyaset dışıymış gibi
217
görünümüyle devletin nötrlüğü çerçevesinde yeni bir kamusal algılamanın
kurulmasını amaçlayan bu süreç, aynı zamanda emeğin kontrolünün
farklılaşan biçimlerine de işaret etmektedir. Bu anlamda 1980 askeri
müdahalesinin siyasal hayatı donduran otoriter siyaseti; emek sendikaları,
üniversiteler, siyasal partiler ve profesyonel çıkar birlikleri gibi toplumdaki
baskı gruplarının özellikle de emek hareketinin özgül yasalarla kontrol altına
alınmasına yönelik önlemlerle biçimlendi. Askeri müdahaleden iki gün sonra
MGK’nın anti-demokratik kararları gereği, “militan” öncü işçilerin tutuklandığı,
işten atılmaların yoğunlaştığı, kara listelerin oluşturulduğu, grev ve lokavtın
yasaklandığı, sosyal hakların ve kıdem tazminatının kaldırıldığı, toplu
sözleşmelerin, iş güvenliğinin, sosyal güvenliğin ve sağlık sigortasının
ertelendiği, tatil günlerinin kısaltıldığı bir ortamda üç aydır grevde olan 50.000
işçiye grevi dağıtmaları, sonra da işlerinin başına dönmeleri emredildi.
Hükümete bağlı sendikal faaliyet içinde olan Türk-İş’in birçok emek
konfederasyonunun devamına izin verilmesine rağmen, DİSK ve askeri
rejimin sağ-sol arasında herhangi bir ayrım yapmadığını belirtmek için üyeleri
asla greve gitmemiş olan Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) 85
ve Hak-İş yöneticilerinin kırksekiz saat içinde sıkıyönetim yetkililerine teslim
olmaları emredildi. Grevde olan 50.000 işçinin 47.319’u DİSK’e, geri kalanı
ise Türk-İş’e üyeydi (Yeşilada, 1988: 353-354; Ahmad, 2002: 216; Akkaya,
2004: 136). Mal varlıklarına da el konulan bu sendikalardan İslami renkteki
Hak-İş 6 ay, milliyetçiliği temel felsefe olarak alan MİSK 4 yıl ve 1980
öncesinin ikinci en büyük ve etkili sendikası DİSK ise 11 yıl askeri
mahkemede
yargılandı
(Akkaya,
2004:
152).
Temel
amacı
toplu
sözleşmelerden olabildiğince fayda sağlamak olan, partilerüstü siyaseti ile
1982 Anayasa’sının anti-demokratik doğasını sorgulamayan Türk-İş’in birçok
görevlisi ise askeri hükümette önemli konumlar elde etti. Hükümetler ve
85
Askeri Müdahalenin başlıca kaygısı, ülkenin siyasal ve kurumsal olarak yeniden yapılandırılmasıydı.
Devrimciler, sosyal demokratlar, sendikacılar hatta Nükleer Silahsızlanma Derneği üyeleri de dahil
soldan gelebilecek her türlü muhalefet belirtisi ezilmişti. MHP’nin temsil ettiği aşırı sağ ise kendi
ideolojisinin “Türk İslam Sentezi” biçiminde kabul edilmesinde ve Aydınlar Ocağı olarak bilinen bir
grup tarafından savunulmasına rağmen ezilmişti (Ahmad, 2002: 218).
218
yönetenlerle her zaman iyi ilişkiler içinde olan Türk-İş, DİSK’in kapalı
tutulduğu
dönemde
güçlenmiş,
ancak
yeni
düzenlemelerle
politik
sendikacılıktan ziyade iş sendikacılığına doğru faaliyetlerini sınırlamak
zorunda kalmıştı (Yeşilada, 1988: 353-354; Kaleağası Blind, 2007: 295-6).
Emeğin mevcut sendikalar aracılığıyla kontrolü ise sendika hareketliliği
bakımından özellikle sol görüşlü, düşük gelirli ve yönetsel hiyerarşinin en alt
kademelerindeki
kamu
çalışanlarının
yoğunluğunun
politizasyonunu
artıracağı endişesi, devleti karşıt görüşlü sendikalar kurmaya yöneltmesi ile
giderildi. Örneğin kamu kesiminde kamu çalışanlarının örgütlenmesini
bölmek için başlangıçta mesleki, daha sonra merkezileşmiş işkolu biçiminde
örgütlenen Eğitim-İş’e karşı, sağ görüşlü, milliyetçi memurlara 1992 yılında
Türk-Kamu Sen, izleyen yıllarda da muhafazakar sendika Memur-Sen’i
kurdurtmuştur (Akkaya, 2004: 160).
Herhangi bir siyasal parti ile ilişkileri, konfederasyonlarıyla birlikte sivil
toplum olarak ya da siyasal amaçlarla profesyonel birliklerle hareket etmeleri
de yasaklanan sendikaların (Kaleağası Blind, 2007: 296) temel işlevi, iş
sendikacılığı gereği; bundan böyle toplu pazarlık, grev ve lokavt gibi sadece
işçilerin kısa dönemli-dar ekonomik çıkarları için faaliyet göstermekti. Siyasal
amaçlı grevler, genel grevler, dayanışma grevleri, iş yavaşlatma ve diğer tip
işçi eylemleri ise “ulusal çıkarlara” ya da “kamu yararı”na karşı oldukları
gerekçesiyle yasaklanmıştı (Yeşilada, 1988: 353-354; Barkey, 1990: 189;
Kaleağası Blind, 2007: 264). Emek-sermaye ilişkisini yeniden yapılandıran ve
gücün etkisini emek aleyhine fazlaca büken bu düzenlemelerde örneğin, bir
grevin yönetilmesinde grevin “toplum için zararlı olup olmadığını” ve “nerede
yasak olduğunu” belirleme hakkı devlete verilmişti (MacFadden, 1985: 71).
Sendika kurmayı zorlaştıran yeni Sendika Kanunu’na göre de bir
yıldan fazla kendi sektöründe çalışmış, “suç” işlememiş ve herhangi bir greve
katılmamış kişiler sendika kurabilirdi. Sendika lideri olabilmek için de verili
sektörde 10 yıldan fazla çalışmış olmak ve 1 yıl da yerel sendika temsilciliği
yapmış olmak gerekliydi (Kaleağası Blind, 2007: 295-6). Emek hareketi
üzerinde daha etkin bir kontrol sağlama amacındaki işkolu esasına göre
örgütlenme, işçinin işyeri ile sınırlı mücadelesine imkan tanımaktaydı.
219
Akkaya’ya göre bunun nedeni, 1980 öncesinde olduğu gibi burjuvaziden
kopmalar
ve
sosyalist
harekete
doğru
kaymaların
yaşanmasının
önlenmesiydi. Aksi takdirde 1980 sonrası kentleşme ve işçileşme süreci
sınıflararası mücadelede çok daha zor geçecekti (2004: 151). Nitekim izleyen
4 yıldan sonra sendika lideri olmanın yasaklanması, işçilerden sendika üyeliği
için ücretli noterden kayıt istenmesi, bir sendika liderinin yerel ya da genel
seçimlerde
aday olması
halinde
sendika
görevinin
otomatik
olarak
ertelenmesi, seçilirse sona ermesi gibi sendika üyeliğinin hem pahalı, hem de
külfetli olması anti-sendikalaştırma örnekleriydi (Kaleağası Blind, 2007: 296).
Emek örgütlenmesine ilişkin bu sınırlamaların yanı sıra Dernekler
Kanunu ile gazeteciler, hukukçular, mimarlar, mühendisler ve onların
profesyonel birlikleri gibi sivil toplum bütününün önemli bir kesiminin siyasal
partilere doğrudan katılımı da yasaklanmıştı. Toplumun önemli bir kısmının
siyasetin dışında tutulduğu, demokratik hak ve özgürlüklerin tanım dışı
bırakıldığı yeni otoriteryan Anayasa, ayrıca askerlere, öğretmenlere, kamu
görevlilerine, yüksek okul öğrencilerine de birlik kurmalarını yasaklamıştı
(Yeşilada, 1988: 352-3). Üniversitelerde görevli öğretim üyelerinin siyasal
partilere üye olmasını, siyasi parti faaliyetlerinde bulunmasını yasaklayan
YÖK86
Kanunu
ile
de
üniversitelerde
siyasallaşmanın
engellenmesi
amaçlanmış, askeri müdahale öncesi “huzur bozucu faaliyetler”e katıldıkları
gerekçesiyle de birçok profosör üniversiteden uzaklaştırılmıştı (Sayarı, 19967: 32; Toprak, 1996: 96). Başkanının, Cumhurbaşkanı tarafından atandığı
YÖK altında üniversite yönetimi merkezileşmiş ve yönetsel ve finansal
özerklikleri azaltılmıştı. Ahmad’a göre muhalif bütün öğretim üyelerini öğretim
kurumlarından uzaklaştıran bu düzenlemelerin amacı, üniversiteleri ideolojik
saflığın bekçileri olan “milliyetçi-muhafazakarların” eline teslim ederek
86
Başkanlığını başbakanın yaptığı ve ülkedeki bütün universiteleirn bağlı olduğu bir Universiteler
Denetleme Konseyi, 1971 askeri müdahalesinden hemen sonra 1973’de kurulmuştu. Konsey,
Üniveristeler için aldığı disiplin önlemlerine uyulmadığı durumda yönetime el koyabilirdi (Ahmad,
2002: 186). 1980 askeri müdahale sonrası kurulan YÖK ve içerdiği düzenlemeler, 1971 askeri
müdahalesi sonrası yapılan düzenlemenin bu kesimi yeterince kontrol altına alamamasının bir sonucu
olduğu söylenebilir.
220
siyasetin
arılaştırılmasıdır
(2002:
219).
Toplumun
büyük
kesiminin
apolitizasyonunun YÖK Kanunu ile üniversite kampüslerine ve akademik
araştırma kurumlarına uzanması; fakülte yöneticilerini uzaklaştırma ve
yenilerini atama, müfredatı belirleme, kampüslerdeki araştırmayı, üniversite
bütçesini, kılık kıyafeti, öğrenci harçlarını düzenleme ve üniversite rektörlerini
ve dekanlarını atama gibi görevleri içine almıştı (Yeşilada, 1988: 354).
Bütün siyasal partilerin “bozulmuş” olduğu gerekçesiyle de MGK, 1980
öncesi siyasal partilerin yeniden organize olup, eski güçlerine tekrar
kavuşabileceği endişesiyle faaliyetlerini 5 ile 10 yıl arasında erteledi ve
yöneticilerine siyasal faaliyet yasağı getirdi (Yeşilada, 1988: 352; Sayarı,
1996-97: 32). Seçim sistemi ise parlamentoya en çok oy alan siyasal
partilerin girmesini ve böylece, siyasal partiler arasındaki çatışmanın
önlenebileceği düşünülen “iki parti sistemi”ni kuracak biçimdeydi. Bununla,
toplumsal grupların politikleşmesinin ve siyasal kutuplaşmasının önlenmesi,
daha etkin ve etkili bir yönetim sisteminin, yani güçlü devletin kurulması
hedeflenmişti. Bunlara ek olarak siyasal partilerin gençlik örgütlerinin elimine
edilmesi, siyasal partiye minimum katılma yaşının 21’e çıkması, Meclis’e
girebilmek için seçimlerde bağımsız adayların da dahil en az %10 oy alma
barajının getirilmesi gibi düzenlemeler de daha az politik, bu sayede de daha
istikrarlı bir yönetim içindi (Yeşilada, 1988: 352-3; Barkey, 1990: 188-9;
Sayarı, 1996-97: 32).
Serbest
piyasa
aktörlerinin
faaliyetlerinin
önündeki
engellerin
kaldırıldığı bir ekonomik liberalizasyon ortamında, siyasal hayata katılımı
yasaklananlar listesinin toplumun büyük kesimini siyaset dışına çıkaracak
biçimde geniş tutulması, iddia edildiğinin aksine, siyasal liberalizasyonun
ekonomik olanı ile paralel gitmediğinin önemli bir göstergesidir. Aksine,
özellikle kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan geçiş sürecindeki ülkelerde,
ekonomik liberalizasyonun garantilenmesi otoriteryan siyaset biçimlerini
gerektirmektedir. Siyasetin bu otoriteryan içeriğinin merkezinde ekonomik
ilişkilerin aksine, devletin olduğunu söyleyen İnsel’e göre devlet, toplumu bu
merkezi kuşatacak bir tehdit olarak gördüğünden otoriteryan yöntemlerini
yasallaştırarak bu tehdide karşı kendini savunmaktaydı. Siyasal hareketsizliği
221
ekonomik gelişme ile telafi etmeye çalışan siyasal iktidar ise “siyasetin
yeniden üretimi ve toplumsal durağanlığın sürdürülmesi için devletin kontrol
gücüne güveniyordu” (İnsel, 2003: 295). Ekonominin liberalizasyonunun
sadece güçlü bir devlet tarafından yerine getirilebileceğinin göz ardı edilerek,
siyasetin otoriterliğini ya da devletin otoriterleşmesinin nedenini, yani devleti
toplumsal güçlerin kendi aralarındaki ve devletle mücadelelerin bir alanı
olarak
görmek
yerine
devletin
kendisini
toplumdan
korumak
için
otoriterleştiğini belirten İnsel’in tersine Barkey’e göre;
“…açıkçacı bütün bu değişiklikler toplumun depolitizasyonunu içerir. Yüksek
oranda mobilize olmuş grupların etkisini azaltmayı, özellikle politik
yelpazedeki aşırı sol ve sağ kanatlar üzerinde devletin kontrolünün
denetimini artırmayı içerir…”(Barkey, 1990:188-189) .
Yüksek oranda mobilize olmuş toplumsal gruplar üzerindeki bu geniş
ölçekli siyasal kontrol, “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde de devam etti.
Ekonomi politikalarının devam etmesinin gerekliliği için istikrarın korunması
zorunluluğu, demokrasinin sadece seçim dönemlerinde görünen siyasal
faaliyet ve katılımdan daha fazlası olduğunu baskılayarak devam etti
(Ahmad, 1985: 214-215; Yeşilada- Fisunoğlu, 1992:190). Seçim sistemindeki
%10 barajının avantajı ile 1987 seçimlerinde de sandalyelerin çoğunu alan
Özal’ın felsefesi, “önce ekonomi, sonra demokrasi” olduğundan askeri
yönetimden devralınan Sendikalar, YÖK, Siyasal Partiler Kanunu gibi antidemokratik yasaların değiştirilmesi için hiçbir girişimde bulunulmadı (Ahmad,
2002: 232). “Düşük ücretli bir ekonomi yaratma” politikasını neoliberal
dönüşümün köşe taşı olarak gören Özal politikalarıyla da en çok köylüler ve
işçiler zarar görürken, en karlı çıkanlar ise büyük sermaye grupları ve sanayi
şirketleriydi (Ahmad, 2002: 244). Ücret ve maaşların ihracat için gerekli
fazlayı oluşturacak biçimde talebi düzenlemek ve tüketimi kısmak için
kullanılması, gerçek ücretlerin yaklaşık %45 azalması ve işsizliğin de
1980’lerin sonuna kadar yaklaşık %15 artmasıyla sonuçlanmıştı87 (Boratav,
87
Özal, ücret talebi önemli ölcüde kısılmadığı sürece ülkenin iflas edeceği uyarısını yapmıştı. Bu
politikaya destek için esnaflar, aydınlar ve küçük üreticiler olmak üzere toplumunun bütün bu
sınıflarında emeğe karşı kampanyalar açılmıştı. İşçilerin yüksek ücret aldıkları, bu durumun Türk
mallarının dünya piyasında fiyatlarını artırdığı ve ekonomik kalkınma önünde engel oluşturduğu
belirtilmişti. Ücretlerin düşük tutulmasının bir diğer nedeni, sadece baskıcı toplu sözleşme ve grev
222
1991: 42; Ahmad, 2002: 241-242). Bununla birlikte katma değer içinde ücret
payı %37’den %15’e, köylü gelirlerinin ana belirleyicisi iç ticaret hadleri de
%50 tarım aleyhine düşmüştü. Öte yandan sermaye sınıfı ve varlıklı
katmanlar arasındaki vergi yükü azaltılarak, bu yük dolaylı vergilere, yani
toplumun geniş kısımlarına kaydırılmıştı. Faiz dışı harcamaların milli gelirdeki
yeri de %19’dan %13’e gerilediğinden eğitim, sağlık ve sosyal harcamalar
azalmıştı (Boratav, 1998: 10-11). Dolayısıyla neoliberal program; meta, para
ve döviz piyasasında fiyatların piyasa güçlerinin kararıyla oluşmasını kabul
ederken,
emek
fiyatının
oluşumunu,
toplu
sözleşmelerde
ücretlerin
belirlenmesindeki toplu pazarlık sistemini askıya alarak, Yüksek Hakem
Kurulu’nu ücretlerin belirlenmesinde nihai merci durumuna getirerek denetim
altına almıştı (Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2008: 61). Dolayısıyla dönüşümün
sınıflararası mücadeleden bağımsız olmadığı bu süreç; sınıflararası ve
sınıfların kendi aralarındaki bir mücadele alanı olarak devletin toplumsal
görevlerindeki
azalma
ve
toplumun
geniş kesimlerinin
ücretlerindeki
sınırlamalar ile işçi sınıfı mücadelesine karşı, burjuvazinin karlarının
korunması olarak ifade edilebilir.
1980’lerin sonuna doğru bir yandan demokratik haklar iade edilmeye,
sendikalar da eski güvenlerini yeniden kazanmaya başlarken, diğer yandan
Türk-İş’in 1980 sonrasında da hükümetle yakın ilişkiler kurmak istemesinin
sonuçsuz kalması ve kamu kesimindeki pazarlıklar nedeniyle hükümeti
boykot kararı yüzünden sendikalar ve sendikacılar hakkında soruşturmalar
açılmaktaydı. 1986 yılından itibaren grev hakkına tekrar getirilen sınırlamalar
ve yasaklamalar nedeniyle işçiler daha güvenilir ve başarı şansı yüksek olan
açlık grevi, rapor alarak işe gitmeme, protestolara marş yürüyüşleriyle devam
edilmesi, politikacılara telgrafla mesaj gönderilmesi gibi daha önce
bilinmeyen, üretimi de doğrudan etkilemeyen kamuoyu oluşturmaya yönelik
eylemlere yöneldi. Bu anti-sendikalaşma propagandasının hem kurumsal,
hem de bireysel seviyede dayanışma ve ortaklaşılığın yükselmesine neden
olduğunun göstergesiydi (Akkaya, 2004: 153; Kaleagağı Blind, 2007: 296-7).
yasaları olmayıp, fabrikaların düşük kapsite çalışması da işsizlik nedeniyle işçilerin sömürülmesine
açık geniş bir işgücü havuzu yaratmıştı(Boratav, 1991: 42).
223
Nitekim alt-sınıfların hoşnutsuzluğunu daha görünür kılan 1989 ‘bahar
eylemleri’nde işçiler, kaybettiklerini geri almak için, daha yüksek ücret, daha
iyi çalışma koşulları ve demokrasi talebi ile 7 Mart ve 18 Mayıs arasında 224
grev organize ettiler (Ahmad, 2002: 248). 1980 öncesinin özel kesimde
görülen “yasadışı” eylemlerinin bu sefer kamu kesiminde yoğunlaşmasıyla
işçiler hükümeti hedef alarak alarak siyasallaştılar. Türk-İş’in 3 Ocak 1991
genel eylemi ve Zonguldak grevi ve yürüyüşü, esnafı da içine alan yaklaşık
50.000 işçinin katılmasıyla gerçekleşmişti (Akkaya, 2004: 157). Neoliberal
politikaların ücret baskılamasına dayalı birikim rejimine bir tepki olan bu
eylemlerin yaygın bir şekilde halkta da kabul görmesi, hükümete yüksek ücret
kabülünden başka seçenek bırakmamıştı (Akkaya, 2004: 160). Türk-İş’in88
ANAP’la kurmaya çalıştığı diyalogların sonuçsuz kalması ve ANAP’ın devlete
bağlı sendikacılık geleneğini sürdürmekteki isteksizliğini fark etmesiyle
partilerüstü ilkelerinden ve hükümete bağlı sendikacılık anlayışından
vazgeçmesi eylemlerin kapsamını arttırmıştı (Kaleagağı Blind, 2007: 296-7).
Türk-İş ve Hak-İş’in yerel sendikalar aracılığıyla ve bireysel işçilerin de
katılımını sağlayan sendika hiyerarşisindeki bazı azalmaların etkisi ve
konfederasyonların ilk kez 1991 eylemi için birleşmesiyle bu eylemler önceki
on yıldan çok daha fazla katılımla sonuçlanmıştı (Kaleagağı Blind, 2007:
299). Dolayısıyla siyaset dışında tutulmak istenen işçi sınıfının bilinç,
deneyim ve örgütlülük düzeyinin 1980’lerin sonundan itibaren artması ve
daha da siyasallaşması, toplumsal ve siyasal hayatın biçimlenmesini
etkilemesiyle sonuçlandı (Akkaya, 2004: 125-6). Bunun yanı sıra işçi sınıfının
politik görüş, etnik, din, endüstriyel sektör, işyeri, bölge, cinsiyet ve yaş
anlamında heterojen olmasının onların ortak mücadeleleri için önleyici bir
unsur olmadığı anlaşılmıştı (Kaleagağı Blind, 2007: 298). Ancak üç büyük
konfederasyona,
DİSK,
Türk-İş,
Hak-İş,
üyeliği
belirleyen
işçilerin
savundukları felsefeden çok yasaların zorlamasıdır. Toplu pazarlık hakkına
sahip olmak için işkolu ve işyeri barajlarını aşmak zorunludur. Toplu iş
sözleşmesinden ise sadece sendikaya üye işçiler ile dayanışma aidatı
88
Türk-İş tarihinde ilk kez 1989 yerel seçimlerinde hükümet karşıtı posizyon alarak, hükümeti
eleştiren muhalif bir konumda bulmuştu kendini.
224
ödeyen işçiler yararlanabilmektedir. 2000 yılında 6 milyon işçinin sadece 900
bini toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmişti. Toplu sözleşme kapsamındaki
işçilerin büyük oranı da kamu kesimindedir. Kamu kesimindeki işçilerin
tamamına yakını toplu pazarlık kapsamında iken özel kesimde bu, beşte bir
oranındadır (Akkaya, 2002: 152-3).
ANAP döneminde bastırılan sınıf hareketinin 1990’lara doğru tekrar
tırmanışa geçmesinin başka bir unsuru, Güneydoğu’da sürdürülen savaşın
hızlandırdığı göç nedeniyle, kapitalizmin çarpık ve eşitsiz gelişimini gözler
önüne seren büyük kentlerin varoşlarında oluşan çeperlerin “düzen karşıtı”
hareketler içinde elverişli bir toplumsal ortam bulmasıdır (Öngen, 2004: 85).
Yeni göç dalgasının da bir yansımasıyla sermayenin “bilinçsiz”, düşük
eğitimli, kırdan yeni gelmiş, deneyimsiz işçileri tercih etmesi, bu işçi grubunun
muhalif toplumsal hareketlerle bütünleşmesine önlem olarak bunların
muhafazakâr-sağ
düşünceyle
yakınlaştırılmasına
yönelik
ideolojik
mekanizmalardan89 destek alındı. Böylece 1980 öncesinde siyasal ve sınıfsal
düzeyleri artan, kırsal kökenleriyle bağlarının kopma süreci hızlanan işçilerin
aksine, 1990 sonrası işçiler için bu durum tersine dönmüştü (Akkaya, 2004:
152). Bu sayede, 1989 ‘bahar eylemleri’ sonrasında halktan gelen baskıya
yeniden yanıt vermek zorunda kalan ANAP’ın özellikle kentli, yoksul kitlelere
dönük ana hedefi ile bu kitlelerin saflarında sınıf bilincinden yoksun ve
sermayenin ANAP’ın programına ve ideolojisine teslim olabilecek kalabalık
gruplar yaratması kolay oldu. “Ücretliye vergi iadesi, fak-fuk-fon gibi
uygulamalarla kentli yoksul kitlelerin ekonomik sorunlarının çözümünü emek
gücü piyasasının dışına taşıyan “uzlaştırıcı” politikalardı bunlar. Sınıf tabanlı
ekonomik taleplere, sendikal örgütlenmeye, ücret mücadelesine, köylünün
destekleme talebine karşı katı ve ödünsüz olunurken, aynı kitleler “kentli,
gecekondulu, yoksul ve tüketici” özelikleriyle tatmin edilmeye çalışılmıştı
(Boratav, 1998: 11; Boratav, 2007:153). Ücretlileri, köylüyü, sermayedarı,
rantçıyı hoşnut kılan, “sermayeden almadan emekçiye veren” “uzlaşma
89
Bundan sonraki bölümde de açıklanacağı üzere, sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde eritilmesinin
Türkiye özelindeki görünümü “Türk-İslam” sentezi ideolojisi ile bu işçilerin bir kısmının esnek üretim
biçiminin kontrollerine tabi olması, diğer önemli bir kısmının da kapitalizmle bir sorunu olmayan
ancak devlet merkezli anlayış karşıtı sendikalara yönlendirilmesi ile sonuçlanmıştı.
225
siyaseti” ile ANAP, 1980’lerin sonuna doğru yapısal uyumun toplumsal
maliyeti ve büyüyen enflasyon sorunu karşısında muhalefet partileri, basın ve
çıkar grupları, emek sendikaları ve işveren derneklerince eleştirilmiş ve
kamunun artan hoşnutsuzluğu ile (Sayarı,1996-7: 39) 1991 seçimlerini
kaybetmişti. ANAP’ın ardından işçilerden destek alan DYP-SHP koalisyonu90
ise
emekçilerin
hükümete
Uluslararası
sendikalaşmaya ilişkin maddelerinin
91
Çalışma
Örgütü’nün
(ILO)
imzalanması konusundaki baskısıyla
sözverdiği gibi sendika özgürlüklerini genişletti. Ancak, örneğin iş güvenliğini
ifade
eden
158.
madde
oybirliğinin
sağlanamaması
yüzünden
Cumhurbaşkanı tarafından reddedildi. Sendikalaşma hakkının korunması ve
sendikal özgürlüğe ilişkin 1982 Anayasası’nın sendikasızlaştırma yasaları
(2821-2822) ile ILO’nun aksi yönde düzenlemeler öngören 87. maddesi bir
arada kaldı92(Kaleagağı Blind, 2007: 299).
Kamu
kesiminde
sendikal
örgütlenmeyi
başlatan
sol
görüşlü
sendikalar, merkezi bir örgütlenme için uzun görüşme ve tartışmalardan
sonra 1995 yılında 400.000 üyeli KESK’i kurdular. 17-18 Haziran 1995’de
grevli, toplu sözleşmeli bir yasanın çıkması için oldukça etkili bir eylem
yaptılar. Sadece sendikal haklar değil, aynı zamanda ücretlerin düşüklüğü,
demokratikleşme ve Kürt sorunu gibi pek çok konuya ilişkin talepler sunan
KESK’e bağlı sendikalar, 4 Mart 1997’de de Ankara’da grev ve toplu pazarlık
hakkı tanımayan Sendika Yasası’na karşı kitlesel protestoda bulundular.
1999 Temmuz’da sosyal güvenlik haklarına yönelik saldırılara karşı
yüzbinlerce işçi ve kamu çalışanın katıldığı Ankara mitingine destek verdiler.
Bu mitingde işçi ve kamu sendikaları “emek paltformu” adında bir araya geldi.
1 Aralık 2000’de yolsuzluğu protesto eden ikinci büyük miting yapıldı. Ancak
90
1993 bölüşüm göstergelerine göre reel ücretler 1993’de 1988’e kıyasla % 100 arttı. İç ticaret
hadleri %31 oranında tarım lehine oldu. Faiz dışı kamu harcamalarının oranı tekrar %19’a çıktı.
Ancak, bunlar vergi yüküyle değil kamu açıkları genişletilerek yapıldığından açık %5 den %12’ye
çıkmıştı (Boratav, 1998: 12).
91
(59., 87., 135., 142., 144., 151., 158.)
92
İşyerinde sendika odasının yasaklanması, sendika liderlerinin fiilen 10 yıl işçi olması zorunluluğu,
tutuklanmamış olması gibi sendikal faaliyetlere ilişkin siyasal yasakların yanı sıra, toplu pazarlık için
çifte baraj sistemi ve sendika mülkiyetinin hazineye devri gibi durumlar Türkiye’nin onayladığı
uluslararası düzenlemeler arasında çelişki olarak kaldı (Kaleagağı Blind, 2007: 299).
226
halen KESK yasası, grev hakkını içermemekte, toplu pazarlık hakkını “toplu
görüşme” ile anlamsızlaştırarak yasaklayıcı ve kontrol edici özelliğini
korumaktadır. Toplu pazarlık ve grev hakkını tanımayarak sendikaları bir tür
dayanışma derneğine dönüştürmektedir (Akkaya, 2004: 162).
Görüldüğü gibi sermayenin her türlü engellini aşmaya yönelik
düzenlemelerin aksine, emeğin önce bütün örgütsel bağlarından salınması,
ardından da çeşitli düzenlemelerle etkinliğinin azaltılarak etkin kontrolünün
arttırılmasına çalışılmaktadır. Bunun 1990’lardan itibaren aldığı yeni biçim ise
emek-sermaye
ilişkilerinin
yasaların
dışında
karşılıklı
anlaşmalarla
düzenlenmesine yönelik esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştıırlması
şeklindedir. Dolayısıyla 1990’lara kadar apolitizasyonun aldığı biçim, serbest
piyasa ekonomisinin istikrarı için çeşitli yasal düzenlemelerle emek gücünün
siyasallaşmasının önlenmesi pahasına olup, devletin de “nesnellik” ve
“tarafsızlık” adına toplumsal ilişkilerin uzağında ve toplumsal ilişkilerin hedefi
olmaktan
çıkarılmasının
amaçlanması
biçimindedir.
Ekonominin
liberalizasyonunun siyasal liberalizasyonu ifade etmediği, tersine siyasetin
otoriterleştiği bu dönemde “daha durağan”, “daha az kutuplu”, “daha az
siyasal” bir toplum hedefi, 1980’lerin sonundan itibaren emek hareketlerindeki
yükselme nedeniyle farklı önlemleri getirdi. Emek-sermaye ilişkilerine yönelik
piyasa istikrarının bozulmasını önleyici mevcut yasal düzenlemelerin yanı
sıra bu ilişkiler, piyasanın kendiliğinden doğal düzenini aksatmayacak
biçimde esnek çalışma ilişkileri aracılığıyla kurulmaya başlandı. ANAP
hükümetinin işçi sınıfı hareketi karşısında uzlaştırmaya yönelik popülist
politikalarıyla vermek zorunda kaldığı ödünlerden sermaye dilimlerinin artan
hoşnutsuzluğu, devletin ekonominin yönetiminin doğrudan konrolünden
çekilmesine
yönelik
düzenlemelerin
yoğunlaştırılması
baskısı
ile
sonuçlanmıştı. Böylece, devlet de ekonomi politikalarının istenmeyen
sonuçlarından kurtulacak, bu sayede de popülist politikalarla ekonominin
istikrarını bozucu uygulamalara gerek duymayarak toplumsal meşruiyetini
sağlayabilecekti. Bu durum, piyasa tarafından yönlendirilen politikaların nasıl
işçi sınıfını yönetme sürecini güçlendirdiğini, yani “piyasalaşma” nın devlet
yöneticilerine
emek
hareketinin
kontrolünde
nasıl
fayda
sağladığını
227
göstermektedir. Finansal piyasaların yeniden düzenlenmesinin devletin işçi
sınıfı karşısındaki gücünü arttırdığı bu durum, bir yandan, fiyat istikrarının
uluslararası kapitalist ilişkiler için hayati önemini, diğer yandan da rekabet
yokluğunun iş ve kar kaybına dönüşebilmesinin (Bonefeld ve Burnham, 1998
Akt: Burnham, 2003: 176) devleti içine çekebileceği krizle ilgilidir.
Dolayısıyla 1989 ve 1991 bahar eylemlerinin ardından ücret ve
maaşlarda meydana gelen yükselmelerin ardından 1994 krizinin emek
gelirlerindeki ve istihdamdaki olağanüstü daralmanın esnek çalışma ilişkileri
sayesinde atlatılması (Yeldan, 2003: 60), emek-sermaye ilişkilerinde özel
sektörün işten çıkarma ve sendikasızlaştırma için yeni formülleri izlemesine
imkan vermişti. Örneğin, TİSK 1994 Raporu’nda esnekliği93 artırıcı, yarı
zamanlı istihdam ve esnek çalışma saatleri gibi yeni istihdam türlerini
düzenleyici yeni yasalar hazırlanması gereği vurgulanmıştı. İş saatleri
konusunda da esnekliğin artırılmasını öneren Rapor’a göre, yoğunlaştırılmış
iş haftası, çalışma süresinin yıllık olarak ayarlanması, esnek vardiya,
işverenin ilave ödemeler yapmak zorunda kalmadan çalışma günlerini sayı
ve uzunluk olarak ayarlayabilmesinin gerekliliği vurgulanmıştı. Esneklik
yanlısı önerilerin temel argümanı ise ücret artışlarının uluslararası rekabet
gücünün yitirilmesine neden olduğu iddiası idi (Boratav, 2007: 177; Onaran,
2004: 217-8-9). Nihayet 2003 İş Kanunu94’nun piyasa merkezli uyum
stratejisi ile kapsamı genişleyen esnek çalışma ilişkileri sayesinde,
uluslararası pazarı genişletme, ihracatı arttırma, artık değeri yükseltmek için
ucuz işgücü bölgeleri bulma, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni
örgütlenme biçimleri geliştirme, teknolojik değişiklikleri sağlama, yeni üretim
dalları ve üretimde yeni örgütlenme biçimleri oluşturmanın çerçevesi
93
Ancak OECD 1996 Türkiye Raporu’nda emek piyasası sorununun diğer ülkelerinden farklı olduğu,
diğer ülkeler için geçerli olan esneklik argümanının Türkiye için olamayacağı belirtilmişti.
Türkiye’de emek gücü piyasasındaki güçlü yanların korunması, emek gücünün niteliklerini artırmaya
çalışılması ve nüfusun çoğunluğunun yaşam standartlarında sürdürülebilir bir artışın gerçekleştirilmesi
gerektiği belirtilmişti (akt: Onaran, 2004: 217-8).
94
Part-time çalışma saatleri, geçici iş sözleşmesi, çalışma zamanının artması ve işverenlerin kriz
zamanlarında işçileri topluca işten çıkarması gibi esnek çalışma ilişkilerini ifade eden 2003 İş Kanunu,
AKP iktidarı tarafından hazırlanan kamu yönetimi reform paketi kapsamında yer alıp kamu yönetimi
sisteminin dönüşümü bağlamında özelleştirme ve yerelleşme reformları ile aynı bütünsel dönüşüm
sürecinin bir parçasını ifade etmektedir.
228
düzenlendi. Aşağıda da ifade edildiği gibi ücretleri baskılama ve emek
gücünü kontrol etmenin yeni biçimi olarak esnek çalışma ilişkileri, siyasal
baskıdansa emeği kontrol etmenin daha etkili bir yoluydu. Serbest piyasa
ekonomisinin bir numaralı formülü “kendiliğinden doğal düzen”ini onaylacak
biçimde taşeronluk ilişkileri ve dış kaynaklardan emek gücü edinimi ile
istihdam yapısının yeni biçimleri, devletin doğrudan kontrolünün, yani siyasal
baskının dışında “kendliğinden” oluşmaktaydı. Buna ilaveten firma içinde
fabrikaların bölünmesi, küçültülmesi, ürün çevriminin fabrikalar arasında
yayılması, emek gücünü kitlesel olarak bir araya getiren büyük fabrikaların
önemini azaltacak biçimde üretimin ademi-merkezileşmesi emek gücünün
kontrolünü
kolaylaştıran
diğer
unsurlardı.
Böylece
sabit
maliyetlerin
düşürüldüğü küçük işyerlerinde, örgütlü olmayan, düşük ücretli işçi çalıştırma
olanağını sağlayan ücret farklılığı avantajlarından da yararlanılmaktaydı
(Akkaya, 2004: 152; Bugra, 2003: 460). Emek hareketi karşısında yer alan bu
ve benzeri politika tercihleri ile piyasa güçlerinin etkinliğinin artması sonucu
(Rogers, 2009: 648), emek gücü piyasasında iş yasaları yerine karşılıklı
anlaşmalar ve toplu sözleşmelerin geçerli hale gelmesiyle de (Onaran, 2004:
219) emek gücü sahibi olarak işçi ve sermaye sahibi olarak patron birbirlerine
eşitmiş gibi aralarındaki ilişkiler pazarlığa açık hale getirildi. Öte yandan,
piyasa liberalizasyonu ile de serbest girişimciliğin özendirilmesi bağlamında
tüccarlara, sermayedarlara yapacakları faaliyetler konusunda kolaylaştırıcı
düzenlemler sağlanırken, örneğin emek-yoğun üretime çekilen ihracatla
birçok küçük Anadolu kenti, geleneksel zanaat ve sendikalaşmamış emek
gücü (taşeronla iş yapanlar, ev halkı emek gücü) ile bölgesel endüstriyel
merkezler olarak önem kazandı. Böyelece “Anadolu kaplanları” olarak
bilinen,
alıcı-satıcı
ağının
yerleştiği
yerlerde
sözleşmeler,
doğrudan
perakende zinciriyle ve Avrupa’daki satıcılarla yapılabildi (Keyder, 2004a:
68). Burnham’a göre emeğe ilişkin bütün bu düzenlemeler uluslararası
yeniden yapılanma sürecinin, ulus-devlet tarafından emeği daha sıkı disipline
etmesi ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden biçimlenmesi anlamına
gelmekteydi. Antagonistik bir devlet sistemi olarak kurulan uluslararası
kapitalizm ve ekonomi politikalarını karakterize eden bu değişimler, kökleri
229
emek-sermaye çelişkisinde yatan sorunları çözmek amacıyla devletler
tarafından ortaya konulmaktaydı (2003: 164-165). Çünkü sömürünün
varlığının farklı bir biçimi olarak devlet, değer’in esas’ının korunmasının
tarihsel gelişiminde sömürüyü içselleştirir (Bonefeld, 1992: 119). Devletin bu
görünümü ise ekonomi politiğe ilişkin kategorilerin çözümlenmesiyle;
kökeninde kapitalist sömürü biçimi olarak artı değer üretiminin yattığının
açığa çıkarılmasıyla anlaşılabilir (Holloway ve Picciotto, 2004: 140).
Görüldüğü gibi demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı askeri
müdahale ve “sınırlı demokrasiye geçiş” dönemlerinde, siyasal karar alma
süreçlerini etkileyecek kitlelerin apolitizasyonu, emek gücü piyasasının
ekonomi-dışı yöntemlerle, yani askeri ve yasal düzenlemelerle kontrol altına
alınması biçimindedir. Sonrasında ise “devletin nötrlüğü” çerçevesinde,
depolitizasyon süreci ile, hükümetlerin ekonominin yönetiminde örneğin,
ücret taleplerinin dikkate alınması beklentilerinin yönünü değiştirebilme
kapasitesinde olduğu gibi piyasa belirsizliklerini giderecek düzenlemeler
yapabilmesi şeklindedir (Burnham, 2001: 134). Toplumsal güçlerin mücadele
alanı olarak devletin ekonominin yönetiminde doğrudan kontrolünün, onun
toplumun bu kesimlerine yönelik popülist politikalarını da beraberinde
getirmesi,
piyasanın
kendliğinden
doğal
düzenini
aksatacağından
depolitizasyonun başka bir boyutunu sunar. Devletin ekonominin doğrudan
yönetiminden
çekilerek
emek-sermaye
ilişkilerinin
piyasa
süreçlerine
devredildiği depolitizasyonun bu biçiminde, devlet, toplumsal güçlerin
muhatabı olmaktan çıkar. Bu, devletin toplumsal sınıflara özerkliği gereği,
“tarafsızlık” ve “nesnellik” iddiası ile hem piyasa aktörlerini, hem de diğer
toplumsal kesimleri kapsadığı iki temel fayda sunar. Böyece faaliyet alanı
daraltılan devlet, finans piyasasının zorlamaları nedeniyle emek gücü
üzerinde
kurulan
baskının
meşruluğu ile kurtulmuş olur.
sorumluluğundan
“nesnellik”-“tarafsızlık”
230
5.1.2.
“Evrensel”
Demokrasi
Normu
Olarak
Sivil
Toplum’un
Demokrasi Adına Yüceltilişi
Temel hak ve hürriyetlere ilişkin yoğun kısıtlamaların genişleyip
kurumsallaştığı 1980 askeri müdahalesi ve onu izleyen dönem, aynı
zamanda,
ekonominin
liberalizasyonunun
devlet
merkezli
anlayışı
dönüştüreceği düşüncesiyle devlet-sivil toplum ikiliğinin demokrasi adına ön
plana çıkarıldığı, yani sivil toplumun devlete karşı içinin boşaltılıp ideolojik bir
argüman haline getirilmesiyle karakterizedir. Savunucularına göre, ekonomi
ve siyaset ilişkisinin bütünselliğinin reddi ve özerk bir ekonomik alanın ortaya
çıkması ile ilişkili sivil toplum kavramı, genellikle devletin dışındaki bir
“özgürlük” alanını ifade eder. Kapitalizmin mülkiyet ilişkileri ile bağlantılı sivil
toplum kavramı ise Wood’un ifadesiyle, Batı’da 18. yy’da devletten
farklılaştırılmış, fakat kamusal ve özel alanların her ikisini de kapsayan daha
belirgin olarak da özel ekonomik ilişkileri; piyasayı, üretim, dağıtım ve
değişim ağını içeren ayrı bir toplumsal faaliyet alanını ifade eder (2003: 283).
Devlet ve sivil toplum arasına bir çizgi çeken hakim paradigmanın
Türkiye özeline ilişkin açıklamalarına göre, kalkınmacı dönemde, devlet ve
burjuvazi arasındaki ortaklığın bir sonucu olarak, bir yandan büyük burjuvazi
sınıfına yönelik destekler diğer yandan da politika belirsizlikleri nedeniyle,
devlet yeterince özerk olamamış, sivil toplum da gelişememişti (Buğra, 1998:
523-4; Keyder, 2004a: 68). Sivil toplumun gelişememesi de siyasal ve
bürokratik elitler arasındaki alanın daha da daralmasına; demokratikleşme ve
ekonomik sorunlar nedeniyle “istikrar” ve “güvenlik” için sivil toplumun ikinci
plana atıldığı toplumla bağ kuramayan devlet merkezci siyasetin alanını
genişletmişti (Keyman, 2004: 123). Ekonomi ve siyaset’in birbirlerine özerk
alanlar olarak görüldüğü bu anlayışa göre, devlet-toplum ikiliği devletin
içerdiği baskı ile pratikte zorunlu olmasa da prensip olarak sivil topluma ait
özgürlük ve gönüllü hareket arasındaki karşıtlığa denk düşmektedir. Bu
karşıtlığın
yararı
savunucularına
göre,
dikkatleri
devlet
baskısının
tehlikelerine, devletin faaliyetlerine, toplum içinde bunlara karşı oluşan
basıncın örgütlenmesi ve güçlendirilmesi yoluyla uygun sınırlarına çekilmesi
ihtiyacına çeker (Wood, 2003: 287).
231
Hakim paradigmaya göre, merkezileşmiş devletin sivil toplumdaki
kurumlarla sınırlanması ya da devlet elitlerinin özerk sivil toplumun
kurumsallaşan diyaloğuna istekli olması ise ekonominin liberalizasyonunu
izleyen 1980 askeri müdahalesi sonrası yıllara rastlamaktadır. Ekonomi
politikalarının uygulanması için serbest piyasa gibi sivil toplum alanını
genişletici düzenlemeler, toplumsal alanın özerkliğinin ilk adımları olarak
görülmektedir. Buna göre, ekonomik liberalizasyon ve demokratik gelişme
birbirini bütünleyici ve destekleyici unsurlardır. Her iki süreç de sivil toplumun
organizasyonlarının kapsanmasıyla özerkliğin ortaya çıkışını ve uzun dönemli
ekonomik stratejinin doğası üzerine uzlaşmayı gerçekleştirmesi bakımından
son derece önemlidir (Öniş, 1992: 17).
24 Ocak Kararları’nın simgelediği düşünülen neoliberal ekonomi
politikalarının demokrasi için vazgeçilmez bir önkoşul olduğu görüşü ile
‘iktisadi liberalizmin’ demokrasinin önkoşulu olarak görülüyor olması, bilindiği
üzere Batı’da kapitalist ilişkilerin gelişmesinin ardından liberal demokrasinin
kurumsallaşmasına bağlanmaktadır. Hakim paradigma tarafından ekonomik
liberalizm ile demokrasi arasında kurulan bu neden-sonuç ilişkisi, 24 Ocak
Kararlarının ya da 1980 sonrası neoliberal politikaların da meşruiyetini
oluşturmaktadır
(Köker,
1987:
67).
Devlet
merkezci
anlayışın
demokratikleşme ve toplumsal modernleşmeye katkıda bulunan devleti
(ensuring state), hem devlet-toplum-birey ilişkilerini, hem de toplumsal
kesimler arasındaki ilişkileri haklar ve sorumluluklar temelinde düzenlediği
için sivil toplumu geliştirecek bireysel özerklikler de oluşamamıştı (Keyman,
2004: 139). Bu nedenle demokrasi pratiğinin gelişimi için hayati bir önem arz
eden devletten özerk, güçlü, iyi örgütlenmiş bir sivil toplumun varlığının
Türkiye’de liberal demokrasinin oluşumunu hızlandıracağı düşünülmektedir
(Öniş ve Türem, 2001: 95). Burada hakim paradigma tarafından idealize
edilen Batı toplumlarına özgü, uzun bir süreci kapsayan ancak, ortak
özellikler göstermesine rağmen, her ülkenin kendi tarihsel ve maddi
koşullarıyla biçimlenen devlet-toplum ilişkilerinin kapitalist ilişkilere sonradan
dahil olan bir ülke olarak Türkiye’de benzer bir süreci içerecek biçimde
gelişememesi eleştirilmektedir. “Evrensel” burjuva demokratik değerlerinin
232
taşıyıcısı olarak liberal demokrasinin kurumsallaşmasıyla, evrensel özel
mülkiyet hukuku ve kişisel olmayan-yasalar önünde eşit bireyler arasındaki
sözleşme ile ortaklaşa biçimlendirilen, rasyonel, hukuka ve formel eşitliğe
dayalı burjuva ideal toplumunun oluşturulması hedeflenmektedir. Devletin
düzenleyici işlevini ya da hukukun rolünü etkin bir şekilde uygulayacağı bu
toplumda, kendi kurallarıyla işleyen bir sivil toplumun varlığı devlete
piyasanın hukuk çerçevesini oluşturup özel mülkiyet ve sözleşme ilişkilerinin
kurulmasını ve sürdürülmesini sağlama işlevi yüklemektedir. Kural koyucu ve
kurallara uyulmasını sağlayıcı merci olarak, ya da şiddet kullanma tekelini
elinde bulundurma gücüyle devletin kapasitesi, bu kuralların geçerliliğini
sağlamak
için
toplumun
çeşitli
pratiklerine
nüfuz
etmesiyle
ilgilidir
(bkz:Keyder, 2007: 190). Böylesi bir toplumsal yapının, 1980 sonrasının
otoriteryan siyasetine rağmen, ekonomik liberalizasyona bağlı olarak geliştiği
iddiası, yani sivil toplum örgütlerinin devlet karşısında etkinliklerini artırmaya
başlamalarıyla ortaya çıktığı tezi, siyasal liberalizmin ekonomik olanını
izleyeceği görüşünce savunulmaktadır. Buna göre, 1980 sonrasında
toplumsal
ve
siyasal
dengeler
açısından
devlet-merkezci
yapıdan
uzaklaşılmaya başlanmasıyla, devletin ekonomi üzerindeki rolü gevşemeye
başlamış, 1983 askeri rejiminin sona ermesiyle de ekonomik ve siyasal
liberalizme bağlılığını ilan eden yeni siyasal partilerin ortaya çıkmasıyla sivil
toplumda dikkat çekici bir canlanma yaşanmaya başlanmıştır (Göle, 1994:
214; Toprak, 1996: 92; Heper ve Güney, 2000: 650; Keyman ve Koyuncu,
2005: 109; Keyder, 2007: 228). Serbest piyasa ekonomisi ya da ekonomik
liberalizmin kurumlarının yerleşmesinin bir sonucu olarak görülen sivil
toplumun gelişimi sayesinde de ekonomiyi ve toplumu etkileyen farklı
çıkarları temsil eden güçlü ekonomik aktörler ortaya çıkabilmiştır. Kültürü
politik ekonominin oluşturucu unsurlarından biri olarak gören Keyman ve
Koyuncu’ya göre, bu aktörler sadece ekonomik çıkar grubu olmayıp, aynı
zamanda farklı kimliklere ses veren, vatandaşlık haklarını gözönünde
bulunduran, bu sayede farklı toplumsal talepleri karşılayan baskı grupları
olarak sivil toplum örgütleri olup, Türkiye’de “modernleşmenin alternatif
modeli”ni sunmaktadırlar (2005: 108).
233
Bu gruplardan örneğin TÜSİAD büyük sermaye çıkarlarına, MUSİAD
İslami büyük sermaye ile küçük ve orta ölçekli firmalara, TOBB bütün
Türkiye’de üyeliğin zorunlu olduğu yarı resmi iş birliklerine, gönüllü işbirliği
olarak TİSK ise özellikle emek sendikalarına karşı ücret pazarlıkları
konularına odaklanmaktadır. Türkiye’de sermaye gruplarının geniş bir
skalasını sunan bu dört sivil toplum örgütünün demokrasinin yerleşmesi ve
çeşitli sermaye gruplarıyla mücadedelerin açığa çıkmasındaki rollerinin yanı
sıra, demokratik reformlara yönelik yürüttükleri çeşitli çalışmalarla sivil toplum
alanını genişlettikleri düşünülmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95). Keyman ve
Koyuncu, bu örgütlerden özellikle farklı toplumsal talepleri, kimlik iddiaları ve
farklı kurumsal stratejileri temsil eden TÜSİAD ve MÜSİAD’ın 1990’lardan
sonra
Türkiye’de
sosyo-ekonomik
gelişmeyi
nasıl
yönlendirdiklerine,
dolayısıyla sivil toplum örgütü olarak başarılarına dikkat çeker. Türkiye
ekonomisinde istikarlı ekonomik ve demokratik yapıların oluşturulması için
güçlü toplumsal taleplerin oluşturulmasında önemli rol oynadıklarını ve güçlü,
ekonomik açıdan baskın gruplar olarak etkili, hesapverebilir ve şeffaf bir
yönetim kurumu için devleti kendi kendine dönüşüme zorladıkları belirtilir
(2005: 108). Dolayısıyla özgül bir uluslararası finansal çevrede farklı
ekonomik ve toplumsal gelişme modelleri sunarak, sınıf dayanışması ve
hegemonyasının acentaları olarak işlev gören (bkz: Buğra, 1998) bu
örgütlerin, TÜSİAD ve MUSİAD, devlet politikalarının yönlendirilmesinde
kendi aralarındaki mücadelelerinin, devleti bu sınıflara özerk ve tarafsız
yaparak
kurallara
dayalı
bir
piyasa
toplumunun
oluşturulacağı
düşünülmektedir.
Batı modelinin ekonomik, toplumsal ve politik karakteri görünümündeki
TÜSİAD’ın aksine, MÜSİAD kurulduğunda İslam’ın95 somut yorumunu
sermaye sahipleri arasındaki bağın kaynağı olarak kullanmaktaydı (Buğra,
1998: 523-4). 1971’de kurulan TÜSİAD, büyük firmaların üyeliği ile coğrafi
95
Örgüt faaliyetleri sayesinde bu işletmeler uluslarrası fuarlara katılabilmekte, Türkiye genelinde
üyeler arasında dayanışma ve güven duygularının gelişmesi ile de bu ilişki ağlarının güçlenmesi
sağlanmaktadır. Belirsizlik ve sözleşmelere riayat edilmemesi tehlikesi azaltılarak, bilgi edinme ve
kontrol etme maliyetleri düşürülmektedir. Böylece, ilişki ağı kurma faaliyetinde İslami üyeler arasında
güvene dayanan cemaat bağları oluşturan yararlı bir ekonomik kaynak haline gelmektedir (Buğra,
2004: 134,137).
234
olarak İstanbul ve Marmara’da, 1990’da ihracata dayalı ekonomik gelişmenin
sonraki aşamasında kurulan MÜSİAD ise küçük ve orta ölçekli sermaye
gruplarının üyeliği ile coğrafi olarak dağınık olan Anadolu şehirlerinde
yoğunlaşmıştır (Öniş ve Türem, 2001: 100; Buğra, 1998: 524; Buğra, 2004:
134). Keyman ve Koyuncu bir sivil toplum örgütü olarak MÜSİAD’ın ortaya
çıkışını, İslam’ın açık serbest piyasa ideolojisinde bir ekonomik kod olarak
davranmaya başlamasıyla açıklar (2005: 112). Çünkü belirsiz piyasa
koşullarında, devlet merkezci kalkınma dönemi, TÜSİAD sürekli değişen
ekonomi politikalarına karşı siyasal otorite ile informel ve geniş partikülarist
ilişkiler kurarak edindiği fırsat avantajlarıyla gelişmişti. Devletin bu desteği,
daima küçük girişimleri dışarıda bıraktığından bugün MUSİAD altında
toplanan küçük ve orta ölçekli girişimler ihmal edilimişti (Buğra, 1998: 523-4;
Buğra, 2004: 134). Buna göre MUSİAD’ın temsil ettiği sermaye grubu, 1980
sonrasının uluslararası finansal sermayeye dayalı ekonomi ortamında,
ihracata dayalı ekonomi politikası, esnek üretim biçimleri ve siyasal alandaki
önemli politika değişikliklerinden gelen avantajla şekillenmekte ve bu
konumuyla da devletin ekonomideki rolünün önemli derecede gözden
geçirilme ve sorgulanmasını temsil etmektedir. İslam’ın kullanımı ile de
uluslararası ve yerel seviyede üreticiler arasındaki işbirliği ve dayanışma
sayesinde yatırım finansmanı için kaynaklar bulunabilmekte, güvenli
piyasalar oluşturulabilmektedir (Buğra, 1998: 524, 8). İslami ekonomi
modelinin serbest piyasa ekonomisine paralel biçimde müdahalesiz işleyen
ve merkeziyetçi olmayan özelliği nedeniyle özelleştirme ile uyumlu MUSİAD,
devletin doğrudan üretici rolünü benimsemesini şiddetle dışlarken, büyük
işletmelerin bürokratik yönetim yapılarını da eleştirmekte örneğin, KİT’lerin
büyük şirketlere değil, uygun ödeme koşullarıyla Türkiye’de inkar edilemez
bir dinamizm sergileyen orta boy işletmelere devrinin uygun olacağını
savunmaktadır (Buğra, 2004: 137).
Hakim paradigmaya göre uluslararası ve yerel çevredeki gelişmeler
nedeniyle siyasal gelişmelerin açıkça piyasayı tercih etmesiyle önemli bir
aktör olmaya başlayan TÜSİAD ve MÜSİAD’ın devlet-toplum ilişkilerine olan
katkısı, raporlarında devlet ve sermaye arasındaki “eşit olmayan ortaklığın”
235
tarihsel
mirasının,
yani
devletin
ekonomideki
geleneksel
rolünün
sorgulanmaya başlanmasıdır (Buğra, 1998: 527). Bu sorgulama, esasında
devletin ekonomik ilişkilerde baskın bir aktör/ortak ve sermaye topluluğuna
danışmadan “oyunun kuralı”nı tek başına biçimlendirme gücüne sahip
olmasının eleştirilerek, etkili-baskın bir sınıf olarak varlıklarının korunmasını
ve devlet-ekonomi ilişkisinde daha belirleyici olmalarını ifade etmektedir.
Demokratik gelişmeyi ekonomik liberalizasyon sürecinin meşruiyeti olarak
gören bu anlayışa göre, ‘devletin geri çekilmesi’yle genişleyen toplumsal
alanda sivil toplum grupları faaliyetlerini ‘özgürce’ ve hiçbir engelleyici
düzenlemeye maruz kalmadan gerçekleştirebileceklerdir. Öniş’in de belirttiği
gibi;
“..devlet ve toplumdaki anahtar gruplar arasındaki ilişkinin kurulmasında
ekonomik uyum ve demokratik sağlamlaştırma eş zamanlı ve geniş kapsamlı
oranda gerekli”dir(1992: 6).
Ancak kapitalist ilişkilerin, toplumsal bütünlüğü sivil toplum örgütleriyle
kavramsal olarak benzer bir dizi kurum ve ilişkiye indirgemesi, kapitalizmin
bütünleyici mantığını ve baskıcı gücünü görünmez kılmaktadır. Başka bir
ifadeyle, sivil toplum bir yandan yeni özgürlük ve eşitlik biçimlerinin
yükselişini sağlarken, diğer yandan yeni egemenlik ve baskı biçimleri de
yaratmaktadır. Wood’un da belirttiği gibi, bir zamanlar devlete ait olan birçok
baskıcı işlev, özel alanda, özel mülkiyette, sınıf sömürüsünde ve piyasanın
zorunluluklarında yeni bir güç biçimi oluşturmaktadır (Wood, 2003: 299).
Dolayısıyla, ekonomi-siyaset alanları arasındaki ilişkiselliğin reddi ve özerk
bir alan olarak devletin toplumsal sınıflara “tarafsızlığı” ve “nesnelliği”
iddiasının aksine, devletin sınıfların kendi ve karşıt sınıflarla aralarındaki
mücadelelerin bir alanı olduğu, devletin toplumsal güçleri oluşturan sınıflara
hiç de tarafsız kalmadığı 1980 askeri müdahalesi ve sonrasında yapılan
düzenlemeler hatırlandığında anlaşılabilir. Örneğin, TOBB ve TİSK lobilerinin
görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından
TİSK başkanı Halil Narin’in, “şimdiye kadar işçiler güldü artık gülme sırası
bizde” (Barkey,1990: 189; Boratav, 2007:150) deyişi, ekonomik ve politik
dönüşümün etkilerinin işçi sınıfının taleplerinin kontrol altına alındığı bir
ortamda burjuva sınıfı için durumun farklı olduğunu göstermektedir. Bunun
236
yanı sıra, öne çıkan sınıf mücadelesi araçlarından burjuvazinin farklı
nitelikteki örgütlerini aynı çatı altında toplayan TİSK, 1963’de Türkiye çalışma
ilişkileri tarihinde ilk kez grev ve lokavtı yasal hak olarak tanıyan ve toplu iş
sözleşme hakkının kullanılmasını düzenleyen 274 ve 275 sayılı yasaların
çıkmasından hemen önce kurulmuştu. Burjuvazinin siyasal mücadele içindeki
rolünün artmasıyla, 1971 askeri müdahalesinden sonra kurulan TÜSİAD,
ekonomik ve siyasi kriz koşulllarında serbest girişim ve liberal bir ekonomi
talep
etmiş
ve
Ecevit
hükümetini
eleştirmişti.
Ekonominin
yeniden
yapılanması için 24 Ocak Kararları’nı doğrudan savunmuş, diğer tüm sivil
toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı bir ortamda, yapısal uyum
programının sadık takipçisi olacakları mesajını iletmek için bir takım TÜSİAD
temsilci askeri yönetimce Washington’a gönderilmişti (Arat, 1991: 135).
Dolayısıyla, 1980’lerin en önemli ve etkin sermaye grubu olarak TÜSİAD,
1980 askeri müdahalesinin ardından diğer sınıflarla birlikte siyaset dışında
bırakılmamıştır. Başka bir ifadeyle, devletin çatışan sınıflar arasında
burjuvaziden yana tavrı, gerek yabancı finans çevrelerine, gerekse yerli
burjuvaziye yapısal uyuma devam edileceği konusunda verdiği güvence;
burjuvazinin çıkarlarının özerkleşmiş devletin çıkarları karşısında hiçte ikincil
konumda olmadığını göstermektedir (Yalman, 2004: 63). Barkey’in de
belirttiği gibi;
“Türkiye sahnesinde bürokratik otoriter devlet nihai olarak gücün dengesini
özel sektöre dönüştürdü. Bu sektörün ekonomi politikalarını devam ettirecek
ama
çıkarlarına
müdahale
edilmeyecek
ortamın
yaratılmasıyla”
(Barkey,1990: 190).
Refah-Yol hükümetinin düşürülmesi ve RP96’nin kapatıldığı 1997 28
Şubat sürecinde de başta TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi sivil toplum
örgütlerinin sergiledikleri ortak tavırla, siyasal ve ekonomik sistem hakkındaki
endişelerini belirtmeleri de tıpkı, 1980 askeri müdahalesinde olduğu gibi,
büyük burjuvazinin ekonomik çıkarlarının demokratikleşme perspektiflerinin
96
RP’nin kurucusu Erbakan, merkez sağ AP hükümetinin desteklediği adaya karşı zaten TOBB’un
yöneticiliğini kazanmıştı. Erbakan, kampanyasında başarılı bir biçimde kendilerini geleneksel olarak
büyük burjuvazi tarafından kontrol edilen, TOBB’dan dışlanmış hisseden küçük ve orta ölçekli
grupları biraraya toplamıştı. Kurulu büyük burjuvaziye karşı bu tepki, RP ve onun öncellerince
sürdürülen anti-devletçi siyasal stratejinin de bir aracıydı. 1994 yerel, 1995 genel seçimlerinde de
RP’nin aldığı seçim zaferiyle MÜSİAD, bir sivil toplum örgütü olarak daha görünür olmaya
başlamıştı (Buğra, 1998: 525).
237
önüne geçtiğinin bir başka örneğidir. Bu gruplara göre, hükümet’in özellikle
sivil toplum’un parçası sermaye gruplarının tepkisini dikkate almaması, askeri
müdahalenin desteklenmesinin zeminini oluşturmuştu (bkz: Buğra, 1998:
535). Gerek 1980 askeri müdahalesine, gerekse 28 Şubat sürecine olan
desteklerinde görüldüğü gibi, ekonomik çıkar örgütü pozisyonları ağır basan
sivil toplum birliklerinin birincil amaçlarının neoliberal ekonomik reformları
etkileyerek makro ve sektörel seviyede ekonomi politikalarının geliştirilmesi
olduğu söylenebilir. İki farklı sermaye grubu olarak TÜSİAD’ın ve 1990’larda
yükselişe geçen ve İslami gelenekteki siyasal partilerle organik ilişkisi olan
MÜSİAD’ın devlet kaynaklarına yakınlık ve bu kaynaklardan yararlanma
bakımından aralarındaki mücadelenin niteliği, TÜSİAD’ın 28 Şubat sürecine
neden destek verdiğini açıklar. MÜSİAD ile yakın ilişkiler içinde olan ve Batı
demokrasisi ile uyumsuzluğu endişesiyle RP’nin 1990’lardaki yükselişi
karşısında rahatsız olan TÜSİAD’ın, “sekülerist sivil tepki” biçiminde yansıyan
desteğinin yanı sıra, yayımladığı raporlarla sivil toplum ve bireysel özerkliğe
olan desteği arasında çelişki bulunmaktadır. Öte yandan, RP, FP ve daha
sonra AKP ile organik ilişkiler içinde bulunan MÜSİAD’ın, RP ve FP’nin
kapatılmasının ardından kendini tanımlamaktan kaçınarak, siyasal arenanın
dışında kalmayı tercih etmesi, bunun yerine dışardan baskı uygulayarak
kamuyu etkilemeye çalışması (Öniş ve Türem, 2001: 105), RP dönemindeki
AB karşıtlığının aksine, RP ve FP’nin kapatılmasının ardından AB’yi öven bir
duruşa geçmesi de (MÜSİAD, 2000) sermaye tabanlı sivil toplum örgütlerinin
devletle ve demokrasi ile olan ilişkileri üzerine yeterince şey söylemektedir.
Hakim paradigmanın önde gelen temsilcilerinden Keyman’ın da ekonomik
alanın gelişiminin önemini vurgulamasında olduğu gibi;
“…eğer farklı ekonomik ve demokratik gelişme yaratmaya uğraşırsak reel
sektör olarak anılan üretimin ekonomik alanına odaklanmak zorundayız
ve üretim temelli faaliyet yapan ekonomik aktörleri ve toplumsal görüşleri
ciddiye almalıyız ve ekonomik ve kültürel hayata değişim dinamiğini
veren kesime bakmalıyız”(2007: 107).
Özellikle 1994 krizinin ardından, siyasal aktörlerle aralarındaki
mesafeyi arttırarak 2001 krizi sırasında hükümeti protesto eden TÜSİAD’dan,
merkez sağa yakınlığı ile bilinen TOBB’a kadar, sivil toplum bütününün
238
önemli parçası sermaye grupları, demokratikleşme konusu üzerinde geniş
faaliyette bulunmaya başlamıştır. Hakim paradigma, özellikle bu yıllardan
sonra sivil toplumun anahtar örgütleri olarak gördükleri bu grupların, liberal
demokrasinin geliştirilmesi konusundaki rollerine dikkat çekerken, diğer
üzerinde durulması gereken konu, bu grupların neden bu yıllardan sonra
demokratikleşme
burjuvazinin
trendine
özellikle
destek
1990’ların
verdikleridir?
ortasından
Başka
itibaren
bir
ifadeyle
demokratikleşme
reformlarını desteklemesinin nedeni nasıl açıklanabilir?
Bunun birincil nedeni; ekonominin baskın doğasının ya da teknik bir
alan olarak ekonominin “daha iyi yönetişim”, daha küçük, hesapverebilir ve
kurallara uyan ve onları uygulayan devlete olan ihtiyacının uluslararası
piyasanın başarısında rekabetedilebilirlik için bir anahtar koşul olarak
sunulmasıdır. Başka bir ifadeyle, neoliberal ekonomi, ya da serbest piyasa
odaklı süreçte demokratikleşmenin zorunluluğu, siyasal etkilerden uzak,
güvenilir ve “tahminedilebilir” bir piyasa çevresine duyulan ihtiyaçla ilgilidir
(Öniş ve Türem, 2001: 96). Serbest piyasa ekonomisinin bütün kurumlarıyla
yerleşmesi, ekonominin tamamen siyasal etkilere dışsallaştırılması, siyasal
istikrarsızlıklar nedeniyle sekteye uğramaması, hem devletin düzenleyici rolü
gereği “hukukun kuralı”nı uygulamasındaki etkinliğini gerektirmekte, hem de
piyasanın toplumsal huzurluklardan arınmasını, yani demokratikleşmeyi
gerektirmektedir. Devlet-ekonomi ilişkilerinde devletin “oyunun kuralı”nı
belirleyen olmasının neden olduğu belirsiz piyasa koşullarının olumsuz
sonuçlarının “tahminedilebilir” bir piyasa ekonomisi ve demokratikleşme ile
giderileceği düşünülmektedir.
Bu gruplardan demokratikleşme vurgusu bakımından diğerlerine göre
TÜSİAD, daha etkin görünürken ondan sonra gelen MÜSİAD olup, TOBB ve
TİSK ise daha sınırlı bir alanda demokratikleşme vurgusu yapmaktadırlar.
TOBB ekonomik ve sektörel konularda raporlar yayımlarken, TÜSİAD ve
MÜSİAD’a göre “iyi yönetişim” olarak demokrasiyle sınırlı ilişki kurmaktadır.
İnsan ve sivil haklarının sınırlarının genişletilmesi konusunda baskı gücü
oluşturmayıp bu konularla ilgili herhangi bir rapor da yayımlamamaktadır.
Siyasal iktidarlar üzerindeki baskın gücü ve ABD, AB gibi kurumlarla lobicilik
239
çalışmaları
ve
faaliyetlerinin
uluslararası
boyutu
nedeniyle
TÜSİAD,
diğerlerine göre Batı liberal demokrasisinin yerleştirilmesi konusunda daha
farklı ve etkili bir konumdadır (Öniş ve Türem, 2001: 98). 1990’ların
ortasından itibaren TÜSİAD ilk kez demokratik düzenin somut “kalıtsal”
eksikliklerini çarpıcı bir biçimde göstermek ve bunların üstesinden gelebilmek
için çeşitli önerilerinin bulunduğu özel komisyon raporları yayımlamaya,
konferanslar organize etmeye ve bilim adamlarını ekonomiyi tartışmaya
çağırmaya başladı (Müftüler ve Baç, 2003: 433). Örneğin 1997 Raporu’nda
bireysel ve sosyal haklarla ilgili bazı bölümlerin yanı sıra, emeksendikalarının önemi ve onların çalışma ilişkilerinde adalet ve istikrarın
başarılmasındaki rolü üzerinde durdu. Bunun yanı sıra, sosyo-ekonomik
hayata ilişkin çıkardığı farklı raporlarda özellikle askerin siyaset üzerindeki
etkisi ve Kürt sorununa karşı askeri sratejinin eleştirilmesi gibi oldukça kritik
konuları ele aldı. Kürt sorununa ilişkin olarak ekonomik sorunlardan ziyade,
ifade hürriyetine, dil ve kültürel haklara dikket çekerek, asker üzerinde sivil
kontolün artmasını ve azınlık haklarını destekledi (TÜSİAD, 1997; 1999).
Demokratikleşme kategorisindeki yayınlarının çoğu, temel olarak devlet
kaynaklarına kişisel ve yandaşcı ilişkilerle ulaşılmasının engellenmesi
bağlamında “iyi yönetişim”in başarılması, “optimal hükümet”, seçim reformu
ve devletle ilişkilerin yeni bir biçimde kurulmasına yöneliktir. Bunun için daha
küçük, hesapverebilir ve tarafsız bir hükümet talebi ile uyumlu bir biçimde; iyi
yönetişimin aracı olarak rekabet piyasası sisteminde hukuk devletinin
uygulanması, piyasada istikrarın, tahminedilebilirliğin ve hesapverilebilirliğin
sağlanması konusunda temel endişelerini ortaya koymaktadır (TÜSİAD,
1999). TÜSİAD ayrıca, mevcut yasal ve toplumsal sorunları değerlendirdiği
ve eleştirdiği 1997 Raporu’nda dönemin hükümetinin, Refah-Yol, toplumsal
istikrara engel olduğunu ve Batı dünyasından izole politikalarının risklerine
değinmiştir. AB’ye üye olma amacının sadece devlet politikasının içsel bir
aracı
olmadığını,
aynı
zamanda
Türkiye
toplumunun
çoğunluğunca
desteklenen bir toplumsal amacı birleştirdiğini belirtmiştir (TÜSİAD, 1997).
1980’lere kadar kalkınmacı devlet ideolojisi kapsamında “ulusal çıkarlar”ı
desteklediği meşruiyeti ile devlet desteklerinden yararlanan TÜSİAD’ın gerek
240
1980 askeri müdahalesi, gerekse 28 Şubat sürecinde devletle olan ilişkileri
göz önünde bulundurulduğunda farklı bir sermaye grubu olarak MÜSİAD’ın
yükselişe geçtiği ve yoğun devlet desteği aldığı 1990’ların ortasından itibaren
neden demokratikleşme reformlarına destek verdiğinin başka bir yönünü
ifade eder.
TÜSİAD’ın
yanı
sıra
MÜSİAD’da,
sosyo-ekonomik
ve
siyasal
konularda özel komisyonlar, profesyonel komiteler ve konferanslar organize
ederek; teknoloji edinimi, piyasa ilişkileri ve “İslami kolektif kimliği”ne
referansla iş etiği, işbirliği sorumluluğu, ortaklaşa çıkarlar gibi örgüte üye
firmalar arasında sınıf dayanışmasının sağlanmasına yönelik çalışmalarda
bulunmaktadır (Buğra, 1998: 529-30; Keyman, 2004: 129). MÜSİAD’ın
ekonomi dışı konularda, demokratikleşme konusundaki raporları ise daha çok
TÜSİAD’ın “seküler devlet”in savunuculuğu ile meşrulaştırmasının aksine,
Türkiye devletinin otoriteryan sekülerizmine karşı ve dinsel hak ve
özgürlüklerin genişletilmesine ilişkindir. Dinsel özgürlükler hariç bireysel
hakların genişliğini ve demokratik özgürlükleri daha az vurgulamaktadır. Son
zamanlara kadar da etnik ve Kürt sorunu üzerine eğilmemiştir. Ancak
TÜSİAD’la karşılaştırıldığında “siyasal İslam” geleneğindeki siyasal partilerin
“sosyal refah” söylemine benzer biçimde sosyal haklar konusu üzerine daha
fazla eğilmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 103). MUSİAD 2000 Rapor’unda,
RP ve FP’nin kapatılmasının ardından geçirdiği dönüşümün de bir yansıması
olarak, daha hesapverebilir bir devlet, dinsel özgürlüklerin yanı sıra
demokratik açılım, hesapverebilir bir yönetişim, parti içi demokrasi ve
düşünce özgürlüklerinin sınırlandırılmasının kaldırılması gibi konular üzerinde
durmuştur (MUSİAD, 2000). Siyasal İslam tabanından gelen emek sendikası
Hak-İş ile sermaye örgütü MUSİAD arasındaki potansiyel gerilime dikkat
çeken Buğra (2004: 139), MUSİAD’ın emek-sermaye ilişkileri konusundaki
tutumunun “sosyal refah-adalet” söyleminin aksine, işçi haklarının yeniden
dağıtım-örgütlenme ilkesi temelinde değil, enformel ve kişisel ilişkiler içinde
241
belirlendiği bir modeli benimsediğini belirtmektedir. Çünkü İslami çerçeve 97
içinde yer alan emek-sermaye ilişkilerinin formel bir iş hukukuna veya işçi
sendikalarına
gerek
duyulmaksızın
karşılıklı
güven
temelinde
yürütülebileceğine inanılmaktadır. Örneğin Balcı, bir yandan sendikaların
gönüllü çalışan işçi temsilcileri olarak varlıklarını sürdürebileceklerini öte
yandan, İslami emek piyasalarında kesinlikle grevlere yer olmadığını
savunmaktadır (Balcı, 1994: 124-125 akt: Buğra, 2004: 137).
Demokratikleşme konusuna eğilen bir diğer örgüt olarak TOBB ise
1995’de “Doğu Sorunu Raporu”yla diğerlerinden daha fazla güneydoğudaki
problemlerin çözümüne ilişkin öneriler sundu. TÜSİAD’a benzer biçimde hem
iyi yönetişim, hem de uluslararası piyasa nomlarıyla paralel görüşlerinin yer
aldığı 2000 yılında yayınlanan Anayasa Raporu’nda ise temsiliyet ve istikrar
bakımından Batı demokrasinin önünde duran en büyük engel olarak gördüğü
parti sistemi ve Seçim Kanunu’nun anti-demokratik yönlerine değindi (TOBB,
2000 akt: Öniş ve Türem, 2001: 102). 1980’lerde emek-sermaye ilişkilerinde
ücret pazarlıkları için oldukça muhafazakar ve dar temelli ekonomik çıkarlara
odaklanan TİSK ise diğerlerinin aksine, demokratikleşme dalgasından
kaçınmakla birlikte Anayasal düzenlemeler ve Kürt sorunu üzerinde
durmaktadır. Onun perspektifinde evrensel liberal demokrasinin faydaları,
daha çok serbest piyasa ekonomisinin olduğu bir ekonomide esnek
uzmanlaşma ve esnek çalışma ilişkilerinin emekten çektiği sermayeye
yönelik avantajlara yöneliktir (Benzer bir değerlendirme için bkz: Öniş ve
Türem, 2001: 103).
Görüldüğü gibi TÜSİAD, raporlarında bir yandan vergi reformu, sosyal
güvenlik, istihdam oluşturma gibi konuları, diğer yandan da “optimal devlet”
nosyonunu içeren devlet faaliyetlerinin azaltılması yönünde küçük devlet ve
rekabetçi piyasa ekonomisini vurgulamaktadır. Eğitimin öneminden, gelirin
yeniden dağıtımından söz ederken büyük eğitim harcamalarının finansman
97
İslam’a uygun barış çağrılarının her zaman sınıf çatışmalarını engellediği yanılgısı için; Bursa’da
MUSİAD üyesi bir tekstil fabrikasında yaşanan olay: fabrika sahibinin Hak-İş’e bağlı tekstil sendikası
Öz İplik İş görevlilerini MHP ve Büyük Birlik Partisi (BBP) militanlarını kulllaranak işyerinden zorla
uzaklaştırmasına bakılabilir (Yeliş Bayraklı Sınıf Mücadelesi, Tempo, Ocak 1994 akt: Buğra, 1998)
242
olasılığının
“optimal
devlet”le
nasıl
mümkün
olacağını
cevapsız
bırakmaktadır. Bu anlamda emek sendikalarının mücacelesine olan negatif
tavrı ile MUSİAD ise toplumsal huzursuzluğu önleyici bir yöntemle sosyal
adalet konusuna eğilerek küçük ve orta ölçekli firmaların kamu kaynaklarının
dağıtılmasından yararlanmasına odaklanmaktadır (Öniş ve Türem, 2001:
107). Burjuva sınıfının temsilcileri olarak bu sermaye grupları, IMF ve DB
destekli yapısal uyum politikalarına göre dizayn edilen neoliberal ekonomik
rasyonalitenin üretim üzerinde finans sektörünü öncelemesi, istikrarlıtahminedilebilir bir makro-ekonomik çevre ve sermayenin faaliyetlerinin
devlet ya da başka gruplar tarafından alıkonulmamasından yanadırlar.
Toplumun büyük bir kesiminin siyasetin dışında bırakıldığı 1980 askeri
müdahalesi ve onu izleyen düzenlemelere rağmen, sivil toplum’un bu
yıllardan itibaren “gelişmeye” başlaması; apolitizasyon ve depolitizasyon
sürecinin demokratik içeriği azaltan yönetişim biçimleriyle, yaygın neoliberal
ortodoksi ile uygunluğunu ve kamu alanında piyasalaşmanın yükselmesinin
garantilenmesini ifade etmektedir (Kettell, 2008: 632). Çünkü toplumsal
ilişkiler biçimi olarak sermayenin varlığının sürekliliğinin sağlanması, kapitalist
toplumsal ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermaye ve emek
arasındaki ilişkilerin olası krizleri nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı
gerektirmektedir. Bu yeniden biçimlenme süreci, toplumdaki belirli toplumsal
ilişki biçimlerinin yeniden zorlanmasıyla toplumsal eylemliliği içerecek sürekli
bir mücadele durumu ortaya çıkaracağından (Holloway, 2001: 239)
demokratikleşme meşruiyeti ile siyasal istikrarın kurulmasını hedeflemektedir.
Bunun başka bir görünümü, bireyin devlet ve sermaye ile olan ilişkisinde,
yani ekonomi-siyaset alanlarının ayrılması ve onun işçi ve vatandaş diye ikiye
bölünmesiyle mücadele içinde ekonomik ve siyasal98 olarak ayrışmasında
somutluk kazanır. Başka bir ifadeyle, bir üretim faktörü olarak emek gücü
sahibi somut bireyin, ekonomik ve siyasal olarak bölünmüşlüğünün siyasal
düzeydeki soyut görünümüdür. Siyasetin toplumdan ayrılmasının bir
yansıması olan bu durum, devletin siyasal serbestliği ile mal sahipleri
98
İnsan hakları bahşedilmiş soyut yurttaş ve sözleşme özgürlüğü bahşedilmiş ücretli işçi, aynı
ayrılmanın iki tarafıdır (Bonefeld, 2007: 273).
243
arasındaki özel mülkiyet ve sözleşme hakları denilen soyut eşitlik ilişkilerini
koruma rolüne içkindir (Bonefeld, 2007: 270). Görüldüğü gibi, ekonomik
liberalizasyon gereği, devletin ekonomiyi doğrudan etkileyen faaliyetlerinin
sınırlandırılarak
hukukun
kuralının
çıkarılmasının
devlet-burjuvazi
uygulayıcısı
bağımlılığını
olma
işlevi
azaltacağı
ile
öne
düşüncesi
“demokratikleşme” için oldukça önem arzetmektedir. Ancak devlet-toplum
ilişkilerine yönelik ekonomi-siyaset, devlet-sermaye ve işçi-vatandaş gibi
bölünmelerde somutlaşan bu “demokratikleşme” iddiasının, diğer yandan
sermayenin faaliyetlerini meşrulaştırdığı da göz ardı edilmektedir.
5.2. DEPOLİTİZASYON SÜRECİ: SİYASETİN ‘GÖRÜNMEYEN EL’İ
Ekonomik karar alma süreçlerinin siyasal karar alma süreçlerinden ve
sınıfsal mücadelelerden bağımsızmış gibi gösterilmesi stratejisi olarak
deolitizasyon, toplumun siyasetten arındırılması ya da siyasal olarak kitlelerin
muhatapsız bırakılmasıyla, “evrensel” piyasa kurallarının geçerli olduğu
tahminedilebilir bir piyasa ekonomisi oluşturulmasını amaçlar. Bu parasalcılık
ve enflasyon politikalarının hükümet faaliyetlerinden bağımsızlaşmasında
olduğu gibi, AB ve IMF gibi uluslararası kurulların yönlendiriciliğinde alınan
kararların
uygulanması
ve
hükümetlerin
imzaladığı
taahhütlerin
başarılmasının bir yolu olarak görevlerin iktidar partisinden siyaset dışı/“nonpolitikal” organlara taşınması biçimlerinde olabilmektedir (Burnham, 2001:
137). AB’ye üye ve adaylık statüsündeki ülkelerle ilgili çeşitli raporlarda sıkça
vurgulanan evrensel demokratikleşme ve piyasa değerleri bu anlamda
piyasanın ‘özgür’ düzenini bozacak toplumsal güçlerin kontrol altına
alınmasını
ya
da
sınırlarının
kesinleştirilerek,
siyasal
süreçlerden
uzaklaştırılması anlamında yönetişim ve düzenleyici kurullar gibi araçlarla
hayata geçirilmektedir. Dolayısıyla bir yönetim stratejisi olarak depolitizasyon,
apolitizasyonla örtüşecek biçimde Burnham’ın çeşitli çalışmalarında da
belirtildiği gibi, neoliberal yönetim stratejilerinin ekonomi politikaları söz
konusu olduğunda, keyfiyetten “kurala dayalı” yönetime doğru bir yönelimi
ifade etmektedir (Burnham, 2001: 127; 2003: 164-165). Başka bir ifadeyle,
yönetim ve siyaset arasında kurulacak olası bir ilişkiyi ortadan kaldırmaya
244
yönelik bu siyaset ötesi durum, siyasal karar alma süreçlerinin ve onun
yönetsel örgütlerinin kitlelerin kontrolünden uzakta bir yerlerde yeniden
konuşlandırılması anlamını da taşır. Bu anlamıyla siyasal ve yönetsel
mekanizmaların yeniden yapılanması süreci de siyasetten arındırmanın bir
parçasıdır (Güney, 2006: 191-192).
Türkiye’de neoliberal dönüşüm politikaları bağlamında, devletin
nötrlüğü çerçevesinde, yeni bir kamusal algılama kurmayı amaçlayan bir
strateji ve kararalma sürecinin politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere
yerleştirmek anlamında depolitizasyon süreci, yapısal uyum politikalarının bir
sonucu olarak daha çok 1990’lar sonrası için uygun düşmektedir. Ekonomi
politikalarının hükümetlerin keyfi uygulamaları sonucu siyasal istikrarsızlıklara
neden olduğu gerekçesi ile ekonominin yönetiminin “kural”a dayandırılması,
bu sayede de dışsal etkilere kapatılmasını öngörmektedir. Özellikle 1994 ve
2001 krizini takiben burjuvazi ve AB’nin örtüşen ekonomik ve siyasal
taleplerinde somutlaşan bu durum, yerel sermaye örgütlerinin AB üyeliğine
verdiği geniş destekte görünümünü bulmaktadır.
Ekonomi politikalarının “kurala” dayandırılarak sorumluluğunun siyasal
iktidarlardan devri, gerek AB üyelik süreci bağlamında uyulması zorunlu
taahhütnameler, gerekse bunun bir sonucu olarak siyasetin ekonominin
yönetiminden çekildiği mekanizmalar aracılığıyla izlenebilir. Uluslararası
düzeyde AB gibi kuruluşlarca da ileri sürüldüğü gibi, piyasaya ilişkin her türlü
düzenlemenin kurala dayandırılması ekonominin yerel düzeyde siyasetin
insiyatifinden ve siyasal çatışma ortamından etkilenmesini önleyecek biçimde
dizaynedilmesi anlamına gelmektedir. Ekonomi politikalarına ilişkin kararların
siyasal karar alma süreçlerinden bağımsızlaştırılarak, toplumsal güçlerin
uzağında bir yerde alınması ise kitleleri bu politikaların olumsuz sonuçlarına
karşı muhatabsız bırakacak biçimde, hükümet yetkilerinin çeşitli “hassas
konular”daki sorumluluğunun AB raporlarına uygun biçimde özerk kurullara
aktarılmasıyla gerçekleşmektedir.
245
5.2.1. “Evrensel” Demokrasi Normlarının Yerleşmesinin Etkili Aktörü
Olarak AB
Güçlü bir sivil toplumun ancak piyasanın evrensel kurallarının etkin bir
şekilde
uygulanmasını
gerektirmesi,
sağlayan
uluslararası
sınırlandırılmış,
standartların
ama
yerleşmesi
güçlü
devleti
anlamında,
toplum
nezdinde demokratikleşme meşruiyeti ile yapılmaktadır. Öniş ve Türem’in de
ifade ettiği gibi, hem insan hakları alanında demokrasinin iyi tanımlanmış
evrensel normlarıyla kesin uyumluluğunun sağlanması, hem de yerel ve
uluslararası sermaye için tahminedilebilirlik, uluslararası rekabet edilebilirlik,
devlet kaynaklarına daha az bağımlılık, serbestleşmeye daha fazla açıklık,
uluslararası finansın doğrudan girebildiği, uluslararası bankalardan borç
alınabildiği ya da stratejik ortaklıkların yapılabildiği bir piyasa çevresinin
kurulması amaçlanmaktadır (2001: 97). Bu nedenle Türkiye özelinde
2000’lere kadar IMF’nin ekonomik, AB’nin de siyasal reformlardaki
sorumluluğu, 2001 krizinden sonra, IMF’nin rolünün geçici iyileşme
süreçleriyle ilişkili olması nedeniyle, AB’nin hem ekonomik hem de siyasal
dönüşümün uzun
gerektirmiştir
dönemli asli aktörü olması yönünde
(Öniş
ve
Bakır,
2007:
155).
değişmesini
Toplumsal
ilişkilerin
düzenlenmesinde benzer toplumsal formasyondandan hareket eden, ancak
devletin belirleyiciliğini tercih edenlerle, bunun yerini sivil toplum örgütlerinin
almasını isteyenler arasındaki çatışmanın her iki tarafının da bu yıllarda AB
reformlarına
verdiği
destekle
(Köker,
2010:
65),
hem
“evrensel”
demokratikleşme normlarına ulaşılması, hem de piyasa için tahminedilebilir
bir çevrenin oluşması amaçlanarak krize neden olacak siyasal istikrarsızlıklar
önlenmeye çalışılmaktadır. Bu yönde AB raporlarında sıklıkla vurgulanan
tartışmalı alanlar; sosyo-ekonomik konulardan ziyade kimlik, din gibi kültürel
sorunlara yönelik çözüm önerilerinin yer aldığı reform programlarında
somutlaşmakta olup halen devam etmekte olan Kürt sorunu, siyasal İslam,
askerin siyaset üzerindeki etkisi ve AB reformlarının uygulanmasına ilişkin
olası direncin aşılması üzerinde durulmaktadır. 2001 krizinin ardından verilen
“ödünlere” rağmen, bu ve benzer konular üzerindeki çözümsüzlüğün temel
nedeni ise, tıpkı ekonominin liberalizasyonunda olduğu gibi, devlet merkezli
246
anlayışın kültürel milliyetçiliğinin inşasının başarısızlığının bir sonucu olarak,
onun siyasal aygıtlarının yarattığı krizlerde görülmektedir (Köker, 2010: 67).
Buna göre çoklu kimliklerle kombine Türkiye toplumuna eğer ultra-milliyetçi
sağın Türk-İslam sentezi ya da devlet merkezci ideolojiden bakılırsa,
birleşmiş devletin sürdürülmesinde bir dizi sorun ortaya çıkacaktır (Yeşilada,
2007: 19; Köker, 2010: 66). Türkiye’nin bu sorunlarının çözümü ise anayasal
kimliğin yenilenmesi, farklılık ve kimliğin öneminin kamu önünde inkarından
vazgeçilmesi ve bu sorunların parça reformlarla değil, vizyonunu “zenginlik
olarak farklılık” biçiminde sunan ve Türkiye demokrasisinin güçlenmesi
istekliliği beyanıyla, şu an ki hükümet ile bütün siyasal partileri içeren bir
siyasal süreç içinde çözülebileceği belirtilmektedir (Köker, 2010: 66).
Türkiye’de demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılması için reformların
alanının genişliğinin henüz yeterli olmaması sorunu ise siyasal partilerin aktif
desteğinin yanı sıra, dış aktör olarak AB’nin siyasal, bürokratik, laik güçler ile
burjuva elitleri üzerindeki baskı ve işbirliği ile çözülebileceği öngörülmektedir
(Yeşilada, 2007: 19). Böylece örneğin, Türkçe’den başka anadilin varlığının
kabulü, yerel yönetimlerde farklı dillerin kullanımı ve merkezi vesayet
gücünün gevşetilmesiyle siyasal katılımın sağlanmasında daha fazla kamuya
açık olunabilecektir (Köker, 2010: 67). Bunun yanı sıra, AB üyelik sürecindeki
ülkelerin siyasetinin dönüşümünde AB’nin en güçlü dış aktör olması
nedeniyle, öngördüğü siyasal koşulluluk kriterlerinin (Müftüler ve Baç, 2005:
19; Keyman, 2005; Öniş ve Bakır, 2007: 148), AB’nin Türkiye’ye sırtını
dönmesi durumunda dahi Türkiye’nin istikrarlı piyasa ekonomisi ve liberal
demokratik sistemden artık vazgeçemeyecek olmasının (Köker, 2010: 65)
demokratikleşme reformlarına ilişkin güveni arttıracağı düşünülmektedir.
Dolayısıyla bir önceki başlıkta değinilen 1980 askeri müdahalesine ve
28 Şubat’a destek veren, 2007 Nisan Muhtırasına karşı da sessiz kalan
büyük burjuvazinin, TÜSİAD, ve RP-FP gibi İslami partilerin kapatılmasının
ardından AB reformlarına desteğini artıran, MUSİAD, sermaye örgütlerinin
1990’lardan, özellikle de 2001 krizinden, sonra neden demokratikleşme
konusuna yoğun bir şekilde eğildiği; Türkiye ekonomi ve siyasetinde en etkin
dış aktör olarak AB’nin “demokratikleşme” baskısıyla yakından ilişkilidir. Bu
247
anlamda, AB raporlarında ekonomik ve toplumsal hayata ilişkin yapılması
öngörülen
düzenlemelerle,
sermaye
odaklı
sivil
toplum
örgütlerinin
raporlarındakiler benzerlik göstermektedir. Örneğin, AB’ye üyelik sürecindeki
ülkelerle müzakerelere başlamak için öncelikli yerine getirilmesi gerekli
kriterler içinde siyasal ve kültürel hakların yer almasının yanı sıra, Türkiye için
hazırlanan ilerleme raporları ve katılım ortaklığı belgelerinde de (2003, 2008)
siyasal ve temel ilkeler başlığı altında kültürel farklılığın ve kültürel hakların
korunması öncelikli olarak yer almaktadır.
Türkiye 1987’de üyelik için ilk kez başvurduğunda, ekonomisinin AB
ülkelerininki gibi gelişkin olmaması, siyasal ve bireysel haklar konusundaki
demokrasi yokluğu ve işsizlik gerekçeleriyle AB ülkeleri için ciddi bir tehdit
olarak algılanmıştı (Yeşilada, 2007: 4). Soğuk savaşın ardından Türkiye’nin
ekonomik ve siyasal öneminin arttığı 1990’larda ise AB liderlerinin kapıyı ne
Türkiye’ye kapattığı, ne de üyeliği tam olarak garanti ettiği; Türkiye pazarı
nüfusunun tamamını AB firmalarının müşterisi yapan GB anlaşması
yapılmıştı. GB’ye girişin ardından, 1997’de Lüksemburg Zirvesi’nde AB’ye
aday ülke listesinde Türkiye’nin yer almamasının neden olduğu hayal kırıklığı
ise (Yeşilada, 2007: 5; Müftüler ve Baç, 2005: 20) 1999 Helsinki’de tam
üyelik için temel ekonomik ve siyasal refomlarda AB’nin daha etkili olmaya
başlamasıyla aşılmıştır (Öniş ve Bakır, 2007: 155). 1995’de popüler siyasal
katılım üzerindeki askeri müdahale sonrası yasakların ve zorlamaların
kaldırıldığı anayasa reformunun ardından, tam üyelik için adaylık statüsü
gereği 1999 sonrasında otoriteryan anayasanın demokratikleşmesi yönünde
yoğun düzenlemeler yapılmıştır. 2001’deki temel haklar ve özgürlükler
alanındaki düzenlemelerle Anayasa’da iyileştirme yapılacağı belirtilen 37
maddenin 34’ü için TBMM oy kullanmış ancak, Kürt kimliği ve Kürtçe diline
ilişkin sınırlandırmaların kolaylaşmasına rağmen, faaliyetlerine ve kamu
görevlilerinin greve gitmesine ilişkin katı yasaklar99 devam etmiştir. AB
parlementosu İnsan Hakları Komisyonu’nca eleştirilen bu durumun ardından
99
“Terörü Önleme Yasası” kapsamında Kürt ulusalcılığının sözlü desteğini devlete karşı suç sayan
(madde 8) gereğince Demokrasi Partisi (DEP)- Demokratik Halk Partisi (DEHAP) 1994’de
kapatılmış, parlamenterleri uzun hapis cezasına çaptırılmıştı.
248
demokratik kurumların istikrarını ve insan haklarına saygıyı ön koşul olarak
vurgulayan 2002 Kopenhag Kriterlerinde Türkiye’nin halen aday ülke listesine
alınmamas, tekrar AB-Türkiye ilişkilerini kötüleştirmiştir (Yeşilada, 2007: 7;
Köker, 2010: 65; Müftüler ve Baç, 2005: 21-2). Ancak AB parlamenterlerinin
düzenli olarak çatışmalı alanları ziyaretinde hapishaneleri izlemesi, insan
hakları organizasyonlarına verdiği destek ve reformların etkisiyle ılımlı islami
kanatların ve Kürt hareketinin sivil toplumun içine daha fazla dâhil olduğuna,
insan hakları faaliyetlerinin gereklerinin yerine getirilmeye başlandığına karar
verilmesi (Keyder, 2004a: 77), adaylığa ilişkin umutları yeniden harekete
geçirmiştir.
2001 ekonomik krizinin ardından reformların uygulanmasında AB’ye
üyelik sürecinin derin etkisinden söz eden Öniş ve Bakır, ekonomik ve
demokratik refomların birlikte gittiği kriz sonrasında, ekonomik refomların bir
an
önce
gerçekleştirilmesini bekleyen
piyasa
aktörlerinin
baskısıyla,
koalisyon hükümetinin reformlara daha fazla direnemediğini belirtmektedir.
Siyasal reformların piyasaların istikrarlı işleyişi için bir araç olduğu görüşü,
reformların
başarısızlığının
ekonomik
iyileşme
sürecini
olumsuz
etkileyeceğini ve piyasa katılımcılarının siyasal iktidarın kapasitesine
güvenmemesi durumunda da piyasa istikrarının bozulacağı düşünülmektedir
(Öniş ve Bakır, 2007: 155; ayrıca bkz: Müftüler ve Baç, 2005: 21).
Görüldüğü gibi, gerçekte siyasal refomlarla ilgili olmayan uluslararası
finansal aktörler, demokratikleşme reformlarının gerçekleşmesini ekonomik
reformların sağlamlaştırılması ve istikrarlı bir ekonomi için gerekli bir adım
olarak görmektedirler. İstikrarlı bir piyasa ekonomisi için istikrarın ve güven
ortamının sağlanması, Kopenhag Kriterleri’nin siyasal unsurlarının içeriğini
oluşturan demokratik derinleşme ve yasanın kuralının uygulanmasında da
belirtildiği gibi, serbest piyasa ekonomisi için daha güçlü bir koruma derecesi
sunmaktadır (Rogers, 2009: 634). Çünkü ulusal ekonomi politikasının
sürdürülmesinde piyasa güveninin yokluğunun genel bir yansıması, piyasa
güvenini tekrar kazanmak için hükümetlerin piyasa disiplinini üstlenecek bazı
politikalar üstlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Öniş ve Bakır’ın da belirttiği gibi;
249
“Siyasal reformların sırayla, yabancı ve yerli yatırımlar için
tercihedilebilir bir piyasa iklimi yaratma kabiliyeti Türkiye’ye güvenin
artmasını oluşturdu” (2007: 155).
Dolayısıyla istikrarlı ve işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığının siyasal
istikrarı sağlayacağı düşüncesiyle, yasama sistemini AB standartlarına
uydurmaya çalışan Türkiye, ilgili yasa ve Anayasal reformlarla Kopengang
kriterlerini izlemeye devam etmektedir. Bu kapsamda 2004’de idam
cezasının ve DGM’lerin kaldırılması, gayri müslümlere daha fazla özgürlük,
Kürtçe dilinin “kültürel zenginliğimiz” diye radio-TV yayınlarıyla Kürtçe ifade
özgürlüğünün genişletilmesi, Güneydoğu’da olağanüstü halin kalkması ve
insan hakları alanında uluslararası anlaşmaların yerel yasama üzerindeki
üstünlüğü kabul edildi (Özbudun, 2006: 549; Yeşilada, 2007: 8; Köker, 2010:
65). Bu kapsamlı anayasal ve yasal siyasal reformlar karşısında bireysel
haklar, polis şiddeti ve işkencesi, yazarlar- gazateciler ve yayıncıların
gözaltına alınması, kamu sektöründe yolsuzluk, askerin siyaseti etkilemesi
gibi konularda ise AB uygulama süreçlerine bakılması gerektiği belirtildi
(Yeşilada, 2007: 9). Askerin siyaset üzerindeki etkisinin hafifletilmesi
konusunda ise MGK’nın sivil üyelerinin oranının artmasıyla birlikte, ayrıcalıklı
gücünü azaltan “önerilen önlemler” değil, görüş bildiren bir organ olmasına
ilişkin düzenleme ile MGK sekreterliği, hükümet kurumlarından “spesifik
önlemler” üzerine nasıl çalıştıklarına dair raporlar almamaya başladı (Keyder,
2004a: 81; Heper, 2005: 37; Köker, 2010: 61). Heper’e göre bu durum,
siyasal süreci daha fazla Batılılaştırarak siyasal rejimin de daha fazla
liberalleşmesini
ve
asker-sivil
ilişkilerinin
özerkleşmesiyle
demokratikleşmenin derinleşmesini sağlaması bakımından önemlidir (Heper,
2005: 43). Bunun yanı sıra, devletin üniter yapısını zedeleyeceği endişesiyle
herhangi bir kültürel çeşitliliğin Türk ulusu ve devletine karşı bir tehdit olarak
görülmesinin (Müftüler ve Baç, 2005: 24) neden olduğu, devletin İslam ve
Kürt kimliği karşısındaki milliyetçi otoriter görünümünün, yani baskıcı devlet
aygıtının dönüşümü için Türkiye’nin AB’ye adaylığının önemine dikkat
çekilmektedir (Keyder, 2007: 231). Türkiye’nin artık demokratikleşme
yolundan dönemeyeceğini belirten Köker ise çatışma içindeki toplumsal ve
250
siyasal güçlerin, statüko savunucularının/bürokratik elitlerin dönüşümü için
tümüyle yeni bir anayasa ihtiyacının gerekliliğini vurgulamaktadır (2010: 65).
Böylece bireysel özerkliği güçlendirecek olan anayasal düzenlemeler ile sivil
toplum güçlenecek; keyfi yönetimlerin son bulması, Kürt azınlığın kolektif
haklarının tanınması, laikliğin dinsel örgütlenme ve ifade özgürlüğüne olanak
sağlayacak biçimde yeniden yapılanması ve askeriyenin devlet üzerindeki
vesayetine de son verilecektir (Keyder, 2007: 237).
Görüldüğü gibi sosyo-ekonomik haklardan ziyade, kültürel ve siyasal
haklara odaklanan AB üyelik süreci yönündeki refomlar ve bunların yerel
temsilcileri konumundaki sivil toplum bütününün parçası sermaye örgütlerinin
raporlarında demokratikleşme süreci ile ekonomide ve siyasal kültürde,
devletin kamu yararı adına bilen ve eyleyen olarak görüldüğü bütün bir
devletçi sistemin terk edileceği beklenmektedir. Toplumsal güçler arasındaki
çatışmayı devlet-piyasa, ekonomi-siyaset, bürokratik elitler-siyasal elitler gibi
güçlü devlet geleneği varsayımları ile sivil toplum üzerindeki keyfi politikaların
açıklayacısı olarak gören hakim paradigma, dönüşümün unsurlarını devlet
merkezci olmayan AB, sivil toplum örgütleri ve devlet yanlısı olmayan siyasal
partilerin birlikteliğinde görmektedir. Buna göre, ancak bürokratik ve siyasal
isteğin örtüşmesiyle devletin düzenleyici kapasitesi genişletilebilecek ve
ekonomik
yönetişim
için
kurumsal
reformalara
yönelik
toplumsal
mobilizasyon sağlanabilecektir (Öniş ve Bakır, 2007b: 149). Örneğin AB ve
sivil toplum örgütlerinin yanı sıra, devlet merkezci bir siyasal parti olmayan
AKP’nin 2002 seçimleri öncesinde Avrupa ile lobi faaliyetlerinde bulunması
ve AB’ye yönelik vaatleri yerine getirme vaadi “toplumsal” (2007: 238) ya da
yerel ve uluslararası sermaye kuruluşlarının desteğinin alınmasında etkili
olmuştur. Benzer biçimde Keyman’a göre de, AKP’nin tek parti olarak siyasal
iktidarı ele geçirmesi, bürokratik aktörler ve siyasal aktörler arasındaki alanın
genişlemesine ve demokratikleşme yoluyla toplumsal sorunlara çözüm bulma
ve sürdürülebilir ekonomik kalkınma için olanak yaratacak olmasına (2004:
124) bağlanmaktadır. Başka bir ifadeyle AB üyeliği süreci, “bürokratik elitler”
ve onların müttefiklerine karşı reformlar için daha hızlı adımlar isteyen bazı
sermaye gruplarının sivil topluma daha güçlü bir ses vermesine ve devlet
251
merkezci anlayışa meydan okumasına neden olmaktadır. Siyasal ve
ekonomik karar vericiler üzerinde sivil toplum örgütlerinin kontrolünü arttıran
(Barkey,
2009:
105;
Köker,
2010:
51)
bu
durum,
bu
nedenle
“demokratikleşme” işareti olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin
AB’ye üyelik hedefinin bakiliği ve AB normlarına referans verilmesi
demokrasiyi, hukuk düzenini ve insan haklarını savunan sivil toplum
gruplarının devlet merkezci anlayış karşısındaki eleştirilerin meşruluğunu
oluşturmaktadır (Keyder, 2007: 233).
Hakim
paradigmanın
ekonomik
krizlerin
siyasal
olanından
kaynaklandığı, bunun da “evrensel” demokrasi normlarının yerleşmesiyle
aşılabileceği görüşünün aksine, burjuvazinin daha önce anti-demokratik
uygulamalara destek verirken, 1990’lardan sonra neden demokratikleşme
reformlarına destek verdiğinin iki belirgin nedeninden sözedilebilir. Bunlardan
ilki; 1990’ların sonundan itibaren, apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin
de etkisiyle, siyasal çatışmanın sol-sağ arasındaki kutuplaşmadan daha fazla
sivil/kültürel haklara kayması ve bu alandaki gerginliklerin anayasal
düzenlemelerle giderilerek siyasal istikrarın sağlanabileceği düşüncesidir.
Bununla ilişkili diğer bir neden, krizin de bir sonucu olarak, 1980’lerin
başındaki pozisyonlarının aksine, büyük burjuvazinin tahminedilebilir bir
piyasa ekonomisi adına ekonomik reformlar için olduğu kadar siyasal
reformlar için de baskı yapması; Keyder’in ifadesiyle sivil toplum alanının
genişlemesi için ‘devletin geri çekilmesi’ yönündeki baskıdır (2007: 231).
Böylece demokratik süreçlerin toplumsal güçlerin deviniminden ziyade,
ekonomik reformların ve politikaların uygulanması için güvenli ortamı
sağlayan, AB talepleri (Keyder, 2004a: 77) ile yürütülecek olması da
Kopenhag Kriterleri’nde belirtilen “yasanın kuralı”nda olduğu gibi, ekonomik
reformların
muhatabı
olarak
siyasal
iktidarı
görünmez
kılabilecektir.
Kopenhag Kriterleri’nin ekonomik ve politik baskısının artan etkisiyle siyasal
iktidarlar hem yerel, hem de uluslararası düzeyde sermaye gruplarının
güvenini alabilmiştir (Öniş, 2009: 11). Bu gruplar içerisinde hem TÜSİAD,
hem de yeni Anadolu burjuvazisi MÜSİAD, TOBB ve TİSK ekonomik ve
siyasal
liberalizasyon
programının
demokratikleşme
boyutuna
farklı
252
derecelerde dahil olmuştur (Keyder, 2004a: 78-79). Bu gruplardan ağırlıklı
olarak TÜSİAD’ın temsil ettiği özellikle İstanbul sermaye çevresinden oluşan
ve daha köklü bir nitelik taşıyan büyük burjuvazi, AB üyeliği için gerekli
siyasal
reformlara
pozisyondadır.
yönelik
Kopenhag
lobi
faaliyetlerinde
kriterlerinin
siyasal
oldukça
baskın
unsurlarının
bir
yerine
getirilmesine olan yoğun baskısı ile temel haklar ve özgürlükler alanında100,
Türkiye anayasal sisteminin otoriteryan görünümünün ortadan kaldırılması ve
Türkiye demokrasisini AB standartlarına yakınlaştırmaya yönelik yasal
refomlara yoğun destek vermektedir (Öniş ve Türem, 2001: 104). Heper’e
göre TÜSİAD’ın AB üyeliğine olan bu desteği ile Türkiye’nin daha liberal ve
demokratik bir hükümet sistemi olacağı, böylece hem siyasal İslam’ın, hem
de etnik ayrılıkçılığın tehdit hissedildiği bir durumda dahi siyasal istikrar
dolayımıyla ekonomik istikrar da sürecek olduğundan liberal demokrasinin
gelişmesi sekteye uğrayamacaktır (2005: 43). Nitekim hem ekonomide, hem
de siyasette istikrar isteyen TÜSİAD, “evrensel demokrasi” için son yıllarda
yargılama, seçim sistemi, Kürtlerin durumu, eğitim, insan hakları ve
demokratikleşme gibi konular üzerine raporlar yayınlamakta ve ünlü
akademisyanleri
davet
ettiği
Anayasa
reform
çalışmalarına
destek
vermektedir. Benzer biçimde orta ve küçük ölçekli firmaların temsilcisi ve
yöneten partiyle organik bağı bulunan MÜSİAD’da, 2001 sonrası aşamada
daha istikrarlı ve tahminedilebilir bir mekroekonomik piyasa çevresi için
demokratikleşme yolunda AB yönelimli reformları desteklemektedir (Öniş,
2009: 22). Kurulduğu yıllarda Doğu Asya modeli kalkınmada grup odaklı ve
muhafazakâr-ortaklık değerleriyle Batı ve AB karşıtı bir görünümde olan ve
açıkça GB’ye karşı çıkan MÜSİAD, RP iktidarının ardından AB’ye
yakınlaşmaya başlamıştır (Öniş ve Türem, 2001: 103).
100
1995’de Anayasal düzenlemelere ilişkin olarak, onun otoriteryan maddelerinin sınırlanmasını
sağlayan siyasal ve bireysel haklara yönelik 15 madde geçti. Bunlardan bazıları sendikaların
örgütlenme ve siyasal faaliyetlerini düzenleyen madde 33 ve 52, devlet memurlarının sendikaya
katılmasına ilişkin madde 53, oy verme yaşını düşüren madde 67 ve 68, profesyonel birliklerin
siyasal faaliyetine izin veren madde 135, üniversite personeli ve öğrencilerin siyasete katılmalarını
düzenleyen madde 67 ve 68’dir (Yeşilada, 2007: 8).
253
Emek sendikası konferaderasyonlarından Türk-İş hariç, DİSK ve Hakİş’de farklı derecelerde ve gerçekçelerle AB üyeliğine destek vermektedirler.
Özellikle devletçi modelle organize kamu sektöründeki KİT çalışanlarını tehdit
eden özelleştirmeler nedeniyle Türk-İş, AB adaylığı sürecinin ücretlilerin
durumunu ve çalışma koşullarını iyileştirmeyeceğine inanmakta ve talep
edilen reformların ulusal bağımsızlık ve egemenlik endişesiyle Türkiye’nin
ulusal çıkarlarını zedeleyeceğini düşünmektedir. DİSK’in AB üyeliğini
destekleme nedeni ise neoliberal politikalar olmayıp, AB emek sendikalarıyla
dayanışma
ilişkisinin
kurulması
içindir.
DİSK,
Türkiye
toplumundaki
marjinalleşmiş unsurların neoliberal dönemin kaybedenleri olduğuna, geniş
yüksek gelir gruplarının yararına olan sürecin orantısızlığına dikkat çekerek,
ülkenin daha iyi olmayan bölgelerine ve işsizliğin halen önemli sosyo
ekonomik problem olduğuna dikkat çekmektedir (Öniş, 2009: 22). Emek
konfederasyonları arasında AB üyeliğinin en baskın destekçisi olan Hak-İş,
aynı zamanda üyelik sürecinde yoğun bir biçimde hükümet ile ilişkili İslami
partilerle etkili bir şekilde çalışmaktadır. Askeriyenin AB üyeliği konusunda
güçlü çekincelere sahip olmasına ilişkin olarak örneğin Kılınç, sivillerin ve
askerlerin katıldığı bir seminerde AB üyeliğine karşı görünürken (Hürriyet,
16.05.2003) daha sonra Kılınç ve Yalman TSK’nın Batı’yla entegrasyonunda
önemli rolü olduğunu söyleyerek, AB’ye karşı olmadıklarının işaretini
vermişlerdir (Milliyet, 29.09.2003). Özkök’e göre’de Türkiye’nin yasal sistemi
devletin Cumhuriyet karakterini ihmal etmeksizin AB kriterlerine göre
reformize etmelidir (Milliyet, 10.01.2003, Sabah, 30.05.2003).
Görüldüğü gibi gerek AB’ye, gerek yerel sermaye örgütlerine ve hatta
devlet merkezci sistemin kimi unsurlarına göre güvenilir bir piyasa politikası
ve demokrasi birlikte gerçekleştirilmesi gerekli unsurlardır. Örneğin para
politikası için güvenilir bir piyasa çevresi, demokratik politika yapımı sürecinin
dışında yürütülmesine rağmen, demokrasinin oluşturulmasıyla en azından
siyasal manipülasyon riskini, para politikasının siyasallaşmasını ve böylece
özel çıkarlar için tercih edilen piyasanın kendini düzenleyen kapasitesinin
bozulmasını önleyerek para politikasının güvenilirliğini sürdürebilecektir
(Bonefeld, 2005: 93). Ekonomik ilişkilerin piyasa dışı yapılardan korunması
254
böylece, AB kurumları ya da bir sonraki başlıkta ifade edileceği üzere
düzenleyici kurulların serbest piyasa ekonomisi için anayasal bir koruma
olarak görünmesine neden olur. Serbest piyasa düzeninin bu biçimde yasaya
dayalı ve kurumsal olarak içselleşmesi, yani teknik olarak ekonomik
liberalizmin düzenlenmesi, temsili demokrasinin, Clarke’in (1992: 136)
ifadesiyle liberal bir piyasa aracı gibi çalışmasıyla sonuçlanır. Sivil toplumdevlet karşıtlığı biçiminde tanımlanan demokratikleşme anlayışının siyasal
ölçütlerü temel alan bu niteliği, devletin sosyo-ekonomik hayata ilişkin
sorumluluklarının sivil topluma devredilmesine ve en temel düzeyde sosyoekonomik hakların dışarıda bırakılmasına neden olur. Başka bir ifadeyle,
evrensel burjuva demokratik normlarıyla uyumlu temel hakların medeni,
siyasal
ve
kültürel
haklarla
sınırlandırılmasıyla
sonuçlanmaktadır.
Güveloğlu’nun da (2004: 24) belirttiği gibi; böylesi bir demokraside temel
haklar; ulusal, etnik, dinsel ve kültürel kimlikler demokratikleşme bağlamında
göreli olarak çok daha fazla belirleyici hale gelmekte, sosyal adalet fikri ve
buna
ilişkin
sosyo-ekonomik
haklar
gözden
düşmekte,
bu
hakların
kazanımına yönelik toplumsal hareketler ise meşruluğunu kaybetmektedir.
5.2.2. Ekonominin Yönetiminin Siyasal Süreçlerden “Bağımsızlaşması”
Neoliberal
dönüşüm
politikalarıyla
bağlantılı
bir
süreç
olarak
depolitizasyon; gerek emek ile sermaye, gerekse sermayenin kendi içindeki
bölünmelerinin doğurduğu çatışma sonucu, devletin ve devlet-toplum
ilişkilerinin yeniden biçimlenip tanımlanması sürecini ifade eder. Karar alma
sürecinin politik yönünü daha uzakta, korunaklı bir yere yerleştirmek
anlamında devlet tartışmasında ciddi sonuçlar ortaya koyar. Devletin nötrlüğü
iddiası ile ekonomi-siyaset ayrımını belirginleştirerek, ekonominin “teknik” bir
alan olduğu algısı ile siyasal insiyatiflerden bağımsızlaşması gerektiğini
belirtir. Düzenleyici kurullar ve yönetişim kavramlarında somutlaşan bu
durum, serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden doğal düzenininde,
ekonomi politikalarına ilişkin kararların siyasal müdahalelerin uzağında,
siyaset dışıymış gibi olduğuna ilişkin bir izlenim verir. Bu izlenim, 1990
sonrası
krizlerin,
Özal
döneminde
giderilmemiş
olan,
piyasa
255
isitikrarsızlıklarından kaynaklandığı görüşüyle birlikte, özellikle 1994 ve 2001
krizleri sonrası aşamada finansal piyasaların daha güçlü düzenlenmesi için
alınan etkili önlemler çerçevesinde, devletin düzenleyici kapasitesinin
güçlenmesi gerektiğini vurgular. Ekonomi-siyaset ayrımının derinleşmesini
öngören bu düzenleyici çerçeve ile hem finansal piyasaların yeniden
düzenlenmesi, hem de artan devlet kapasitesiyle emek-sermaye karşıtlığına
yönelik yeni uygulamaların yapılababilmesi hedeflenir. Örneğin uluslararası
politik ekonomide, rekabet yokluğu durumunda, fiyat durgunluğu önemli bir
belirleyici olduğundan, bunun doğrudan sonucu olan kar ve iş kayıpları
karşısında (Burnham, 2001:136) piyasanın etkin işleyişini aksatmayacak
düzenlemeler hemen uygulamaya konulabilecektir. Bu, rekabetedebilirliği
yüksek, yani işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için devletin sıkı mali ve
para disiplinine zorlanarak, piyasaların aktif katılımcısı olmaktan çekilmesi ve
ekonominin bazı anahtar sektörlerinde düzenleyici yeni kurulların kurulması
ile gerçekleşmektedir (Öniş ve Bakır, 2007:154; Öniş, 2009: 14). Neoliberal
politikaların temel bir özelliği hatırlanacağı üzere, doğal tekel niteliğindeki ve
rekabet dışı piyasa başarısızlıkları ile karakterize ‘faydalı’ sektörlerden,
devletin geri çekilmesi ve bu sektörlerdeki kamu tekellerinin rasyonelize
edilmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda, ekonomik istikrar için tam olarak
serbestleşmiş piyasanın yeniden düzenlenmesi (Zenginobuz, 2008: 475-6)
amacında olan düzenleyici kurulların temel özelliklerinden biri, hükümetin
“uzlaştırıcı/populist” politikalarla ekonomik istikrarı bozmasını önlemek için
insiyatiften ziyade, “kurallar”ı kendisine temel alan ekonomik stratejiler
uygulayarak,
ekonominin
yönetiminin
siyasal
süreçlerden
“bağımsız”laştırılmasıdır. Kural temelli bu yaklaşımla, ekonomi politikaları
alanındaki bazı sorumlulukların iktidar partisinden hükümet-dışı organlara,
düzenleyici kurullara, devri yoluyla ekonomide, örneğin enflasyon karşıtı
mekanizmaların kurulması hedeflenmektedir (Burnham, 2001: 136-141;
Burnham, 2003: 176; Güney, 2006: 191-2). Standart bürokratik yapılardan
farklı olan bu hükümet-dışı “bağımsız”, düzenleyici kurullar; basit bilgi
sunumundan, spesifik alanlardaki faaliyetlerin düzenleme sürecine kadar
256
kural koyma, düzenleme ve yargılama gibi çok farklı ve etkin bir kapasiteye
sahiplerdir (Zenginobuz, 2008: 475-6).
1980’lerde başlayan ekonomik liberalizasyonun bu aşamasında,
yabancı ve yerli sermaye katılımını yükseltmek, güvenilirliği sağlamak ve
siyasal iktidarların insiyatifleri yerine, bağlayıcı kuralların konulmasınının
tercih edilmesi; ekonominin yönetiminin bankacılık, sermaye piyasası,
telekomünikasyon, enerji ve rekabet gibi stratejik sektörlerde kurulan
“bağımsız”-düzenleyici kurullara devredilmesini gerektirmiştir (Öniş, 2009:
19). Ekonominin yönetimine ilişkin IMF ve AB gibi aktörlerin koşulluluk
kriterlerinde ve reform programında yer alan ve finansal piyasaların da buna
desteği ile biçimlenen düzenleyici kurullar, Türkiye ekonomisinin dünya
finansal
piyasası
yatırımcıların
ile
gözünde
eklemlenmesinde,
tahminedilebilir,
uluslararası
istikrarlı,
örgütlerin
güvenilir
ve
politikaların
üstlenilmesinin garantisi olarak görülmektedir. Dolayısıyla ekonominin
yönetiminde
piyasaların
ve
finansın
serbestleşmesine
ilişkin
ulusal
politikaların belirlenmesi, dışsal gelişmelerin yerel siyasal unsurlar tarafından
dolayımlanmasıyla gerçekleşmekte, yani sadece dışsal faktörlerin etkisiyle
değil, yerel sermaye çevrelerinin de yoğun desteği ile olmaktadır (Buller and
Flinders, 2005: 527; Burnham, 2006: 303). Dış aktörlerin etkisi örneğin,
bankacılık ve finansal sistemin sıkı reformlarla düzenlenmesinde yerel
bankacılık lobilerinin direncinin kırılmasında, yani yerel siyasal iktidarlara belli
çıkar gruplarından gelecek direncin üstesinden gelinmesi konusunda yardım
edebilir. Böylece, devletin nötrlüğü çerçevesinde kurulacak yeni bir kamusal
algılama ile koşulluluk anlaşmalarında hükümetin elini bağlayan reformlara
kamuoyunun desteği alınabilir ve daha fazla güvenilir bir ortam oluşturulabilir
(Öniş ve Bakır, 2007: 148). Çünkü piyasa güvenini elde etmenin önemli bir
yolu, politika oluşturma nezdinde güven yaratmak için devletin nötrlüğü ve
nesnelliği çerçvesinde, hükümetlerin rekabetçi politikalara uygun düzenleme
yapabilmeleridir (Burnham, 2001 :128).
257
Türkiye’de 1980’lerde kurulmasına başlanılan düzenleyici kurullar’a 101
örnek olarak Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) -1981, Radyo Televizyon Üst
Kurulu
(RTÜK)-1994,
Rekabet
Kurulu
(RK)-1994,
BDDK-1999,
Telekominikasyon Kurulu (TK)-2000, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu
(EPDK)-2001, Şeker Kurulu (ŞK)102 2001 ve Tütün ve Alkol Piyasası
Düzenleme Kurulu (TAPDK)-2002 gösterilebilir. Sermaye, radyo televizyon,
rekabet, bankacılık, enerji, şeker, tütün ve alkollü içecekler piyasaları gibi
hem yerel, hem de uluslararası sermaye grupları için son derece önemli olan
bu sektörlerin IMF programının yeni yasal ve düzenleyici çerçevesine tabi
kılınarak özelleştirilmeleri/serbestleştirilmeleri ve yeniden düzenlenmeleri
tavsiye edilmiştir.
Bu kurullardan örneğin, bankacılık sisteminin yeniden yapılanması için
kurulan BDDK, kronik olarak sürekli değişen yüksek enflasyon, yükselen
hükümet açıkları, küçük bankacılık sektöründeki parçalanmaların neden
olduğu krizlerin şiddetli yeniden yapılanmayı gerektirmesiyle, 1994 krizinden
sonra 1999’da kurulmuş, 2001 krizinden sonra da yeni IMF stand-by
anlaşmalarıyla yetkileri genişletilmiştir. Kurulduğunda herhangi bir stand-by
anlaşması olmamasına rağmen, IMF rehberliğinde biçimlenen BDDK,
bankacılık sektörü üzerinde bağımsız ve şeffaf bir biçimde düzenleyici,
denetleyici ve yargılayıcı “bağımsız” bir kurul niteliğindedir (Zenginobuz,
2008: 479; Öniş ve Bakır, 2007: 153). IMF beklentileri doğrultusunda BDDK,
enflasyon karşıtı programıyla sıkı mali politika ve para politikası için değişim
101
Kurullar uzmanlık, esneklik, kararverme maliyetinin düşüklüğü, istikrar, ekonomik etkililik, siyasal
belirsizliğin önlenmesi gibi nedenlerle “iyi işleyen bir piyasa ekonomisi” için tercih edilmektedir.
Üyelerinin atanmasında yasama meclisi ve hükümetin etkisinin yanı sıra, kurulların hükümete karşı
resmi zorunluluklarının bilgilendirilmek için yıllık raporlar hazırlama, bazı durumlarda bu raporların
onaylanması gibi durumları nedeniyle siyasal iktidardan bağımsız oldukları söylenemez. Finansal ve
kurumsal özerklik bakımından ise kurulların bütçesinin kaynağının büyük oranda dış finansman
olmasının yanı sıra, hükümet ve bazı firmalardan destek almaları, bütçenin kontrolünün çoğunlukla
kurul tarafından yapılmasıyla birlikte bazen de hem hükümet, hem de kurul tarafından yapılması,
kurullar ve siyasal iktidar arasındaki ilişkilerin özünde bağımsız olmadığının bir diğer göstergesidir
(Zenginobuz, 2008: 494).
102
Örneğin Şeker Kurulu’nda 7 kişiden 1’i sakkoroz kökenli, 1’de de nişasta kökenli şeker üreten
fabrika temsilcilerinden olması, ekonomi-siyaset kategorilerinin ayrılığından ziyade ilişkiselliğini
ifade etmektedir.
258
oranlarının belirlenmesi gibi geniş ölçekli yapısal reformlara tabi tutulmuştur
(Zenginobuz, 2008: 479).
Diğer kurullarla benzer biçimde BDDK’nın, ekonomi politikaları içinde
bankacılık piyasasına ilişkin siyasal belirsizliklerle istikrarının bozulduğu
düşüncesi, serbest piyasa ekonomisinin “iyi işlemesi” için ekonominin siyasal
insiyatiften bağımsızlığının kurulmasını öngermektedir. Burnham, bu biçimde
merkez bankasıyla birlikte diğer kurulların operasyonel bağımsızlığını
depolitizasyonun “devlet yönetişimi” olarak tanımlamaktadır (Burnham, 2001:
137-141). “Devlet yönetişimi” ile yürütmenin ya da siyasal iktidarın doğrudan
kontrolünden uzak olması öngörülen kurullara (Zenginobuz, 2008: 475-6)
ekonominin yönetiminin devredilmesi, hükümetin manevra alanını görünürde
daraltarak sisteme “otomatiklik” getirmeyi amaçlamaktadır. Bu depolitizasyon
stratejisi,
örneğin
mali
sorumluluk
yasalarıyla
tamamlanmış
merkez
bankasının bağımsızlığı ile para politikalarının hükümetlerin yetki ve
sorumluluklarından çıkarılarak siyasal muhatap olmalarının önlenmesi
sonucunu doğurmaktadır. Başka bir ifadeyle, ekonominin yönetiminin siyasal
süreçlerin müdahalesinden uzakta, kural-temelli stratejilerle biçimlenmesi,
hükümetlerin ekonomi politikası yapma süreçlerinin siyaset dışılaşması, yani
hükümeti yüksek ücretlerin nedeni olarak görülen deflasyonist politikaların
siyasal sonuçlarından korumayı (Burnham, 2001: 136-141; Burnham, 2003:
176), dolayısıyla siyasal istikrarsızlığı önlemeyi amaçlamaktadır.
Kapitalist
ilişkilerin
ekonomi
ve
siyaset
ayrılığını
daha
da
belirginleştiren neoliberal dönüşümle, devletin ekonomi ile ilişkili özne
rolünden, düzenleyiciye dönüşen görünümü, esasında temsili demokrasinin
bir sonucu olan, siyasi otoritenin ekonomideki etkisinin değişen biçimidir.
Çünkü apolitizasyon ve depolitizasyon süreçleri ile ekonomi alanında, yani
üretim ilişkileri düzeyinde temsili demokrasiyle olası toplumsal müdahalelerin
etkisinin önü kapatılmış olmaktadır. Başka bir ifadeyle, örneğin mali
politikalara ilişkin dengeli bütçe zorunluluğu ile kamu harcamaları üzerindeki
kontrol, emek hareketlerinin demokratik faaliyet biçimlerini önlemektedir.
Çünkü ne uluslararası örgütler, ne de ulusal hükümetler ekonomi
politalarından sorumlu görünmemektedirler (Bonefeld, 2005: 95).
259
Dolayısıyla siyasal iktidarın, düzenleyici kurulları kendi doğrudan
kontrollerinin
dışında
göstermelerinin
nedeni,
neoliberal
ekonomi
politikalarının teknik ve alternatifsiz bir biçimde sunularak siyaset dışı bir
görünümde oldukları izleniminin verilmesidir. Aşağıda da belirtildiği gibi,
bunun bir yolu parasalcı politikaları amaçlayan devlet yöneticilerinin kurala
dayalı stratejilerle temel konularda politika yapılması sürecinde açıkça
teknokratik kuralların çerçevesini üstlenmeleri iken, diğer yolu neoliberal
gündem tercihlerindeki ısrarla, serbest piyasanın dışında herhangi bir
alternatif olmadığı konusunda kamuoyunun yönlendirilmesi biçimindedir
(Kettell, 2008: 634). Buller ve Flinders, bir yönetim stratejisi olarak
depolitizasyonun sadece biçimsel kararların devredilmesi süreci olmayıp,
aynı zamanda bunları uygulayanların, yani siyasal iktidarın temsilcileri ve
bundan etkilenen toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin üzerine eğilmek
gerektiğini söyler (2005: 527). Burnham’ın da “yönetme stratejisi” dediği
ekonomi yönetiminin depolitizasyonu süreci (2001: 136), apolitizasyonla da
ilişkili olarak, esasında düzenleyici kurullar sayesinde yürütme organı ya da
siyasal iktidar alanının toplumsal güçlerden gelebilecek muhalefetten de
korunması anlamına gelmektedir. Siyaset dışı görünümünün aksine,
esasında oldukça politik olan bu strateji ile örneğin, bu kurulların yaptığı
türden herhangi bir düzenleme görevi, tanımı gereği kurumsal anlamda
devletin alanında yer alırken, siyaset üstü/dışı bir kurum görünümündedir.
Dolayısıyla son süreçte olan devletin103 bu alanlardan, yani ekonomiden
çekilmesi değil, hükümetin ya da siyasal iktidarın temsili demokrasinin
sınırları ölçüsünde toplumsal müdahale süreçlerini bu alanlarda olanaksız
kılmasıdır (Güveloğlu, 2004: 19). Benzer biçimde Burnham’da, bunun
siyasetin sosyal ve ekonomik alanlardan tamamen çekilmesi, politik etkilerin
ortadan kaldırılması anlamına geldiğini ancak, kavramın kendisinin oldukça
politik olduğunu söyler (2003: 177). Esasında olan karar alma sürecinin
103
Örneğin bütün yatırımcıların haklarının korunması amacıyla sermaye piyasalarında düzenleyici
yasal çerçeveyi kuran SPK, yönetim hukuku örgütlenmesinde Finans Bakanlığı’na bağlı bir kuruluş
olmakla birlikte ‘bağımsız’, karar alma yetkisine de sahiptir. Fakat yönetim hukukunda Finans
Bakanlığı’na bağlı bir organ, Anayasa’ya göre yönetim yapısının birliği doğası gereği bu kurulların
yönetim yapısının bütünlüğü içinde yer almalarını dolayısıyla, yerlerinin tartışmalı olduğunu ortaya
koymaktadır (bkz: Zenginobuz, 2008: 477).
260
politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirmek ve bunu yaparken
de
yönetsel
boyutu
hesapverebilirlik,
şeffaflık
ve
verimlilik
gibi
demokratikleşme meşruiyeti ile teknikleştirerek, siyasal karar alma sürecinin
hedef olmaktan çıkarılmasıdır. Başka bir ifadeyle, piyasa temelli reformların
hızlandırılması, anayasal yapıların bağımsızlaştırılması ve geleneksel siyasal
süreçlerin dönüşümü ile demokrasi alanı yeniden sınırlanarak, demokratik
siyasal süreçler siyasal öznelerinden bağımsızlaşmaktadır (Glinavos, 2008:
1095). Bir yandan ekonomik ve toplumsal düzeyde sözleşme ve mülkiyet
ilişkileri kutsanırken, diğer yandan siyasal düzeyde insan haklarının
tanımlanması ve bireysel hakların geliştirilmesi ile demokratikleşmenin
güçlendirilmesine
çalışılmaktadır.
Burnham’ın
ifadesiyle;
ekonominin
yönetimine ilişkin siyasal karar alma süreçlerinin temsili demokrasi içinde
sınırlılıkları artarken “düzenleyici devlet”, yani yasa yapma sürecinin
yetkilerinin devredilmesi anlamında yerelleşme, devlet hiyerarşisindeki
yönetimin yeniden oluşumu anlamında yönetişim ve yeni kamu işletmeciliği
gibi kavramlarla demokratikleşme görüntüsü verilmektedir (Burnham, 2001:
131). Örneğin yönetişimle, bir yandan merkez bankasının özerkliği ile onun
eylemlerinin sorgulanmazlığı, öte yandan yerelleşmeyle de demokratiklik
savunusu
yapılmaktadır.
Yönetim-siyaset
ayrımının
görünürdeki
bu
belirginliği karar vermenin siyasal yönünün ortadan kaldırılarak politika
uygulamalarının etkinliğinin arttırılması, devlet yöneticilerinin uluslararası
politik-ekonomik sistemdeki değişimleri yönetsel sisteme aktarabilmelerinin
sağlanması anlamına gelmektedir. Uluslararası ekonomi-politikle ilişkili
biçimde içsel ve dışsal unsurların, örneğin AB ve yerel destekçileri arasındaki
uyum, birbirlerini tamamlayıcı bir gereklilikle işleyişi ve yönetimin depoilitize
edici biçimleri bu sürecin evrimsel yönünü ortaya koymaktadır (Burnham,
2006: 540). Yönetişim, ekonomi politikası yönetiminde beş ilkeyi içerir;
politikaların
uygulanması,
sonuçların
sunulması
ve
mali
amaçların
belirlenmesinde şeffaflık; mali politikanın etkisi ve politika yapım sürecinde
istikrar; kamu finansmanının yönetiminde sorumluluk; sadece kuşaklarla
sınırlı olmayan adalet ve kamu sektörünün her iki tarafında denge yönetimi
için verimlilik. Yönetişimin bu amaçlarının hesapverebilirlik ve şeffaflık
261
bağlamında sağlanmasında hükümetin amacı, sıkı mali politikalarının
sonuçlarından kendi kendini yalıtarak özellikle kamu sektörü ve sendikalar
gibi anahtar aktörlerin beklentilerinin yönünü değiştirmektir (Burnham, 2001:
142; Burnham, 2003: 178). Toplumsal ilişkiler bütünlüğünün bir parçası
olarak, iktidar ilişkilerinin yeniden biçimlendirilişi noktasında oluşturulan
düzenleyici
kurulların
karar
alma
mekanizmalarının
siyasi
otoritenin
dışındaymış gibi gösterilmesi ve iktidar ilişkilerini yerel düzeyde yeniden
biçimlendirecek yönetişim modeli ile temsil krizi biçiminde açığa çıkan
meşruiyet sorunu da aşılmaya çalışılmaktadır (Güney, 2004: 11). Öte yandan
görevlerin hükümet-dışı, düzenleyici kurullara devri anlamında yönetişim,
kamu sektörünün politize yönetimini ve kamu sektörü işçileri üzerinde kontrol
için yeni yapılanma girişimlerine örnek oluşturmaktadır (Burnham, 2001:
139).
Hükümetin
ekonomi
politikalarını
etkileme
kapasitelerinin
sınırlandırılması girişimiyle örneğin, deflasyon politikalarının izlenmesinin
politik sonuçlarından siyasal iktidarın korunması bu biçimde sağlanmaktadır.
Yüksek oranlı politize dönemin ‘insiyatife dayalı’ yaklaşımıyla enflasyonun
kontrolünde ulusal hükümetlerin merkezi bir rol oynaması da önlenmeye
çalışılacaktır (Burnham, 2001: 136). Dolayısıyla bir yönetim stratejisi olarak
depolitizasyon, “bağlayıcı güvenilir kuralların üstlenilmesi” ile hükümetin
manevra alanını sınırlayarak, emek örgütleri gibi toplumsal güçlerden
gelecek siyasal müdahalelere karşı gardiyan görevi görür. Finansal
piyasaların güvenirliliğini kurmak, beklentilerini değiştirmek ve politik
yürütmenin operasyonel özerkliğinin yeniden savunulması için emek
sendikalarının hedefi olmaktan da uzaklaştırır kendisini. Siyasal katılımın
engellenmesi ise düzenleyeci çerçevenin serbest piyasa ekonomisinin
istikrarlılığı adına, liberal demokrasinin serbest piyasaya ilişkin “bırakınız
yapsınlar”, “özel mülkiyet” ve “sözleşme” gibi “evrensel” hayati ilkelerinin
tehlikeye girmesi durumunda, onu tekrar iyileştirecek müdahaleleri içerir. Bu
müdahalelerin siyasal iktidarın alanının dışından, kendi kendini düzenleyen
piyasadan
gelmesi
örneğin,
ekonomiyi
istikrarsızlığa
sürükleyeceği
düşünülen toplumsal güçlerin de kendiliğinden bertaraf edilmesi sonucunu
doğurabilir. Özellikle emek güçlerinin siyaset dışında bırakıldığı bu süreç,
262
Glinavos’un (2008: 1089) “piyasa demokrasisi” adlandırmasıyla PostWashington Konsensüsünce önerilen, “düzenleme”ye güven ve yasa yapım
kapasitesinin toplumdan bağımsızlaştırılmasını ifade eder. Sosyo-ekonomik
konuların demokrasi bağlamında geri plana itildiği, kimlik ve kültür gibi
ekonomi dışı sorunların ön plana çıktığı bu süreç, demokrasinin çerçevesini
bu şekilde çizerek sınıfsal siyaseti bunun içinde görünmez kılmaktadır. Başka
bir ifadeyle, kapitalist toplumlarda yönetim-siyaset ayrımının zorunluluğu bu
toplumlarda
iktidarın
muhalefet
edilecek
hedef
olarak
belirlenmesini
zorlaştıracak biçimde yapılanmasını gerektirmektedir (Wood, 2006:155).
Munck’un da belirttiği gibi;
“….neoliberalizm, toplumdaki kamusal ve özel alanlar arasındaki geleneksel
ilişkiyi baştan sona yeniden biçimlendirmiş, bunu yaparken de siyasetin
“siyasi niteliğini yok etmiş”tir (Munck, 2005: 113).
Dolayısıyla, devletin düzenleme kapasitesinin geliştirilmesi, yani
siyaset dışı kurulların ekonominin yönetimini devralmasının bir sonucu,
neoliberalizmin bir önceki aşamasında karşılaşılan toplumsal direncin ve
mücadelenin genişlemesinin önlenmesi olarak ifade edilebilir. Örneğin, güçlü
bir anti-enflasyonist duruşla Merkez Bankası’nın özerkliği, popüler baskılara
direnç oluşturabilecektir (Öniş 2009: 15-16). Konuların politik gündemden
taşınmasıyla ya da toplumsalın siyasetin dışına çıkarılmasıyla da kamu
nezdinde bu konuların algısının önemi azalacağından, hükümetlerin ‘yasa
yapma’ sürecine ilişkin etkililik ya da güvenirlilik gibi endişeleri kaybolacaktır.
Çünkü ekonomik ve sosyal maliyetlere ek ekonomi politikası seçimleri
sorgulandığında genel kamu nezdinde meşruiyetleri sağlanmış olacaktır
(Kettell, 2008: 631).
Güveloğlu,
ekonominin
yönetiminin
temsili
demokrasinin
mekanizmaları aracılığıyla sağlanan siyasal etkilerden bağımsız bir konuma
getirilmesinin Merkez Bankası ve düzenleyici kurullarda görev alan
bürokratların,
“siyasetin
ekonomiye
müdahalesinin
engellenmesi”
gerekçesiyle geniş yetkilerle donatılmasının sakıncalarına dikkat çeker.
Örneğin bir ihaleyi kazanmak isteyen bir müteahhit, parlamento içi
pazarlıklarla bunu sağlama ihtimali olan bir milletvekilinden çok, “bağımsız
kurul” üyesi bir bürokratla iyi ilişkiler kurmaya yönelecektir (2004: 24-26).
263
Bunun yanı sıra, siyasal istikrarın amaçlanmasıyla siyasi yöneliminden
bağımsız,
hükümete
aday
bütün
partilerin
“popülist”
politikalarının
sınırlandırılması (2004: 25), demokratik ve katılımcı siyasal sistem ve onların
rekabet edilebilirliği ve hesapverebilirliğine karşı bazı soruların yükselmesine
de neden olacaktır (Öniş, 2009: 15). Ekonominin yönetiminin aşağıda
sözedildiği gibi siyasal etkileri önleyecek biçimde teknikleştirilmesi, kurala
dayalı olması siyasal partilerin izleyecekleri seçim stratejileri ve işbaşına
geldiklerinde uygulayabilecekleri politikaları da önemli oranda kısıtlayacaktır.
Örneğin, enerji sektöründe karar alma yetkisinin Enerji Bakanlığı’na değil de
“bağımsız” bir kurula ait olduğu bir durumda, bir siyasal parti başkanının
seçim meydanlarında dile getireceği “elektrik fiyatlarını düşüreceğiz” türden
bir vaadin inandırıcılığı eskiye göre çok daha düşük olacaktır. Çünkü
hükümetin elektrik fiyatları üzerindeki etkisi düzenleyici kurulda sahip olduğu
kısıtlı oy oranından daha fazla olamayacaktır (Güveloğlu, 2004: 25).
Seçimlerde büyük bir çoğunluk kazanarak iktidara gelen bir siyasal parti bile
örneğin, Merkez Bankası’nın para arzını arttırması yönünde bir politika
izlemesini doğrudan sağlayamayacaktır (Güveloğlu, 2004: 26). Bütün bunlar
demokratik bir toplumda toplumun farklı kesimlerinin seçim sürecinde güç
elde
ederek
radikal
anti-piyasa
hükümetleri
aracılığıyla
ekonominin
yönetimine ilişkin konularda tartışmalı reform sürecini tümden tersine
çevirebilme olasılığının bu biçimde önlenmeye çalışılmasıdır (Glinavos, 2008:
1095). Bu tehlikeyi tersine çevirmenin, reform sürecini katılaştırmanın yolu,
ekonominin yönetimini siyasal sürecin ulaşamayacağı uzaklıkta bir yere
yerleştirerek toplumun belirli kesimlerini de siyasal süreçlerden uzak tutmanın
başka bir yoludur. Ekonomi dışı siyaset araçlarında yoğunlaşma, siyasetin
teknik yönetime indirgenmesi olup içerikten çok biçim meselesi ile ilgilidir.
5.3. DÖNÜŞÜMÜN TOPLUMSAL DÜZEYİNİN ANALİZİNDE HAKİM
PARADİGMANIN BİR ELEŞTİRİSİ
Siyasetin ekonomiden özerkliği ya da ekonomi-siyaset alanlarının
birbirine özerkliği üzerinden hareket eden hakim paradigma içinden iki
eğilimden siyaset merkezli olanı, devletin toplumsal sınıflardan özerkliğinin
264
1980’lerden itibaren gerçekleşmeye ve güçlü devlet geleneği kodu’nun da
toplum lehine dönüşmeye başladığını söylemektedir. Devlet-sivil toplum katı
ikiliğinden hareket eden bu eğilim içinden yazarlar, sivil toplum denildiğinde
ağırlıklı olarak ekonomik çıkar örgütlerini anlamakta ve 1980 askeri
müdahalesinin ve onun ardından gelen hükümetlerin ekonomik liberalizasyon
programının sivil toplum üzerinde canlandırıcı bir etkide bulunduğunu
vurgulamaktadırlar. Örneğin 1980 sonrası siyaseti “rasyonalite” tercihli ve
siyasallaşmanın
azaltılması
biçiminde
olumlayan
Heper,
müdahale
sonrasında derneklerin sadece kendi konuları ile meşgul olacaklarının,
siyasetle ilgilenmeyeceklerinin, siyasetten sadece siyasal partilerin sorumlu
olacağının belirtilmesini bu anlamda yorumlamaktadır (2006: 243). Toplumun
önemli bir kesiminin siyasetten dışlanması pahasına askeri bürokrasinin
tercihinin ekonomik konulardaki sorumluluğu, sivil toplum temsilcilerine
bırakılabileceği bir siyasal rejimden yana olduğunu söyleyerek müdahaleyi
örtük olarak olumlamaktadır (Heper, 2006: 237, 252). Buna göre, müdahale
sonrasında askerin sosyo-ekonomik konularla ilgilenmemesi özel çıkarların
meşruluğunu kabul ettiği anlamına gelmektedir (Heper ve Güney, 2000: 651;
Heper ve Güney, 2000: 619,642). Benzer biçimde 28 Şubat sürecinde de
ortaya çıkan siyasal krize karşı askeriyenin kendi çıkarlarını amaçlayan bir
baskı grubu gibi davrandığını belirterek, onun ciddi demokratik ve “seküler
tehdit” hissedildiğinde sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapabileceğini
(Heper ve Güney, 2000: 648) ifade etmektedir. Ekonomi siyaset ilişkisinde
siyasetin belirleyiciliğinden hareket eden bu eğilim içinden başka bir yazar da
askeri müdahale sonrası apolitizasyon süreçlerine rağmen, sivil toplumun
demokratik hak ve özgürlüklere indirgenmemesini, toplumsal çelişkilerle
uzlaşamayan toplumsal hareketlerin sivil toplumu oluşturmasının zor
olduğunu belirtmektedir. Buna göre devletten özerk bir alanı ifade eden sivil
toplum/ekonomik alan, devletle olan ilişkilerle olduğu kadar, toplumsal
aktörler arasındaki ilişkilerin niteliği ile de ilgilidir (Göle, 1990: 512-3).
Dolayısıyla,
bu
eğilimce
müdahale
sonrasında
“bürokratik
elitler”in
baskınlığının yerini, siyasal sistemin ve toplumsal alanın özerkliğinin almaya
başladığının
belirtilmesi,
askeri
müdahalenin
olumlanması
izlenimi
265
vermektedir. Müdahale sonrasında ekonomik liberalizasyona meşruluğunu
veren ve toplum içinde yaygınlaştığı belirtilen sivil toplum söyleminin, siyasal
partiler ve devlet aktörleri tarafından sürekli kullanılmasının, sivil toplumun
derinleşmesi, devlet merkezci siyasete meydan okunması, demokratikleşme
yönelimi gibi gelişmeleri engelleyici nitelikteki yasal düzenlemeler üzerinde
etkili
olduğu
(Keyman,
2005:
205)
ortak
görüşü,
bu
yazarlarca
paylaşılmaktadır. Buna göre müdahale;
“…merkez ve çevre ilişkileri arasında bir dönüm noktası oluşturdu. Artık,
sosyal mühendisliğin sorumluluğunun taşınması devlet elitlerinden sosyal
aktörlere ve politik elitlere doğru değişmeye başladı”(Göle,1994: 217).
Bu
eğilimdeki
yazarlar,
“sınırlı
demokrasi”ye
geçişle
birlikte
demokrasinin yeniden yapılandığına (Müftüler ve Baç, 2005: 20) dikkat
çekerek; Özal’ın ekonominin liberalizasyonu ile ekonomik devrim yaptığı ve
sivil toplum gruplarının bağımsızlığı için ortam oluşturduğu (Heper, 2002: 82)
görüşündedirler. TÜSİAD ve MÜSİAD gibi burjuva çıkar birliklerinin
demokrasinin gelişmesindeki rolüne vurgu yapan bu eğilim içinden yazarlar,
bu birliklerin demokrasiyi sürekli siyasal istikrar garantisi nedeniyle
desteklemelerini (Heper, 2005: 43) ekonomik liberalizasyonun siyasal olanını
takip edeceği düşüncesiyle anlaşılır bulmaktadırlar. Buna göre örneğin,
siyasal İslam ya da etnik siyaset bir tehdit olarak görülse dahi demokratik
süreçler işlediğinde daha liberal ve demokratik hükümet sistemi ile siyasal
istikrar, dolayısıyla da ekonomik istikrar sürdürülebilecektir.
Müdahale ve sınırlı demokrasiye geçiş yılları, toplumsal düzey
bakımından, bir yönetim stratejisi olarak kitlelerin siyasal süreçlerin dışında
bırakılması anlamında apolitizasyon süreci ile karakterizedir. Bu sürece
rağmen 1990’larda yükselen emek hareketi karşısında, dönemin siyasal
iktidarının çeşitli ödünler vermek zorunda kalmasının devletin özerkliğini
aşındırdığı
düşüncesi,
ekonominin
yönetiminden
siyasal
karar
alma
süreçlerinin görünürde çekilmesi anlamında, depolitizasyon süreci ile
kitlelerin kontrol altında tutulmasının başka bir boyutunu ortaya koymuştur.
Bu anlamda Türkiye’nin AB üyelik süreci hem ekonominin yönetiminin siyasal
iktidarın etkilerinden bağımsızlaşmasının, hem de burjuva liberal demokratik
değerlerinin
yerleşmesinin
ve
gelişmesinin
biricik
garantisi
olarak
266
görülmektedir. Özellikle TÜSİAD gibi ekonomik çıkar birliklerinin, RP ve
FP’nin kapatılmasının ardından MÜSİAD’ın, hatta Aralık 1999’da Türkiye’nin
AB’ye tam üye aday olarak tanımlanmasını destekleyen askeriye gibi devlet
merkezci anlayışın kimi unsurlarının, ekonominin yönetiminde ve siyasal
konularda AB’ye verdiği tam destek, siyasal iktidarın “populist” politikalarını,
yani kitleleri kontrol altına alarak siyasal isitkrarın sağlanmasına yöneliktir.
Apolitizasyon sürecini takip eden depolitizasyon stratejileri ile de siyasal
iktidara gelebilecek toplumsal muhalefet önlenmeye çalışılırken, emeğin farklı
biçimlerde
kontrolü, esnek çalışma
ilişkilerinin
sağladığı
avantajlarla
sürdürülmektedir. Bütün bunlara karşılık söz konusu eğilim içinden Heper,
1980’lerden bu yana sivil toplum örgütlerinin, AB üyelik sürecinin ve
askeriyenin demokratikleşmeye tam destek vermesiyle siyasal rejimin
dönüştüğünü, asker-sivil ilişkilerinin devlet-merkezci anlayıştan koptuğunu ve
sivil toplum örgütlerinin demokratikleşmenin daha etkili destekleyicileri
olduklarını (2000: 647; 2005: 43) belirtmektedir. Bu süreçte TÜSİAD’a
alternetif sermaye örgütü olarak büyük çoğunluğu orta ve küçük ekonomik
işletmelerden oluşan ve cemaatçi İslami modernite söylemi ile serbest piyasa
ve İslami değerlerin eklemlenmesini simgeleyen, başka bir ifade ile “islami
kolektif kimlik” olarak toplumsal yaşamda yer alan MÜSİAD’ın, sendika karşıtı
ve esnek çalışma yanlısı tavrına rağmen, bir sivil toplum örgütü olarak devlet
merkezci siyaseti dönüştürücü etkisine de dikkat çekilmektedir (Keyman,
2004: 129).
Görüldüğü gibi devletin otoriteryan niteliğini piyasa adına sürdürdüğü
kapitalist yeniden üretim biçiminde örneğin, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi
ekonomik çıkar odaklı sivil toplum birlikleri, yani burjuvazi, ekonomik baskı
grubu olarak piyasada etkinliğini sürdürürken ,ihtiyaç duyduğu siyasal istikrarı
sivil hak ve özgürlüklere dayalı liberal değerler savunusu ile siyasal alandan
temin etmeye çalışmaktadır. Devletin bu biçimi, bir ‘siyasal zor’ olarak,
biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’
siyasal
organizasyonunu
ifade
eder
(Bonefeld,
1992:
116).
Çünkü
sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel eşitlik ve özgürlük, mülkiyet
267
hakkının siyasal garantisini ve yasanın kuralını uygulayacak güçlü devleti 104
tanımlar. Devlet, hukuk yoluyla da mülk sahipleri arasında eşit, özgür değişim
ilişkilerine uygun yönetimi koruma yetkisine sahip bir kurum olarak, toplumsal
ilişkilerin dışında, onların üzerinde ve onlara tarafsız görünür (Bonefeld,
2007: 263; Holloway, 2001: 245; Clarke, 2001: 194).
Hakim paradigma içinden ekonomik ilişkileri analizlerine dahil etmekle
birlikte ekonomi-siyaset ilişkisini birbirine özerk gören, ancak devletin
toplumsal sınıflara göreli özerkliğini savunan ikinci eğilim ise ilkinin aksine
müdahalenin işçi sınıfını da içeren toplumun önemli bir kesimini siyaset
dışılaştırarak yapısal uyum sürecini kolaylaştırdığını ve sivil toplum örgütleri
olarak öne çıkan grupların kendi dar ekonomik çıkarlarının kollayıcısı
biçiminde davrandıklarını kabul eder. Buna göre müdahalenin temel amacı,
kamu
düzenini
sürdürmek
için
vatandaşların
hak
ve
özgürlüklerini
korumaktan ziyade, devletin otoritesini yeniden kurmak olmuştur. Bu
bağlamda yeni Anayasa’nın altında yatan temel felsefe; devlete karşı
vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumaktan ziyade, toplumsal
güçlerin eylemlerinden devleti korumak biçimindedir (Özbudun, 2007: 179).
Bu eğilim içinden yazarlara göre, 1982 Anayasası’nın İşçi Sendikası,
Dernekler, Siyasal Partiler ve YÖK Kanunu gibi düzenlemelerinin hepsi
birden ekonomik alandaki liberalizasyonun aksine, çıkar gruplarının,
üniversitelerin ve devlet bürokrasisinin apolitizasyonu için dizayn edilmiştir.
Bu tip bir siyasal sistemi bürokratik otoriteryan sistem olarak yorumlayan
ikinci eğilim, çıkar birlikleri ve siyasal partiler gibi sivil toplum örgütlerinin
çoğulcu liberal demokrasi altında canlanacağını ancak, böylesi bir siyasal
sistemin devleti daha güçlü kılarak onu merkezileştireceği görüşündedir
(Yeşilada, 1988: 354; Toprak, 1996: 101; İnsel, 2003: 295). Bu eğilime göre,
ekonomiyi sivil toplum alanına ait bir kategori olarak gören askeri müdahale
ve sonrasında kurulan hükümetler, sivil toplum bütününün bir parçası olan
piyasanın alanını özerkleştirerek, yasal-kurumsal çerçevenin sınırlarını diğer
104
Devlet toplum üzerinde mülkiyet hakkının eşitliğini ve rasyonelliğini siyasal konumu itibari ile
yasanın gücü tarafından zor’lar. Bu “zor”, emek ve sermayenin toplumsal antogonismasını içerir
biçimdedir.
268
toplumsal güçler aleyhine oldukça belirgin çizmiştir. Başka bir ifadeyle,
devletin yasal ve anayasal düzenini otoriteryan biçimde yeniden düzenleyen
Anayasa sayesinde, serbest piyasa ekonomisinin kurumsallaşması ve
ekonomik alanın özerkliğini sağlamaya yönelik düzenlemelerin aksine,
bireysel, sivil ve siyasal haklar konusunda farklı davranılmıştır. Örneğin, bu
eğilim içinden bir yazar, askeri müdahale sonrası kurulan Özal Hükümeti’nin
ekonomik liberalizm ve siyasal liberalizm arasında bir denge kuramadığına
dikkat çekerek, bireylerin piyasada rekabette serbest olmalarının ancak sivil
özgürlüklerin garanti altına alınmasıyla gerçekleşebileceğini belirtmektedir
(Toprak, 1996: 101). İnsel ise bir yandan %10’luk seçim barajı nedeniyle
oyları birkaç merkez partide toplayan yeni Seçim Kanunu’nu “merkezci” ve
“çevre” karşıtı olarak yorumlarken diğer yandan, bu biçimde hükümeti kuran
partinin, ANAP, otoriteryan devletten çıkış olduğunu ifade etmektedir (2003:
294-5). Başka bir ifadeyle, devletin çıkar grupları üzerindeki yoğun kontrolüne
rağmen, çoğul çıkarların temsili ile karakterize olduğu iddia edilen yeni
siyasal sistem, otoriteryan görünümüne rağmen günlük siyasal hayat, sivil
yönetime geçiş ve çoğulculuğun unsurlarını taşımıştır (Yeşilada ve Fisunoğlu,
1992: 190). Dolayısıyla ikinci eğilim, apolitizasyon stratejisi ile siyasetin
otoriterleştiğinden sözetmekle birlikte, ekonomik alanda devlet müdahalesini
eleştirerek
ekonominin
liberalizasyonunu/serbest
piyasa
ekonomisini
desteklemektedirler. Yani siyasetin otoriterleşmesinin yapısal uyum süreci
üzerindeki etkisini, bunun işçi sınıfının siyasal süreçlere müdahil olmasının
hangi stratejilerle engellendiğini bilmelerine rağmen, bireysel haklar ve sivil
toplum alanına ilişkin “olumlu” gelişmelerle evrensel burjuva demokratik
değerlerinin
yerleşmeye
başladığı
inancındadırlar.
Ancak,
siyasetin
otoriterleşmesiyle devletin kutuplaşan emek sendikalarını, meslek birliklerini,
sivil bürokrasiyi, üniversiteleri kontrol ve disiplin altına aldığı, toplumun,
özellikle emeğin kontrolüne yönelik düzenlemelere krizler sonrasında yeni
araçların
eklendiği
bir
ortamda
siyasal
özgürlüklerden/liberalizasyon
sözedilemez. Hakim paradigmanın belirttiğinin aksine, apolitizasyon ve
yönetim stratejileriyle alınan bütün bu önlemlerle, hem siyasal karar alma
süreçlerinin
muhalif
gruplardan,
özellikle
işçi
sınıfı
taleplerinden
269
bağımsızlaştırılmesı, hem de bu süreçlerin siyaset dışıymış gibi gösterilerek
devletin göreli özerkliğinin yeniden yapılanması sağlanmaya çalışılmaktadır.
Bu nedenle bu döneme ilişkin belirtilmesi gereken özetle, devletin sınıf
ilişkilerine karşı özel mülkiyetin kurallarını uyguladığı esnada, askeri
müdahalenin otoriteryan siyaseti sayesinde serbest piyasa ekonomisine
yönelik politikaların önünün açılmış olduğudur (Bonefeld, 2006: 243; Yalman,
2004: 65).
Devleti toplumsal sınıfların uzağında ve onlara tarafsız gören bu
eğilim, 1980 sonrasında sivil toplumsal unsurların gelişmeye başladığı
görüşünde olmasına rağmen, TÜSİAD ve MÜSİAD gibi sivil toplum içinde
öne çıkan ekonomik çıkar birliklerinin devletle kurdukları yakın ilişkiler
nedeniyle gerçek anlamda bir sivil toplum örgütü gibi davranmadıklarını da
vurgulamaktadırlar105. Buğra (1998: 521, 535), her iki sermaye grubunu da
dar tanımlı ekonomik çıkarlarının ötesine uzanan toplumsal rolleriyle sınıf
örgütü olarak tanımlamakta, ancak tarihsel ilişkisel düzeyleri, devletle olan
ilişkileri nedeniyle de kapitalist toplumsal formasyon içinde tam olarak da sivil
toplum kavramını karşılamadıklarını belirtmektedir. Bunun nedeni, örgütsel
stratejileri
açısından
kapitalist
sınıf
ve
burjuva
kültürünü
evrensel
kategorilerde dizayn etmemeleri, özgül çıkar temsilinin biçimlerini toplumda
görünür kılmaları bakımından kapitalist hegemonya ve burjuva kültürü olarak
anlaşılmalarının zor olmasıdır. Benzer biçimde başka bir yazar, bu grupların
gönüllülük doğasının demokratik reformların gelişimine olan katkılarını öne
sürerek, sivil toplum olarak bilinen geniş birliğin önemli bir parçası olarak
görülebileceğini, ancak devletle kişilik dışı/nesnel ilişki kuramamaları
nedeniyle de rasyonel ekonomik düzende demokratik açılım ve toplumsal
alanın genişliği için devletle her zaman çatışmaya giremediklerini ifade
etmektedir (Öniş ve Türem, 2001: 95-6). Örneğin bu yazarlar, 1980 sonrası
ekonomi politikalarının ve ideolojik dönüşümün bir sonucu olarak, devlet
merkezci anlayış karşıtlığı ile, 1990’larda gelişim gösteren MÜSİAD’ın bir sivil
toplum örgütü olarak olumlamalarına karşılık (Keyman, 2005), onun emek
105
Bu konuda özellikle (Buğra, 1998) ve (Öniş ve Türem, 2001)’in çalışmalarına bakılabilir.
270
hareketlerine
yönelik
istikrarsızlaştıracağı
tavrına
ve
gerekçesiyle
bu
duyduğu
hareketlerden
rahatsızlığa
toplumu
da
dikkat
çekmektedirler (Buğra, 1998; Öniş ve Türem, 2001). Ekonomik krizlerin
siyasal krizlerden kaynaklandığı görüşündeki her iki sivil toplum örgütünün
birden, kapitalist toplumsal ilişkilerle bir sorunları olmamakla birlikte,
yayınladıkları raporlarda sosyo-ekonomik sorunların çözümü şart olarak
görülmeyip, demokratikleşme vurgusunun ağırlıklı olarak kültürel haklara
yapılması, demokrasinin serbest piyasa ekonomisinin istikrarı için önemini
göstermektedir. Ancak kültürel alanda farklı hayat tarzlarını savunan bu iki
sivil
toplum
örgütünün,
devletin
ekonomik
alandaki
aşırı
gücünün
sınırlandırılması gerektiği konusunda aynı fikirde olmaları, serbest piyasa
ekonomisinin işleyişini aksatacak müdahalelerin her ikisinin birden darekonomik çıkarlarını olumsuz etkileyeceği göz ardı edildiğinden şaşırtıcı
bulunmaktadır (Keyder, 2004: 79). 28 Şubat’tan sonra pozisyonunu
değiştirerek ekonomik ve siyasal düzeyde AB’yi kucaklayan MUSİAD’ın
ekonomik, siyasal ve sosyal hakların yasayla garantilendiği bir “demokratik
sistem”in
aksine,
“esnek-emek”
ekonomik
ve
sendikasız
çıkarlarının
daha
işçi
tercih
öncelikli
eden
sermayedarları,
dar
olduğunu
göstermektedir.
Öniş ve Türem bu durumu, kapitalist toplumsal ilişkiler
biçiminin bir sonucu olarak görmek yerine, güç kaynaklarının asimetrik
dağıtıldığı, gelir farklılığının yüksek ve refahın eşitsiz olduğu toplumlarda
sermaye gruplarının toplumla arasındaki ilişkilerin sorunlu olması biçiminde
değerlendirmektedir (2001: 95). Dolayısıyla bu yazarlar, özellikle 1990’lardan
itibaren sivil toplum alanının gelişimi konusunda, “evrensel burjuva
demokratik değerleri”nin ve değişim ilişkilerinin mantığını oluşturacakları
düşüncesiyle ekonomik çıkar birliklerinin gelişimine destek vermektedirler.
Ancak, serbest piyasa ekonomisinin güvenliğinin otoriteryan bir biçimde
garanti edildiği durumlar nedeniyle de demokratik hakların genişletilmesinin,
ya da sivil toplum örgütlerinin baskı unsuru olarak ortaya çıkmalarının
sözkonusu değerlerin yerleşmesi bakımından bir anlamının olmadığı
görüşündedirler. Başka bir ifadeyle, toplumun bütünsel ekonomik kalkınma
kapasitesini geliştirmek üzere, devleti küçülterek serbest piyasa ekonomisini
271
geliştirme düşüncesinin, sivil toplumu salt piyasa ile özdeşleştirmekle
sonuçlanmasının demokrasi ile bir ilişkisinin olmadığını belirtmektedirler
(Köker, 2008: 261 ayrıca bkz: Barkey, 2000: 104; Toprak, 1996:104).
Örneğin büyük burjuvazinin çeşitli biçimlerde askeriyenin siyasal hayata
müdahalelerine ve demokratikleşme başlığı altında AB uyum yasalarına
verdiği “demokratik” desteğin her ikisi birden, onun dar ekonomik çıkarları ile
yani tahminedilebilir, istikrarlı bir piyasa ekonomisinin yerleştirilmesine
yönelik talepleriyle ilgilidir. Bütün işveren örgütleri, burjuvazinin aydınları,
hatta rejimin ilk döneminde bizzat kendileri iktidardan edilmiş, faaliyetleri
durdurulmuş burjuva partileri hem içeride aldığı tedbirler bakımından, hem de
yavaş yavaş Avrupa’da yükselen eleştiriler karşısında askeri müdahalelere
destek vermişlerdir (Savran, 2004: 29).
Dolayısıyla ikinci eğilime göre, sivil toplumun salt piyasa biçiminde
anlaşılması AB üyelik süreci ile dönüşmeye başladığından, sınırlı piyasa
devleti de dönüşmeye başlamıştır. Buna göre sınırlanmamış toplumsal
çıkarlar ve devletin göreli özerkliğinin bir sonucu olarak kolektif kapitalist
olarak davranması için AB ile ilişkilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Çünkü
Türkiye’de demokratik siyasal sistemin sağlamlaştırılması için, reformların
alanının genişliği yeterli olmasa da, 1983’de “demokrasiye geçiş”ten beri
devam etmekte olan siyasal reformların hızı ve büyüklüğünün AB adaylık
sürecini ve GB üyeliğini getirdiği belirtilmektedir (Yeşilada, 2007: 19). 1987’de
AB adaylığı başvurusu yapılmasının olanağı da sivil toplum unsurlarının
gelişmeye başlaması ile ilişkilendirilmektedir (Keyder, 2007: 228). Başka bir
ifadeyle Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin iç siyaseti sivil toplum yönünde
etkileyerek, siyasal sistemi daha açık ve daha liberal olma yönünde,
dolayısıyla, “evrensel burjuva demokratik değerleri”nin gelişimini etkilediği
düşünülmektedir.
Üyelik
sürecine
ilişkin
yapılması
zorunlu
reformlar
sayesinde devletin daha küçük, daha az baskıcı, daha etkili bir dönüşüme
zorlanacağına inanılmaktadır (Toprak, 1996: 104; Barkey, 2000: 88, 104).
Keyder (2007) GB ile devletin müdahalesinin sonuna gelindiğini, Öniş (1999),
AB üyelik süreci sayesinde piyasa odaklı devlete dönüşüm olduğunu, Buğra
272
ve Keyder (2006) AB adaylık sürecinin sosyal politikaların ve refah rejiminin
gelişimine doğru bir fırsat alanı oluşturduğunu söylemektedir.
Görüldüğü gibi bu bakış açısı, genellikle Türkiye’nin sivil toplum
örgütlerinin gelişimini AB üyeliğinin başarılmasında temel aktörler olarak
yorumlamaktadırlar. Bunun yanı sıra, bu eğilimdeki yazarlar AB’nin
demokratikleşme projesini kucaklamakla birlikte, onun neoliberal projelerini
toplumsal sonuçları nedeniyle eleştirirler. Hakim paradigmanın daha liberal
olanından sınıf merkezli olanına doğru bir hat takip eden bu ikinci eğilimi,
neoliberalizme dar ekonomik anlamda karşı iken, geniş anlamda piyasaların
serbestleşmesine karşı değillerdir. Ekonomik ve demokratik neoliberalizm
arasında ayrım yapan bu gruptaki yazarlarca, IMF ve DB gibi neoliberal
kurumlar eleştirilirken, AB gibi kurumlar demokratikleşme üzerindeki etkileri
nedeniyle olumlanmaktadır (Benzer bir ifade için bkz: Ercan ve Oğuz, 2007:
185-188). Bu yazarlara göre, özellikle 2001 kirizinden sonra devlet
yapısınının dönüşümü üzerinde AB üyelik sürecinin etkisiyle demokrasiye
geçişte devletin göreli özerkliğinin altını kazan popülizm, yolsuzluk, patronaj
ve mali istikrarsızlık gibi unsurlar ortadan kalkmaya başlamıştır (Keyman ve
Koyuncu, 2005: 107). Özellikle ANAP döneminde sayıları oldukça fazla olan
ve yapısal uyum sürecinin toplumsal maliyetini görünürde azaltan isteğe bağlı
fonların kullanımı stratejisinin, ekonomide devletin rolünün azaltılacağı sözü
verilmesine
rağmen,
kamu
sektörü
payının
toplam
kamu
sermaye
yatırımlarındaki oranını arttırması, devletin göreli özerkliğinin altını oyduğu
için eleştirilmişti (Sayarı, 1996-7: 37). Seçim dönemlerinde sermaye
çevrelerinin finanse ettiği en yüksek harcamaları yapan ANAP’ın (Ahmad,
2002: 232), sermaye çevreleri ile arasındaki ilişkilerin bireyselleşmesi ve
meşru
zemininden
uzaklaşması
devlet
yönetiminin
keyfileşmesine,
yozlaşmasına ve sınıflararası uzlaşmanın çözülmesine neden olmuştu
(Buğra, 2010). Bunun yanı sıra ücretlerin baskılanmasıyla yükselen
ekonomik başarının ardından 1989 ve 1990’larda yükselişe geçen emek
hareketleri karşısında ödün vermek zorunda kalan ANAP’ın “popülist”
politikaları, devletin göreli özerkliğini bozan temel unsur olarak görülmüştü.
Devletin göreli özerkliğinin tekrar kazanılması ise 1994 ve 2001 krizlerinin
273
çözümünün işçi sınıfının kontrol altına alınmasına yönelik farklı araçları, yani
ekonomi-siyaset ayrılığının belirginleşmesini ya da görünürde devletin
ekonominin yönetiminden elini çekerek düzenleyici rolünün genişletilmesini
gerektirmişti. Çünkü piyasada bir meta olarak emek gücünün yeniden
üretiminin garantiye alınması gerekliliği, devletin düzenleyici rolünün ve
müdahalesinin artmasını zorunlu kılar. Böylece devletin müdahale, yönetim
ve temsil faaliyetleri emek gücünün bir meta olarak alımı ve satımı
çerçevesinde yeniden yapılanır. Devletin bu ilişkilere müdahalesi ise
sözleşmenin iki tarafının, alıcı ve satıcı bireyler, yasa önünde aynı haklara
sahip eşit bireylerin varlığının sağlanmasıyla sınırlandırılır (Holloway, 2001:
246). Devletin yönetsel kapasitesinin ve göreli özerkliğinin güçlenmesini
gerektiren bu durum, AB’nin hem siyasal hem de ekonomik konularda temel
belirleyici dış aktör olarak alınmasını ve ekonominin yönetiminin siyasal
süreçlerin
uzağında
düzenleyici
kurullara
devredildiği
depolitizasyon
stratejisine yönelik uygulamalarla gerçekleşecektir. Bu nedenle iki krizin,
1994-2001, ardından özellikle büyük burjuvazi ve dış finansal burjuvazi geçici
IMF disiplini yerine, sürekli AB üyeliğini tercih etmiştir. 2001 krizinin hemen
ardından tek parti hükümetini kuran AKP’nin toplumun geniş kesimlerinden
destek almasının nedeni de bu yazarlara göre ilgili yasa ve anayasal
reformları gerçekleştirme sözü vererek, AB ve Kopenhag kriterlerinin
gerektirdiği demokratikleşme standartlarını takip edecek olması ve toplumsal
sınıflara karşı devletin göreli özerkliğinin tekrar sağlanacağı güvenini
vermesidir. Bu, devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi yerine, serbest
piyasa ekonomisine tahminedilebilir bir çerçeve için düzenleyici işlevinin öne
çıkmasıyla,
AB
oluşturulmasıyla
standartlarına
uygun
ekonomik
Bu
anlamda
gerçekleşecektir.
ve
siyasal
örneğin,
yapının
ekonomik
liberalizasyonun yanı sıra, 2004’de ölüm cezasının ve tartışmalı devlet
güvenlik mahkemelerinin kalkması, insan hakları alanında uluslararası
anlaşmaların yerel yasama üzerindeki üstünlüğünün kabulü gibi anayasal
düzenlemeler gerçekleştirilmiştir (Özbudun, 2006: 549). Çünkü devletin
düzenleyici işlevinin
gelişimi,
aynı
zamanda
onun
kapasitesinin
de
gelişmesine neden olacaktır (Öniş ve Bakır, 2007: 154). Böylece, yasanın
274
kuralını uygulama kapasitesi, güçlü devlet sayesinde hem toplumsal sınıflara
özerkliği, hem de kurala dayalı yönetim stratejileri, depolitizasyon, ile belli
kurallar çerçevesinde hareket etmesi, yani kesin çizgilerle belirli hareket
alanında özerk olarak güç kullanabilmesi mümkün olacaktır (Keyder, 2007:
191). Çünkü devlet, kapasitesinin güçlü olmadığı, yani toplumun üzerinde ve
uzağında kalmayı başaramadığı durumlarda antogonistik toplumsal ilişkilerin
bir nesnesi haline gelir. Onun bu toplumsallaşması göreli özerkliğine zarar
verdiğinden devletin sınıfsal karakteri de tehlikeye girer (Bonefeld, 2006: 2423).
Hakim paradigma içinden siyaset merkezli olanının aksine ikinci eğilim
içinden bu yazarlar, 2001 krizinin ardından yasanın kuralını uygulayacak
güçlü devletin göreli özerkliğin sağlanmasında, dolayısıyla demokratikleşme
reformlarının derinleşmesinde etkili olabileceğini belirtmekle birlikte, krizler
sonrasında
özelleştirmelerdeki
artışa,
ekonominin
yönetiminde
özerk
kurulların etkinliğine ve emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesiyle
artan esnek istihdam biçimleri nedeniyle informal sektörlerdeki artışın emek
örgütlenmesinin parçalanmasına ve emek gücünün sendikalaşma oranının
azalması üzerindeki etkisine de dikkat çekmektedirler (Keyder, 2004: 68;
Buğra, 2003: 455, 461-2; Buğra ve Keyder, 2006). Ancak bu yazarların
benimsedikleri kuramsal çerçeve gereği, ekonomi politikasının özerkleşmesi,
sanıldığı gibi bir mücadele alanı olarak devletin göreli özerkliğinin yeniden
oluşturularak, onun toplumsal sınıflara tarafsız ve nesnel olacağı anlamına
gelmemektedir. Bonefeld’in de belirtiği gibi ekonomi-siyaset, vatandaş-işçi
gibi bölünmelerle siyasal iktidarın ekonomi politikalarının yapımından
görünürde
uzaklaştırılarak
bu
politikaların
işleyişini
aksatacak
emek
mücadelesine tepki vermemesi, yani toplumsal muhalafetten etkilenmemesi
amaçlanmaktadır (Bonefeld, 2005: 94). OECD’nin (2003) önerdiği düzenleyici
reformlarda ve TÜSİAD’ın (2002) piyasa aksaklıklarının giderilmesinde
düzenleyici kurulların ve etkin devlet’in önemine dikkat çekmesinde olduğu
gibi; ancak “etkin ve düzenleyici devlet” piyasanın daha iyi işlemesi için
gerekli
düzenlemeleri
yapabilir.
Çünkü
uluslararası
sermaye
onunla
eklemlenme kapasitesini gösteren yerel sermayenin çıkarlarını korumak,
275
krizlerle başa çıkabilmek, emek ve ücretler üzerinde kontrol olanaklarını
genişletebilmek için gerekli kurumsal düzenlemeleri yapan güçlü bir devlete
ihtiyaç duyar (Güney, 2004: 4; ayrıca bkz: Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu
2007: 14-15). Dolayısıyla iyi işleyen bir piyasa ekonomisi demokrasi
pahasına yükselir, devlet sınıf mücadelelerine karşı özel mülkiyetin
koruyucusu ve kurtarıcısı olur (Bonefeld, 2006: 242-3). Ancak sermayenin
uluslararasılaşmasına parallel, depolitizasyon stratejileri esasında, siyasetin
sosyal ve ekonomik alanlardan tamamen çekilmesi ya da daha basitçe politik
etkinin tamamen yok olması anlamına gelmez. Esasında, söz konusu olan
karar alma sürecinin politik yönünü daha uzakta korunaklı bir yere
yerleştirmek anlamında oldukça politik bir stratejidir. Devlet yöneticileri
depolitikleştirmenin uzaklaştırıcı etkisinden yararlanarak, ekonomik süreçler
üzerinde kontrol sağlamaya devam ederler. Çünkü bu stratejiler, ekonomi
politikası
yapma
sürecinin
beklentileri değiştirme
ve
verimliliğini
amaçlarını
ve
güvenilirliliğini
ilgilendiren
gerçekleştirebilmek için
siyasal
süreçlerin yasal oyunlarına gereksinim duymaktadır (Burnham, 2003: 177;
Yılmaz, 2003: 56; Bonefeld, 2005: 94; Güney, 2006).
Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, benzer kuramsal
çerçeveden hareket eden her iki eğilimin ortak noktasının, devlet-toplum
ilişkilerinin
sivil
toplum
ve
devlet
arasındaki
sınırda
okunduğu
ve
demokrasinin gelişmesinin derecesinin buna göre tanımlandığı söylenebilir.
Devlet, asker ve bürokrasi, devlet-sivil toplum karşıtlığının ilk kısmı olarak
görülürken, ikinci kısımda ağırlıklı olarak burjuvazi örgütleri yer almaktadır.
Her iki eğilim de askeri müdahaleleri bürokratik gücün yeniden resterasyonu
olarak, ya da “güçlü devlet geleneği”nin bir yansıması olarak görmekle
birlikte, askeri müdahale ve ardından demokrasiye geçiş sürecinde ekonomik
liberalizmin,
dolayısıyla,
sivil
toplumun
gelişmeye
başladığını
vurgulamaktadırlar. Birincisine göre, daha sınıfsal merkezli bakabilen ikinci
eğilim, aynı sürece ilişkin olarak ekonomik liberalizmin yerleşmesinde siyasal
otoriterliğin etkisini göz ardı etmez. Ancak, devlet ve toplumsal sınıflar
arasındaki ilişkinin birbirine karşıt/dışsal görülmesi burjuvazinin oluşumunun
ancak
‘devlet
yoluyla
ve
devlet
içinde’
olabileceğinin
anlaşılmasını
276
(Glucksmann, 1979: 212 akt Yalman, 2002: 323) engellemektedir. Birinci
eğilimdeki yazarlar, askeri döneme siyasetin ekonomiden özerkliğinin
kurulmasını sağladığı için önem verirken, ikinciler, ekonominin siyasatten
ayrılığını kurduğu için memnunlardır (ayrıca bkz: Bozkurt, 2008: 168).
Her iki eğilime göre de, Batı Avrupa’daki tarzda bir sivil toplumun
gelişememe nedeni, kendilerini devletin garantörü olarak gören devletelitlerinin bu yöndeki reformları engellemeleri yüzündendir. Kendileri bir sınıf
olarak görülen bürokratik elitlerin varlığı nedeniyle, bireysel özerkliğin
devletten alınması gecikmeli olmuş (Toprak, 1996: 91; Öniş, 1992: 8), sivil
toplum gelişememiştir. Devlet elitlerinin halen demokratikleşmenin önünde
durduğu, 2007 seçimleri sonrasında parlamento’nun seçim barajına rağmen,
bütün siyasal fikirleri ve pozisyonları temsil edebilmesi ve çok güçlü bir
toplumsal meşruluğu olmasına rağmen, yeni anayasa hazırlığı girişiminin
başarısızlıkla
sonuçlanması
(Köker,
2010:
50)
da
bu
bağlamda
değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, kapitalist ilişkilere sonradan dahil olan bir
ülke olarak Türkiye’de, “ekonomik kakınma” ve “demokratik gelişme”de
devletin topluma öncü olması ve özel sektörle/sermaye sınıfı ile birlikte
ekonomik gelişmeyi başlatması, yani ekonomik ve toplumsal hayata
müdahalesi, kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesi bağlamında değil, güçlü devlet
geleneği tezine dayandırılarak açıklanmaktadır. Yalman, meselenin bu
biçimde kavranmasının mevcut toplumsal statükoyu sürdürmek amacıyla
ekonomik faaliyetin gelişmesini engellediği söylenen devlet ile yeni bir
toplumsal düzeni oluşturma çabasına girişerek, mevcut toplumsal gerçekliğe
meydan okuyan devlet arasındaki ayrımı belirsizleştirdiği uyarısında bulunur
(2004: 50). Çünkü sözkonusu analiz, toplumsal üretim ilişkilerinin çelişkili
niteliğinden hareketle, ekonomi-siyaset, devlet-toplum, vatandaş-işçi gibi
kapitalist devlet biçimine özgü ikiliklerin/bölünmelerin yerine bu kategoriler
arasındaki ilişkilerin bütünsellğini dikkate almamaktadır. Ancak bu biçimde
devletin yeniden yapılandırılması, toplumsal mücadelelerin aldığı bir biçim
olarak, ya da sınıflararası mücadelenin bir alanı olarak devlet kavranabilir.
Devletin ekonomiye müdahalesi kültürel referansları temel alan “güçlü devlet
geleneği” tezinde olduğu gibi, “hikmeti kendinden menkul devlet” anlayışının
277
değil, toplumsal çelişkilerin yeniden üretiminin bir uğrağı olarak anlaşılmalıdır.
Devlet
müdahalesinin
kapitalist
toplumsal
ilişkilerin
devamlılığındaki
düzenleyici rolü Clarke’in de belirtiği gibi;
“..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal
müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye
kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (Clarke, 2001: 194).
Örneğin 1980 askeri müdahelesi sonrasında burjuvazi bürokratik otoriterdevletçiliğe karşı sivil toplumun bir mücadelesi olarak desteklenirken, askeri
rejim burjuvazinin ekonomik programına tam destek vermiştir. Burjuvazi de
çeşitli dönemlerde siyasal ve ekonomik krizlerin aşılmasında müdahaleleri
desteklemiştir. 1980 askeri müdahalesi ile devletin bu kez sivil toplum alanını
genişletici düzenlemeler için müdahale etmesi, sınıflararası mücadeleden
bağımsız değildir. Bu nedenle, devlet bir mücadele alanı olarak algılanırsa
dönüşümün sınıflararası mücadeleden bağımsız olmadığı anlaşılabilir. Devlet
burjuvazinin, ya da tek bir sınıfın aracı olarak da görülemeyeceğinden işçi
sınıfının olası tepkilerine karşı geliştirdiği destekler ve yardımlar, reel
ücretlerin belli dönemlerde yükselmesi ve düşmesi siyasi populizmden çok
toplumsal çatışmaların azaltılması nedeniyledir. Örneğin, bir tarımsal
politikanın belirlenmesinde farklı sınıf ve aktörlerin(küçük üreticiler, büyük
üreticiler, tarımsal ürünü tüketen üreticiler, IMF, TÜSİAD bu sektöre girmek
isteyen yerli yabancı sermaye vb.) çatışmaları ve mücadele dereceleri
belirleyici olmaktadır (Dinler, 2003: 46). Dolayısıyla sermayenin yeniden
üretimi doğallıkla/kendiliğinden oluşmayıp, kendi doğasında olan birikim
üzerindeki krizlerini ve sınıf çelişkilerini dengelemek için devlet müdahalesine
zorunlu ihtiyaç duyar (Kettell, 2004: 23). Kapitalist toplumsal örgütlenmenin
bir biçimi olarak devletin, emek ve sermaye ile olan lişkilerindeki düzenleyici
işlevi ve bunun gereği olarak yeniden üretim sürecinin bir uğrağı biçiminde
çözümlenmesi, kavramsal olarak kapitalist üretim ilişkilerinin analizini de
mümkün kılacaktır. Bu ilişkilerin yeniden yapılanma süreçleri sonucunda
aldığı biçimlerin anlaşılması toplumsal örgütlenmenin yeniden üretiminin
biçimi ve esas’ının diyalektik ilişkisini de görünür kılacaktır.
ALTINCI BÖLÜM: DÖNÜŞÜMÜN İDEOLOJİK DÜZEYİ
Türkiye’de 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerinin ekonomi-politik,
toplumsal ve ideolojik bakımlardan farklı biçimler aldığı izlenmektedir.
Ekonomi-politik olarak neoliberal, toplumsal düzeyde sivil toplum’cu, ideolojik
bakımdan da kimlik siyasetinde görünümünü bulan bu biçimlerin esas itibari
ile kapitalist toplumsal ilişkilerin sürdürülebilirliği ile ilişkili olduğu, çalışmanın
bu
son
bölümünün
konusu;
ideolojik
dönüşüm
bağlamında
da
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin krizlerinin ve
devletin oynadığı rolün kuramsal ve pratik açıdan kavranması, kriz’lerin
“ekonomik bir kriz” olmasından ziyade, bu ilişkilerin bir krizi olarak
kavranmasıyla anlaşılabilir. Bu da kapitalist toplumsal ilişkilerin bütünlüğünün
açıklanmasıyla, yani her alanda ve mekanizmada- ekonomik, siyasal,
toplumsal ve ideolojik düzeylerde- verilen bir mücadeleyi içeren bir birikim
krizi olarak anlaşılmasını gerektirir (Holloway ve Picciotto, 2004: 135).
Hatırlanacağı üzere çalışmanın dördüncü ve beşinci bölümlerinde
Türkiye’de
dönüşümün
devlet-toplum
ilişkilerinin
ekonomi-politik
ve
analizinde
toplumsal
hakim
paradigmanın
düzeylerine
ilişkin
değerlendirmelerine yer verilmişti. Bu bölümlerde de belirtildiği gibi,
aralarındaki belirgin farklılıklarla birlikte, 1980 öncesini “güçlü devlet
geleneği” tezinin temel iddialarıyla analiz eden hakim paradigma içinden
yazarların benimsedikleri kuramsal çerçevenin 1980 sonrasında nasıl
dönüştüğü; başka bir ifadeyle dönüşüm sürecinin meşruiyeti üzerindeki
ideolojik etkisinin nasıl olduğu? sorularının dönüşümün ideolojik düzeyi
bağlamında da irdelenmesini gerektirmektedir. Böylece, 1980 sonrası devlettoplum ilişkilerini biçimlendiren “yeni siyaset tarzı”nın temel unsurlarının,
beslendikleri benzer kuramsal ve yöntemsel çerçeve itibari ile öncekilerle
arasında belirgin bir kopuş olmadığı anlaşılabilecektir.
Çalışmanın bu bölümünde ayrıca, ideolojik dönüşümün bir sonucu ve
aşağıdaki temel sorularla da ilişkili olarak Türkiye özelinde;
-siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği? ve 1980
sonrasında neoliberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni siyaset
279
tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? üzerinde de
durulacaktır.
Bütün bunlar, kültür politikalarının neoliberalizmle uyumu, buna bağlı
olarak muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal
İslam’ın yükselişiyle örtüşmesi bağlamında çözümlenmeye çalışılacaktır.
Böylece, ekonomi-politik olarak serbest piyasanın temel değer olarak
yüceltildiği bir ortamda, ideolojik olarak sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde
dönüştürülmesinin yeniden yapılanmanın meşruiyeti üzerindeki ideolojik
etkisi anlaşılabilecektir. İdeolojik dönüşüme ilişkin hakim paradigma içinden
yazarlara referansla yapılacak eleştirel bir değerlendirme ile de hakim
paradigmanın eksik yönleri ortaya konularak bütünlüklü bir değerlendirme
imkanı üzerinde durulacaktır.
6.1.
NEOLİBERAL
EKONOMİ
POLİTİKALARI
ÜZERİNDE
KİMLİK
POLİTIKALARININ İDEOLOJİK İŞLEVİ
Özellikle 1994 ve 2001 krizlerinin ardından ekonomi-siyaset ayrımını
derinleştiren düzenlemelerle ekonominin “nesnel”, “tarafsız” ve teknik alana
ait bir konuymuş gibi algılanması, siyasal partiler arasındaki ekonomi
politikalarına ilişkin farklılıkları da belirsizleştirmeye başlamıştır. Bunu
toplumsal düzeyde bir yandan siyasal öznelerin siyaset, ya da karar alma
süreçlerinin dışında bırakıldığı ve neoliberal dönüşüm politikalarına ilişkin
karar alma süreçlerinin siyaset dışıymış gibi gösterildiği, diğer yandan da sivil
toplum-devlet
karşıtlığı
söyleminde
demokrasi
adına
sivil
toplumun
yüceltildiği bir söylem izlemiştir. Wood’un ifadesiyle, insan özgürlüklerini
devlet baskısına karşı koruma biçimi ile kapitalist ilişkiler savunusunu
üstlenme tehlikesi arasında kalan sivil toplum’cu siyaset (2003: 282); kimlik,
farklılık, kültürel öğeler ve toplumsal cinsiyet gibi ekonomiyle doğrudan ilişkili
olmayan konuların siyaset alanına taşınmasını sağlamıştır. Ekonomi ile
doğrudan ilişkili unsurların siyasetin dışında bırakıldığı bu alanın, kimlik
siyasetine ayrılması ise uluslararası düzeyde kapitalist ilişkilerin gittikçe
bütünselleştiği bir aşamada, bu ilişkilerden bağımsız olmayan, muhalif siyasal
öznelerin bütünlüklü örgütlenmelerinin parçalanmasıyla mümkün olmaktadır.
280
Bu, kimlik ve kültür gibi farklı bağımsızlaşma özlemleri içinde olan dönüştürü
siyasal öznenin siyasetten geri çekilmesi biçiminde pratiklik kazanmaktadır.
Toplumsal gerçeklik ve bilinç biçimleri arasındaki zorunlu bağlantının
ideolojinin bir görünümü olduğunu söyleyen Eagleton’a göre, “kültürel”
konulara
ilgide
olan
bu
artış,
“siyasal
geri
çekilmenin
ideolojisi”
postmodernizm ile ilgilidir (1991: 25). Toplumsal gerçekliğe ilişkin “bütünlük”,
“esas”, “görünüm” ve “belirlenim” gibi kategorilerin yerine eklemlenme,
söylem, görecelik ve rastlantısallık kavramlarını öne çıkaran (Çulhaoğlu,
2002:
401)
postmodernizm,
gerçekliğin
düşünceler
dünyasında
açıklanabileceğini, bu nedenle de onun nesnel bir tanımına ulaşılmasının
mümkün olmadığını belirten bir söylemi esas alır (Callanicos, 2001: 15;
Eagleton, 1999: 30). Kimlik ve kültür gibi tikel olanın araştırma nesnesi olarak
alındığı Weber esinli bu söylem, kapitalist toplumsal ilişkilere yönelik
ekonomi, siyaset, sınıf ve tarih gibi temel kategorilerin bütünlüklü bir
eleştirisini analizinin dışında bırakır (Wood, 2003: 14-15). Bu anlatı siyasi ve
ideolojik olanla sınıfsal konum arasında, “hiçbir biçimde mantıksal bir bağlantı
olmadığı” iddiası ile (Eagleton, 1999: 30) toplumsal sınıf kavramının anlam
üretme ve aidiyet oluşturma niteliklerinin artık geçerli olmadığını iddia eder.
Çünkü toplumsal sorunlara bütünlüklü yanıtlar verilmesi arayışının yerini, her
kısmi toplumsal soruna kısmi bir çözüm üretilmesi arayışı almıştır artık (İnsel,
2008: 23). Bu nedenle, işçi sınıfını ve tarihi itici bir güç olarak gören sınıf
mücadelelerinin vurgulandığı Marksist anlatıdan vazgeçilmesi gerekmektedir.
Kitleleri
egemen
sınıflardan
ayıran
çizgi,
sınıf
sömürüsüne
paralel
olmadığından “kitleler” ile “sınıflar” arasında bir yapısal yerinden-oluş söz
konusudur (Laclau ve Mouffe, 2008: 100). Bu, sınıfların anlamlı kategoriler
olarak alınmaması sınıf mücadelelerinin de artık tarihi yapan asli dinamik
olarak ele alınamayacağı anlamına gelmektedir. Sınıf olgusunun etkili varlığı
ve anlamı kalmadığından sınıf mücadelelerinin de öznesi kaybolmuş
demektir (İnsel, 2008: 22). Oysa “toplumsal yaşamdaki fikir, inanç ve
değerleri üreten genel maddi süreç” olarak ideoloji ve “kültür”’ün benzer
süreçlerin bir sonucu olması, belirli bir toplumdaki bütün anlamlandırma
pratiklerini ve simgesel süreçleri kapsayan bir kompleksin tamamına karşılık
281
gelmesiyle ilgilidir. Bu anlamda ideoloji, siyaset ve ekonomi gibi toplumsal
pratikler kendilerinden çok bireylerin bu pratikleri “yaşama” biçimlerini de ima
etmektedir (Eagleton, 1996: 48).
“Politik açıdan muhalif, ekonomik açıdan işbirlikçi” (Eagleton, 1999:
155) olarak tarif edilen postmodernizm, tıpkı soğuk savaş dönemi
modernleşme ideolojisi106 gibi liberal yaklaşım ve Weber esinli yapısalişlevselci anlatımla uyumludur. Çalışmanın birinci bölümünde de belirtildiği
gibi, ekonomi ve siyaset kategorileri arasındaki ilişkiselliğin reddedildiği bu
anlatıda; ekonomik alan teknik-“tarafsız” ve siyasal süreçlerin dışında, siyasal
alan ise toplumsal-maddi belirlenimlerinden özerk görülmektedir. Devlet
toplum ilişkilerinin analizinde hakim paradigma üzerinde de oldukça etkili olan
bu
anlatı,
açıklanması
toplumsal
gerçekliğin
bakımından,
1980
kültürel
öncesi
ve
süreçlere
sonrası
vurgu
yapılarak
ekonomik-siyasal
ideolojilerin ortak bir özelliğini sunar. Tıpkı uluslararası konjonktürün de
etkisiyle modernleşmenin Türkiye gibi Batı dışı toplumlar için ulaşılacak bir
ideal olarak görülmesinde olduğu gibi, devlet’in gücünü sınırlayacak Batı tipi
bir sivil toplum’un oluşumu da postmodernizmle ilişkilendirilir. Başka bir
ifadeyle, postmodernizmin 1980 sonrasının hakim ekonomi-politiği neoliberal
politikalarla107 ilişkisinde olduğu gibi, modernleşme kuramı da dönemin hakim
106
Soğuk Savaş sonrasında yeni ittifaklar arayan Türkiye, ABD’nin verdiği askeri ve ekonomik
yardımlardan faydalanmak için 1948 yılında Marshall Planı’na dahil olarak, soğuk savaş dönemi
komünizmle mücadelede işlev yüklendi. Bu anlaşmayı izleyen yıllarda çeşitli Amerikan heyetleri
Türkiye’ye gelerek izlenecek ekonomi, siyaset ve sanayileşme stratejisi için dış politikanın ve tüm
bunlara bağlı olarak yönetim-idare sisteminin modernize edilmesine ilişkin raporların hazırlanmasında
öncü oldu. Örneğin 1961 askeri müdahalesinin ardından, “İdari Reform ve Reorganizasyon Hakkında
Ön Rapor” ve Merkezî Hükümet Teşkilâtı Araştırma Projesi (MEHTAP 1963) Rapor’u rasyonel
işleyen bir yönetim-idare sisteminin kurulması ve devletin kalkınmadaki rolünün ne olacağı
üzerinedir. Bu minvalde 1971 askeri müdahalesinin ardından “İdari Reform Danışma Kurulu Raporu”,
1980 askeri müdahalesinin ardından KAYA (1990) (Kamu Yönetimi Araştırması) Genel Rapor’u
yönetsel yapının modernleşmesine ilişkin olup, modern ulus-devletin yönetim-idare aygıtının Batı
toplumlarınınkine yaklaştırılmasını, yani kapitalist biçimin kabulünü, yerleşmesini ve kapitalist
ülkelerle uyumu ifade eder.
107
1980 sonrasında Türkiye’nin dünya işbölümünde üstlendiği rol gereği, standart teknoloji ürünlerini
ihraç ederken ileri teknoloji içeren ürünleri ithal etmektedir. Standart teknoloji kullanımının
tamamlayıcı öğesi ise düşük ücret düzeyleri, yani ucuz emek gücü piyasasıdır. Bu da rekabet
edebilmeyi mümkün kılan en önemli faktördür. “Avrupa” işbölümünde Türkiye’ye düşen görev’de
budur. 24 Ocak 1980’de alınan bir dizi karar, Türkiye’nin dünya ekonomisiyle entegrasyon biçiminin
neoliberal esaslara dayandırıldığı ve serbestlik gereği işlediğini ifade eder. İthal ikameci stratejinin
282
ekonomik-siyasal modeli kalkınmacı politikaların meşruiyetini oluşturmuştur.
Dolayısıyla her ikisi birden ekonomik alanın “nesnel”, siyasal alanın “öznel”
düzeyde ele alındığı liberal yaklaşımla ve “geleneksel-modern” toplum
söylemi ile de Weberci ideal tip’ ile uyumludur. Birbiriyle ilişkili kategorilerin
özerk gerçeklikler olarak alındığı, bu kuramsal çerçeve içinden yapılan
analizlerde, ya siyaset ve ekonomi tümüyle ayrı alanlara ait kategoriler ya da
belirlenim ilişkisi bakımından siyasetin ekonomiye öncel olduğu gerçeklikler
olarak görülmektedir.
Postmodernizmi farklı kılan ise toplumsal ayrımların doğaları gereği
içsel ve çoğul olmaları ve onların yok edilmesi için hiçbir umut bulunmadığı
(Callanicos, 2007: 389) iddiasındaki nihai “evrensel söylem” olan “tarihin
sonu” ile ittifak halinde olmasıdır. Amerikan yeni sağı ve İngiltere
muhafazakârlığının Thatcher’cı kanadında görünümünü bulan bu söylem,
neoliberalizmin egemen olduğu ideolojik bir zeminde herhangi bir toplu
dönüşüm projesine olan güvenin azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan
politik bir biçimi ifade eder (Callanicos, 2007: 284). Bu politik biçimin kapitalist
ilişkilere yönelik eleştirisi ise ona doğrudan meydan okuma, ya da onunla
mücadele etme tarzından ziyade, kapitalist toplumsal biçim içinde kendine bir
alan açma şeklindedir. Bu yönüyledir ki kapitalizmin artık kalıcı olduğuna,
herhangi bir toplumsal mücadele imkanının kalmadığına ilişkin anlayışı da
beraberinde getirmektedir (Wood, 2003: 14-15). Dolayısıyla bütünlüklü bir
siyasal eylemin uygulanabilir görünmediği, belki de böylesi bir eylemin
olmadığı,
mikro-politikaların
siyaseti
belirlediği
bir
dönem
olarak
postmodernizmin dönüştürücü siyasal özneye ilişkin yaklaşımı şöyledir;
“..dönüştürülebilecek bir bütün olmayınca, bütünü dönüştürmek için elde
hazır bir politik failin bulunup bulunmaması da sorun olmaktan çıkar”
(Eagleton, 1999: 20).
Ekonominin siyasal alanla, dolayısıyla da ideoloji ile belirleniminin ya
da ilişkiselliğinin aksine, özerklik savunusu aynı zamanda kapitalist toplumsal
ilişkilerin bütünlüklü bir eleştirisini yadsıyıp, bu ilişkilerden özerk bir alanın
konusu olarak siyasal alan üzerine düşünmek anlamına gelir. Bu aynı
tasfiyesi ve ihracata yönelik bir stratejinin uygulanmaya başlanmasıyla Türkiye, emek yoğun sektörler
ve düşük ücretlerle dünya işbölümündeki yerini almıştır (Türkay, 2004: 201).
283
zamanda kapitalist ilişkilerin 1970’lerdeki krizine çözüm olarak sunulan
neoliberalizmle uyumlu postmodern siyasetin kimlik, farklılık, kültür gibi
ekonomi dışı görünen kategorilerinin, gerçekte ekonomik ve siyasal süreçleri
etkileyecek
sivil
bırakılmasının
bir
toplumun
önemli
dışavurumu
bir
kesiminin
olduğunun
da
siyasetin
gözardı
dışında
edilmesidir.
Güveloğlu’nun da belirttiği gibi, kimliksel çatışmalar siyasetin belirleyici
çatışmalarının ekonomi-dışı faktörler üzerinden yeniden kurulması anlamına
gelmektedir (2004: 30). Böylece, toplumsal-maddi belirlenimleri ile ilişkisi
kopartılan dönüştürücü siyasal öznenin dağınık, parçalı ve tek tek bireylerden
oluşan tikelleştirilmiş siyasetinin yükselişinin aksine, kapitalist ilişkilerin
neoliberal politikalarla aldığı biçimin eskisine göre daha küresel konumlandığı
bir ortamda, sermayenin uluslararası düzeyde bütünleşmesinin totalleştirici
etkileri de görünmez olur. Yani bütün kurumlarıyla kapitalist devletin, bu
niteliği değişmeksizin bütünsel bir biçim değişikliği içinde olduğundan değil,
sivil toplum’un gelişimine bağlı olarak, “güçlü devletin zayıflamasıyla” farklılık
ve tanınma siyasetinin özgürlükleri arttırdığı vurgusu, kapitalist ilişkilerin
sistemsel birliği, nesnel yapıları ve bütünleştirici zorlamalarından bağımsız
olarak anlatılır.
Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi, 1980’lere kadar hem kapitalist
ilişkilerin Türkiye’de yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal
aygıtların bu ilişkilere uyum sağlayacak biçimde yeniden yapılanmasının
meşruiyetini devlet merkezli modernleşme anlayışı oluşturur. Kapitalist
toplum idealinin farklı bir biçimde takip edildiği 1980 sonrasında bunun yerini,
piyasanın yüce bir değer olarak kabul edildiği, devlet-piyasa karşıtlığı
söyleminde sivil toplum’cu post-modernleşme ideolojisi aldı. Egemenliğin
mevcut kurumsallaşmış biçimlerini meşrulaştırıcı işlevi ile modernleşme
kuramı bilindiği üzere, Batı toplumsal-siyasal-ekonomik örgütlenme tarzını
tüm dünyanın kaçınılmaz olarak ulaşması gereken bir ideal olarak
benimsediğinden Batı dışında kalan toplumların “modernleşmek” için önce
kapitalistleşmesi ve sanayileşmesi gerektiği üzerine kuruludur. Sivil toplum’a
özgü bireysellikle temellendirilmiş “hoşgörülü”, “çoğulcu”, “özgürlükçü” kültür
kodlarının yerleştirilmesine ise ancak kapitalist ekonomik örgütlenme
284
sonrasında sıra gelecektir (Köker, 1992: 151-2). Yani modernleşmenin bir
göstergesi
demokrasiye
geçiş
için
ekonomik
ve
kültürel
altyapının
hazırlanması gereği, Batı dışı toplumların demokrasinin toplumsal ön
koşullarını gerçekleştirinceye kadar demokrasiden vazgeçtikleri bir duruma
işaret etmektedir (Köker, 1992: 152). Bu döneme tekabül eden 1980 öncesi
durum, Türkiye’de kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesinin “güçlü devleti”
gerektirdiği gerçeğinin aksine, ana akım söylemce devletin kurucuları olarak
tanımlanan bürokratik elitlerin, Türkiye kalkınmasını otoriter biçimde, düz bir
çizgide, “çağdaş uygarlık düzeyi”ne ulaşmak için “güçlü devlet”i zorunlu
gördükleri devlet merkezli kalkınma/kapitalistleşme dönemidir (Barkey, 2000:
88). Devlet merkezli modernleşme ideolojisine göre, Türkiye gibi Batı
“ilerlemesi” dışında kalan toplumlar için Batı kültürel pratiklerine, ekonomik ve
toplumsal yapısına bir an önce ulaşmanın tek yolu; “güçlü devleti”
gerektirmiştir
(Toprak,
1996:
40).
Kapitalist
ilişkilere
eklemlenmenin
yoğunlaştığı bu dönem, bu anlayışın meşruluk zeminini ise toplumu homojen
bir kültürel-ekonomik bütünlük olarak kavrayan ve “ulusal birlik” esasını
oluşturmak isteyen “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak toplum
söylemi oluşturmuştu (Köker, 2008: 245). Devlet merkezli modernleşme
ideolojisinin toplum söyleminin laik ve modern niteliği ise, geleneksel
değerleri ve mahalli bağları dışarıda bırakarak “cemaat” ile milletin
özdeşleşeceği, mahalli farklara izin vermeyen bir anlayışa neden olmuştu.
Örneğin “Batılı-olmayan” karakteriyle İslam; gelenekler, değerler, kurallar ve
normlar
setiydi
ve
tıpkı
Kürt
dilinin
kamusal
alanda
ve
eğitimde
kullanılmasının yasaklanması gibi İslam dini de özel alanın bir konusunu
oluşturmaktaydı (Keyder, 1987: 178; Toprak, 1996: 40; Keyder, 2004: 72-3).
1980 sonrasına gelindiğinde ise kültürel düzeyde “evrensel” Batı uygarlığı
efsanesine karşı eleştiriler ve modernizme dayalı ideolojilerin krizini takip
eden postmodern kimlik politikalarındaki yükselme, Türkiye’de de devlet
merkezli modernleşme ideolojisinin eleştirilmeye başlanmasını ve bunun
yerine
“alternatif
kazanmasını
modernleşme”/postmodernleşme
sağladı.
Hakim
pardigmaya
söyleminin
göre,
devlet
yaygınlık
merkezli
modernleşmenin “türdeş toplum”unun özellikle kimlik, etnisite ve din gibi yeni
285
toplumsal-siyasal talepleri karşılayamaması; sivil toplumun gelişmeye
başlaması ve siyasal alana ilişkin yeni referans noktası olarak kültürün
alınmasıyla ciddi meşruluk krizine neden olmuştu. Başka bir ifadeyle, 1980
sonrası ekonominin liberalizasyonunu takiben 1990’larda kimlik-farklılık
taleplerinin kamusal alana taşınmasındaki yükselişin neden olduğu devlettoplum ilişkilerindeki çok boyutluluk, devlet-toplum egemenliği ve homojen bir
kimlik temelinde yönetme mantığının “meşruluk krizi”ni ortaya çıkarmıştı
(İçduygu ve Keyman, 1998: 144). Buna göre özellikle 1990’lardan itibaren
demokrasi
ve
siyasette
küresel
referans
noktalarının
alınmaya
başlanmasıyla, yeni sivil toplumsal aktörlerin ve yeni anlayışların ortaya
çıkması ve modernleşmenin yeni dilinin oluşması (postmodernleşme),
kültürel faktörleri siyasal faaliyetlerin önemli unsuru yapmıştır (Keyman,
2005: 109). “Ekonomik istikrarı engelleyici siyasal kutuplaşmaları” artık sol ve
sağ arasında bölünmemiş bir şey olarak tanımlayan bu söyleme göre, AB
sürecinin de etkisiyle ılımlı İslami kanatlar ve Kürt hareketinin sivil toplumun
içine dahil olmasıyla çelişkiler/karşıtlıklar genellikle sivil haklar alanına
inmiştir (Keyder, 2004: 77). Böylece “ulusal kimlik”le özdeşleşmiş kamusal
yararın taşıyıcısı vatandaşlık modelinin yerine, toplum ve ekonomi üzerinde
devlet müdahalesinin minimize edilmesini öngören “liberal” ya da “liberal
demokratik” anlayışla bireyin hak temelinde tanımlandığı özne-vatandaş
modeli etkinlik kazanmaya başlamıştır.
Devlet merkezli anlayışın ödevler
üzerine kurulu bireyi üzerindeki toplumun belirleyiciliğinin, yani toplumsal
olarak belirlenmiş amaçların bireyin vatandaşlık ödevlerini belirlemesinin
aksine, liberal modelde bireyler bağımsız özerk yapılar olarak ele
alınmaktadırlar (İçduygu ve Keyman, 1998: 146, 150). Bireysel özerklik ve
farklılıklar nedeniyle de artık sınıf katmanları arasındaki eşitsizliklerden değil,
bireyler arasındaki eşitsizliklerden sözedilmesi gerekmektedir. Modern
döneme özgü sınıf farklılıkları arasındaki dikey eşitsizliğe dayalı sınıflı toplum
algısının yerini insanlar arasındaki yatay eşitsizliğe dayalı birey-toplumu
almıştır. Çünkü bireyselleşmenin artması, kişilerin ortak ekonomik-maddi
konumlarından kaynaklı aidiyetliklerinin yerinin farklılığa dayalı öznel
kimliklerin alması anlamına gelmektedir (İnsel, 2008: 21).
286
Görüldüğü gibi ideolojinin görevi, siyasal birliğin temelini oluşturacak
öznellik biçimleri üretmektir. Bu bir dönem vatandaş iken, 1990’lar
sonrasında alt kimlikler ve ötekilik biçimine evrilmiştir. Bu anlamda sivil
toplumcu ve farklılık esasına dayalı her türlü siyasi proje savunusu tıpkı 1980
öncesinde “modernleşme” ve “vatandaşlık” da olduğu gibi egemen sınıfın
politik birliğine ve hegemonyasına hizmet etmektedir (Güney, 2006: 186).
Başka bir ifadeyle 1980 sonrası devlet-toplum ilişkilerine dair salt ekonomik
anlamda bir dönüşüm değil, aynı zamanda ideolojik alanda da liberal-bireyci
bir devlet kuramının öngördüğü “özerk bireyler” in oluşumunu sağlayacak bir
dönüşümden sözedilebilir (Yalman, 2004). Bu dönüşümle birlikte Türkiye’de
devlet toplum ilişkilerinin analizinde, toplumsal gerçekliği “kültüre” referansla
açıklayan hakim paradigmanın “güçlü devlet-zayıf toplum”, “bürokratik elitlersiyasal elitler” ve “merkez-çevre” çatışması gibi tez’leri devlet-piyasa, devletsivil toplum, özne-öteki gibi biçimlere evrilmiştir. Biçim’in toplumsal olana
ilişkin gerçekliğin esasına yönelik herhangi bir farklılaşmadan ziyade,
görünüm üzerinde bir farklılaşmaya işaret ettiği hatırlandığında, bu söylemsel
dönüşümün ideolojik meşruiyet üzerindeki etkisi anlaşılabilir. Şöyle ki;
modernleşme kuramının soğuk savaş döneminde yerine getirdiği ideolojik
görevin bugün postmodern kuramca (ideoloji108) üstlenilmesi, yani kapitalist
ilişkilerin yeniden üretiminde gerekli olan “kültürel çalışmalar” işlevinin bugün
aldığı biçimin post-modern söylemle örtüşmesi (Güney, 2006:179-80),
kapitalist devletin esasına ilişkin bir farklılaşmayı değil, kapitalist ilişkilerin
dönemsel krizlerine karşı yeniden yapılanmasının aldığı biçimsel bir
dönüşümü ifade etmektedir.
108
Güney, postmodernizmi bir kuramdan çok bir ideoloji olarak ele alır. Buna göre içinde
bulunduğumuz çağın ideolojisi postmodernizm, yaşadığımız dönemin toplumsal gerçekliğin kendisini
de bu gerçekliğin yaratısı olduğu gerçeğini örtecek biçimde yeniden tanımlamaktadır. Bu tanımlama
çerçevesinde doğrudan siyasal etkinliği ve algılayışı değiştirecek biçimde insan, toplum, toplumsal
ilişki biçimleri yeniden formüle edilmektedir (2006: 179).
287
6.2.
YENİ
SİYASET
TARZI:
YENİ
SAĞ
YA
DA
NEOLİBERAL-
MUHAFAZAKÂR İTTİFAK
1980 sonrası siyaset, yirminci yüzyılın iki rakip ideolojisi liberalizm ve
muhafazakârlığın109
birleştirilmeye
çalışıldığı
bir
dönemi
ifade
eder.
Kalkınmacı dönem devlet merkezli anlayışın ve onun ekonomi politikalarının,
liberalizmin
merkezi
kavramı
“bireysel
özgürlük” açısından
sakıncalı
görülmesi idealleştirilmiş bir “serbest piyasa ekonomisi”ni amaçlar. Bu, aynı
zamanda toplumsal-siyasal dünya görüşü açısından belirli bir ulusal devletin
ve o devleti oluşturan ulusal-geleneksel değerlerin üstünlüğünü vurgulayarak,
“liberal-demokratik” bir düzenin gereklerini yerine getirmekten çok otoriter
eğilimleri ağır basan muhafazakar ideoloji ve onun örgütlenmelerini sergiler
(Köker, 1992: 81; Ashford, 1993: 19). Başka bir ifadeyle birey ve piyasa gibi
liberal siyasal kuramın temel ilkelerini muhafazakâr kodlarla uyumlu kılıp
bugüne uygulayan yeni siyaset tarzı, Reaganizm ve Thatcherizm’in kapitalist
ilişkileri yeniden biçimlendirmesi sırasındaki ideolojik konumlanışını ifade
eder. Paylaşılan değerler ve ortak kültürün toplumsal bağlılığı ve “medeni”
varoluşu mümkün kıldığı iddiası muhafazakârlığın özellikle aile, din ve millet
gibi geleneksel değerlerinin siyasetin temel belirleyenleri olduğu görünümünü
verir. Dolayısıyla muhafazakâr düşüncenin “bireysel yaşamın vazgeçilmez
bağlamı olarak dinin gerekliliği” konusundaki inancı ile birlikte “bireysel
özgürlük” açısından olumsuz engel olarak görülen aile, köy ve din gibi sivil
toplum alanına dâhil edilen kurumlar, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi, yani
toplumsal bütünlüğü sağlayıcı unsurlar olarak kabul edilir. Toplum içindeki
sınıf farklılıklarını olağan karşılayan ve bu farklılıklara saygı gösterilmesi
gerektiğini belirten muhafazakar düşünce, bu kurumların toplumsal varlığın
istikrarlı işleyişi için önemine de dikkat çeker (Köker, 1992: 89-90; Sümer ve
Yaşlı, 2010: 12). Görüldüğü gibi liberalizmle ittifak halinde olan yeni
muhafazakârlık, Batı siyasal sisteminin mevcut kurumsal yapısını ve bu
109
Liberalizm ve muhafazakârlık arasındaki ilişki, Anglo-Sakson ve Kıta Avupası geleneğinde
farklılık göstermektedir. Kıta Avrupası’nda örneğin, Fransız Devrimi’nin aydınlanma felsefesine bir
tepki olarak çıkarken, İngiltere’de Burke 17. yüzyıl devrimini yüceltmekte ve liberal partiye destek
vermektedir. Nitekim 1980’lerde Raegan ve Thatcher, Friedmancı serbest ekonomi politikalarının
düşünsel çerçevesini nitelemek için “yeni liberalizm” ya da “yeni muhafazakarlık” kavramlarını
kullanmaktadır (Köker, 1992: 84).
288
yapının işleyiş usullerini demokrasi açısından olumlu görmekle birlikte, kendi
toplumsal siyasal geleneklerini Batı dışı toplumlar için ulaşılması gerekli bir
ideal olarak görmeye devam eder. Bu nitelikleriyle de “bireysel özgürlük”
kavramının pekiştirdiği “serbest piyasa ekonomisi” anlayışı ile 1970 sonrası
kapitalizmin bunalımına çözüm sunar. Bunu yaparken de toplumsal
eşitsizlikleri, çatışmaları, hoşnutsuzlukları ve bunların doğal sonucunda
yaygınlık kazanabilecek olan radikal dönüşümlere yönelik düşünce ve
eylemleri bastırmaya yönelir (Köker, 1992: 96).
Benzer biçimde Türkiye’de de Reaganizm ve Thatcherizm gibi AngloAmerikan örnekleriyle örtüşen Özal’ın liberal-muhafazakârlığı, 1980’lerde sivil
toplumun önemli bir kesimini oluşturan toplumsal güçleri siyasetin dışına iten
düzenlemelere paralel “serbest piyasa ekonomisi”ni ulaşılacak nihai hedef
olarak belirleyip, bunu yaygınlaşan bir otoriterlik ile beslemiştir. Dolayısıyla
neoliberal-muhafazakar ittifak Reagan, Thatcher, Özal ve onun ekonomiksiyasal formülünü 2000’lerde tekrar kuran Erdoğan gibi siyasetçilere ekonomi
programının yanı sıra muhafazakâr değerlerle uyumlu bir siyasal proje
sunmaktadır. Bu anlamıyla liberalizm ve muhafazakârlık devletin temsil ettiği
egemen gücün sınırlandırılması, bireylerle toplumun kendiliğinden işleyen
ilişkilerine müdahale edilmemesi ve böyle bir müdahaleyi haklı gösterebilecek
herhangi bir mutlak ilkenin mevcut olmaması gibi ortak esaslarda
birleşmektedir (Köker, 2008: 286). Türkiye özelinde bu, liberal yaklaşımın
siyasetin kültürel değerlere referansla tanımlanması esasına dayalı olarak,
siyasal İslam’ın muhafazakar değerleriyle kültür ekseninde buluşmasından
izlenebilmektedir. Bunun bir diğer anlamı, serbest piyasa ekonomisinin sivil
toplumun özerkleşmesinin ekonomik, siyasal İslam’ın yükselişinin de kültürel
boyutunu temsil ettiği anlamına gelmektedir (Göle, 1994: 218; Keyman, 2004:
129).
6.2.1. 1980 Sonrası Siyasal İslam’ın Yükselişi ve Resmi İdeoloji ile
Eklemlenişi
Modernleşme ideolojisinin seküler niteliğinin dinin siyasal alanın
dışında
tutulması
için
devlet
müdahalesinin
kurumsallaşmasını
289
amaçlamasının aksine, 1980 sonrası yeni siyasal stratejinin temel niteliği,
popülist bir hareket olarak siyasal İslam’ın ve milliyetçiliğin yükselişi olarak
tanımlanabilir. 1980 sonrasında serbest piyasayı hedefleyen ekonomi
politikalarının benimsenmesi ve İslam’ın siyasal bir unsur haline gelerek
siyaseti yönlendirmeye talip olması, beraberinde devlet merkezli kalkınma
yaklaşımına yönelik ortak muhalif bir hareketi doğurdu. Bu birleşme
Buğra’nın ifadesiyle, yeni siyaset tarzı ideolojisinin iktidar ilişkilerinin resmi bir
unsuru olarak siyasal İslam’ın, 1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin
dönüşümüyle, Türk-İslam sentezi olarak bilinen ideolojik pozisyona evrilişini
ifade eder (2002: 189). İslamcı-seküler kutuplaşması ve ‘yeni cumhuriyetçilik’
tartışması altında kendisini dışa vuran ve postmodern bir söylem ile
sürdürülen “Türk-İslam” sentezi tartışması, sivil toplum-devlet karşıtlığı ve
kimlik-din gibi kültürel alana ilişkin unsurların siyasal faaliyetlerin merkezini
oluşturmasıyla meşruluk kazanır. Toprak’ın da belirttiği gibi, devlet merkezli
yaklaşımın bir özelliği olarak devlet politikasının kimlik, din ve ekonomi
üzerindeki sıkı kontrolüne yönelik uygulamalarının sorgulanması (1996: 111),
siyasal İslam’ın yükselişine uygun bir zemin hazırlamıştır.
Devlet merkezli yaklaşım ve buna muhalif hakim söylem arasındaki
tartışmanın bu biçimde, kapitalist ilişkilerin özüne dokunmadan, kültürel
düzeyde yapılması; 1980 sonrası neoliberal politikaların da kapitalist ilişkilerin
aldığı yeni bir biçimden ziyade, toplumsal ilişkilerin mücadele alanı olarak
devletin 1980 öncesi görünümünden farklılaşmaya başladığı yönündeki
değerlendirmeye haklılık kazandırır. Hakim paradigma içinden yazarlardan
da anlaşıldığı kadarıyla bu farklılık; devlet-sivil toplum, devlet-piyasa, özneöteki gibi karşıtlıklar biçiminde olup, “devlet dışı” alanın genişleyerek
demokratikleşmeye önemli bir adım atılması biçimindedir. Örneğin hakim
paradigma içinden Keyman, postmodern söylemle örtüşen bir içerikle “Türk
Modernleşmesi”nin bu yeni biçiminin, sivil toplum’un gelişmeye başlamasıyla
ekonomik liberalizasyonun yanı sıra, geleneksel olanın yeniden canlanmaya
başladığı ve ‘otantikliğe dönüş’ görünümü aldığını (2005: 109; benzer
yaklaşım: Keyder, 2004: 79) belirtir. 1980 öncesi ve sonrası siyasetin
niteliğine ilişkin bir karşılaştırma yapan başka bir yazar (Göle 1994),
290
1980’lerdeki siyasal tartışmaların merkezini devlet merkezli ideolojiden
ziyade, sivil toplum’a ilişkin farklılılık “politika”larının oluşturduğunu söyler.
Buna göre sağ-sol ayrımının varlığını reddeden düzenlemelerle ideolojik
çatışmalar yumuşatılmış, ekonomik ve sosyal konular üzerinde kolayca
uzlaşma sağlanmış, siyasal ve kültürel konularda da İslam ve milliyetçilik gibi
konular öncelikli olmuştur. Kültürel farklılık ve çoğulculuk sayesinde de (Göle,
1994: 213; Heper, 2002: 71) merkez’e farklı grupların dâhil olabilmesi
mümkün olmuştur. Özellikle üst-düzey sivil kamu bürokrasisinde yer alanların
izledikleri sosyo-politik yükselme çizgisi ya milliyetçi-ırkçı, ya da İslamcımuhafazakâr bir çizgi olduğundan devlet merkezli anlayış dönüşmeye
başlamış, “kenar merkeze nüfuz etmiştir” (Kalaycıoğlu, 1990: 486).
1980 sonrası siyaseti devlet-sivil toplum karşıtlığında analiz eden
hakim paradigma içinden bu yazarların söyleminin aksine, burada sorulması
gereken; 1980’lerin ilk yarısında askeriyenin siyasal alanı radikal biçimde
sınırlandırdığı,
devlet
otoritesine
tehdit
olarak
algıladığı
oluşumları
yasakladığı bir ortamda, nasıl olup da sivil toplum’cu siyasetin bir unsuru
İslami gruplar toplumsal önemlerini arttırabildi? Öte yandan, askeriye bir
yandan Kemalist ideolojiye bağlılığını ilan etmesine rağmen, nasıl oldu da
İslami söylemle eklemlenebildi? (Bkz: Birtek ve Toprak, 1994: 5). 1980
sonrasında resmi ideoloji’nin110 geçirdiği dönüşümle siyasal İslam’ın yeniden
biçimlenmesi arasındaki ilişkinin yanı sıra, 1980 öncesinin “çatışmalı, kutuplu,
istikrarsız” siyasal ortamının sınıfsal farklılıkları reddederek “kültürel bir ortak
değer” olarak İslam’ın bütünleştiriciliğini nasıl bu ideolojinin bir parçası haline
getirdiğinin anlaşılması, bu soruların cevaplanmasıyla mümkündür. Siyasal
110
Savran’a göre egemen ideoloji; “ bir tarihsel çağın sınıfsal egemenlik ilişkileri tarafından belirlenen,
tabi sınıflara da çeşitli yollardan aktarılan tüm toplumsal formasyonun yeniden üretimine katkıda
bulunan ideoloji” iken, resmi ideoloji ise “bir devletin, verilmiş bir tarihsel zaman diliminde, kendini
meşrulaştırmak için tüm topluma çeşitli yollardan yaymaya çalıştığı görüşlerin bütünü” nü ifade
eder(1985: 195). Çulhaoğlu bu tanıma ideoloji ile resmi ideolojinin birbiriyle geçişim ve karşılıklı
beslenme kanalları olduğunu, yani egemen ideolojinin resmi ideolojiyi, resmi ideolojinin de egemen
olanını beslediğini ekler. Buna göre her birinin belli bir andaki biçimlenişi ve içeriği diğerinin
etkilerini taşır. Resmi ideoloji esnekliği en az olan ideoloji kategorisi olup, bir kez biçimlendikten
sonra sınıf mücadelelerinin getirdiği yeni koşullardan görece daha az etkilenmektedir(2002: 183)
291
İslam’ın resmi ideoloji ile eklemlenerek yeniden biçimlenmesinde, en azından
söylem düzeyinde sınıf siyasetinin sona ermesi, bunun yerine kimlik
politikalarının yükselmesi ve yeni siyaset tarzı’nın “küçük ama güçlü
devlet”inin yükselen Kürt hareketini ve sınıfsal çatışmaları siyasal İslam
içinde elimine etme gücünün önemli bir rol oynadığı söylenebilir.
Şöyle ki 1980 sonrasında askeri müdahale liderleri tarafından ulusun
İslami kimliğinin anlaşılma biçimi, “toplumsal birleştirme-bütünleştirme”
stratejisi ile ilgilidir. İslam’ın toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta çok
önemli bir unsur olmasına (Buğra, 2002: 189) dayalı bu strateji, kitlelerin
sınıfsal kimlikleri ile dinsel ve etnik olanlarının yer değiştirmesi, bu sayede de
ekonomik-siyasal
istikrarsızlığın/çatışmanın
önlenebileceği
düşüncesine
dayanır. Askeri müdahalenin Türk-İslam sentezi ile eklemlenme biçimi ise
örneğin Atatürkçülüğün öne çıkarılması, sentezdeki İslamcılık vurgusuna
rağmen değil, tam da bu nesnel gerçekliği ve sentezin müdahaleden önceki
dönemle kıyaslandığında Atatürkçülüğe yer açmak zorunda kaldığı (Dursun,
2003: 59-60) durumuyla ilgilidir. 1980 öncesinin çatışmalı alanlarından biri
olarak İslami grupların artan militanlığını gören askeri müdahale, 1980’lerin
siyasi denkleminde merkezi bir değişken olarak siyasal İslam’ın durmasına
zemin hazırlamıştır (Birtek, Toprak, 1994: 5). Bu, başka bir ifadeyle, devletin
varlığı ve bütünlüğü anlayışına eklemlenmiş bir siyaset mantığının, İslami
değer ve pratikleri sömürgeleştirebilme ve kendisine eklemleyebilme
becerisidir (Köker, 2008: 263).
Toplumun önemli bir kesiminin siyasetin dışında tutulduğu müdahale
sonrasında ve “sınırlı demokrasiye geçiş” döneminde, “siyasal istikrarı bozan”
“radikal
çatışmalar”ın
engellenmesi,
her
türlü
siyasal
faaliyetin
sınırlandırılarak, devletin otoriter bir biçimde yeniden örgütlenmesine neden
olmuştu. Böylece bir yandan muhafazakâr kodlar sağlamlaştırılırken, öte
yandan da hem İslami faaliyetler kontrol altında tutulabilmiş, hem de
toplumsal çatışmalar baskılanarak “siyasal istikrarsızlığın ekonomik krizlere
neden
olmaması”
için
siyasal
istikrar
ve
sağlamlaştırılmasına çalışılmıştır. Başka bir ifade ile;
toplumsal
düzenin
292
“..devlet ideolojisine dahil edilen idareten denetli örtük İslami söylem bir
yandan bireyi devletle irtibatlandıracak, öte yandan da farklı sınıf ve
tabakalar arasında birleştirici bir güç olmaya yarayacaktı. Her iki halde de
geleneksel ekonomik ilişkilerin süratle piyasalaştırılmasının doğurabileceği
çatışmaları kontrol edebilecekti… bu ülke ekonomisini uluslararası rekabete
açma niyetindeki politikacılar için çok çekiciydi” (Birtek ve Toprak, 1994: 7).
Dolayısıyla bir yandan İslam’ı, siyaset alanından uzaklaştırmak öte
yandan da resmi bir din anlayışını devlet iktidarının asli bir unsuru olarak
kurumsallaştırmak anlamında “Türk-İslam” sentezi ideolojisi, toplumsal
muhalefeti kontrol altına alma ve muhafazakâr güçlerin iktidarını pekiştirme
yönündeki çabaların merkezine yerleşmiştir (bkz: Buğra, 2004: 128).
Milliyetçilik ve muhafazakârlıkla birlikte Türk sağının hallerinden biri olarak
İslamcılık (Bora, 1999), “Türk-İslam sentezi” ile hem din alanının Türkiye
tarihinde eşi görülmedik şekilde güçlenmesinde, hem de Türk İslamcılığı’nın
yükselmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Tarihsel olarak Türk-İslam Sentezi ideolojisi, 1960’larda milliyetçimuhafazakâr kesimin yükselmekte olan solu hedefine alarak karşıhegemonya biçiminde içine girdiği arayışın bir sonucu olup, 1967’de Milli
Türk Talebe Birliği (MTTB)111 öncülüğünde toplanan “Birinci Milliyetçiler
Kurultayı”nda temeli atılan ve AP’nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1970’de kurulan
“Aydınlar Ocağı”na dayanmaktadır (Yaşlı, 2010: 211). Aydınlar Ocağı’nın
1973’de ortaya attığı senteze göre, Türklük ve İslamiyet milli kültürün iki
belirleyici unsurudur. İslam, milli kültürün birliği ve bütünlüğünü sağlayacak
tek unsurdur. Türk kültürünün üstünlüğü ve hakimiyetinin sürmesi İslam
dininin Türk kültürüne en uygun din olmasıyla ilgilidir. İslam dini olmasaydı,
Türk kültürü yaşayamaz, Türkler de olmasa İslam güçlenip yayılamazdı
biçimindedir (Dursun, 2003: 70-5). Sentezin din hakkındaki görüşleri kısaca
şöyledir;
“…dinsiz ilim felakettir, din ile ilim arasında asla çelişki ve çatışma yoktur”,
“ülkede bir din-ahlak bunalımı” vardır, “insanlarımızı dindar yapacak milli
eğitim devrimi, din-ahlak bunalımını kökten çözecektir”, kalkınmanın,
111
1960’larda MSP’nin gençlik örgütü haline gelen MTTB, taşradan büyük şehirlere okumaya gelen
ya da büyük şehirlerde muhafazakâr aile ortamında büyüyen gençler için bir tür sığınaktı ve antikomünizm bağlamında ülkücü hareketin içinde yer alıp sokakta aksiyoner bir görev almaktan daha
güvenliydi. R.Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdulkadir Aksu, Cemil Çicek, Ali
Coşkun, Ömer Dinçer, Beşir Atalay, Hüseyin Çelik’in üyesi olduğu Birlik, Vakıf aracılığıyla
2000’lerde Erdoğan’ın iktidara yürüyüşüne de destek vermiştir (Yaşlı, 2010: 223).
293
“kültürel temeli, din ve ahlak, din ve milli şuur olmalıdır”, kalkınma “din ve
ilimi, mana ile bedeni dengede tutmalı, ahenk içinde birlikte
yürümelidir”(Güvenç ve diğerleri, 1991: 55-6 akt: Şen, 2006: 223).
1960’ların radikalizmine karşılık olarak Aydınlar Ocağı’nın sunduğu bu
“yeni
cumhuriyetçi”
ideoloji,
önceki
Cumhuriyet’in
milliyetçiliği
ve
evrenselliğinden farklı olarak milliyetçiliği, birleşik bir kültürel ve dini
cemaatçiliğin sınırları içinde tanımladı (Birtek ve Toprak, 1994: 6; Şen, 2006:
223). Bununla 1960 sonrasında yaşanan toplumsal-siyasal dönüşümlerin
neden olduğu çatışmalara çözüm getirmek ve sol’un yükselişini önlemek için
Türk sağının Türkçü-İslamcı bileşenlerini bir program etrafında birleştirmeyi
amaçladı. Ocak ekibi, siyasete ilk ciddi müdahalesini ise güçlenen sol
karşısında Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine MHP ve MSP’nin katılmasını
sağlayarak yapmıştı (Bora ve Can, 2000: 153). MC hükümetlerinin 1980’lerde
yükselen neoliberal-muhafazakar ittifak’ın siyasal fikir ve kadrosal zeminini
hazırladığını ve daha sonra kurulan tüm sağ hükümetlerin MC hükümetlerinin
temel özelliklerini taşıdıkları söylenebilir. Ocak, 1991 genel seçimlerinde
MSP’nin devamı RP ve MHP’nin devamı MÇP’nin seçim ittifakı kurmasında
ve iki partinin de 1980 askeri müdahalesinden sonra Meclis’e girmesinde
etkili olmuştur (Şen, 2006: 226-7). Sentez’in devlet nezdindeki kabulü ve
resmi ideolojinin parçası haline gelişi ise “yeni cumhuriyetçilik” ideolojisi
biçiminde “milli birlik ve bütünlük” siyasi söylemi ile esasında “tek biçimlilik”
ve “siyasal istikrar”ın hedeflendiği 12 Eylül askeri müdahalesinin hemen
sonrasına rastlar. Bu yıllarda siyasetin apolitizasyonunun bir sonucu olarak
aynı inanca hizmet eden inananların oluşturduğu cemaat aracılığıyla,
toplumsal birlik ve dayanışmanın sağlanabileceği ve bu sayede de karşıt
ideolojiler/çıkarlar arasındaki çatışmaların önlenebileceği düşüncesi yeni bir
model olarak hizmet gördü (Birtek ve Toprak, 1994: 6; Köker, 2008: 262).
Başka bir ifadeyle, 1970’li yılların siyasal ve ekonomik bunalımının aşılması,
toplumsal-siyasal kutuplaşma ve çatışmalara son verilmesi, emekçilerin hak
arayışlarının kısıtlanması, işçi sınıfının disiplin altına alınması, gençlik
hareketlerinin bastırılması ve sol-sosyalist yükselişin engellenmesi “milli birlik
ve bütünlüğün” sağlanmasından geçiyordu (Şen, 2006: 227; Dursun, 2003:
60). Bora ve Can’ın da ifade ettiği gibi sentezin başarısı;
294
112
“….sunduğu otoriter faşizan rejim tasarımının, 12 Eylül
yönetiminin
ideolojik destek ve meşruiyet ihtiyacına denk düşmesinden ileri gelmekteydi”
(2000: 161).
Müdahale sonrasında halkın “dini ihtiyaçlarını karşılama asli görevi”nin
yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı, ümmeti cumhuriyetle bütünleştirmek ve
geleneksel aileyi korumak, onu ümmete dayalı tarih temelinde yeniden ele
almak ve yeni toplumsal düzenin payandalarından biri haline getirmek gibi
işlevler yüklendi (Birtek ve Toprak, 1994: 7). Diyanet İşleri’nin güçlenmesine
paralel zorunlu din dersinin Anayasal kural olması, imam hatip okulları ve
kuran kursu sayılarının artması, Alevi köylerine cami yapılması ve tarikatlarla
ilişki kurulmasının yanı sıra, darbenin lideri Evren’in, “laiklik dinsizlik değildir”,
“dinsiz devlet-millet olmaz”, “dinine bağlı olanlar devletine milletine karşı
gelmez” biçimindeki söylemi darbenin dinle eklemlenen ilişkisinin bir
görünümü olarak ifade edilebilir (Şen, 2006: 229; Toprak, 1996: 108).
Neoliberal ekonomi politikaları gereği her şeyin özelleştirildiği bir
dönemde din alanının siyasal öznesi Diyanet İşleri, İlahiyat Fakülteleri, İmam
Hatip Liseleri ve resmi kuran kursları giderek daha fazla kamusal hizmetin
alanını oluşturdu (Gülalp, 2001: 435). Böylece müdahale sonrasının yeni
Anayasası’nda da somutlaşan serbest piyasa ekonomisinin oluşturulması,
bunun için de, devlet otoritesini güçlendirecek ve siyasal katılımı asgariye
indirecek hukuksal-yasal düzenlemelere ilaveten “milli birlik ve bütünlük”
ideolojisi, toplumsal güçler arasındaki çatışmaları önleyici işlevi ile müdahale
sonrası siyasetin bir unsuru oldu. Köker’in de belirttiği gibi, Türklüğün
İslamiyet’le sentezine dayalı bu siyaset biçimi, kültürel farklılıkları devlet
merkezli anlayıştan farklı bir biçimde, ama benzer amaçla, ulus-devletin
birliğini meşrulaştıracak şekilde birbirine eklemleyen, bunu da devletin
varlığını ve meşruluğunu tehdit etmeyecek bir tarzda kurmak isteyen bir
oluşumdur (2008: 260).
112
Müdahaleden sonra Ocağa mensup akademisyenlerden; Ocağın Genel Başkanlığı’nı yapan
isimlerden Salih Tuğ İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesine, üyelerden Ahmet Sonel Ankara
Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Atatürk Üniversitesine dekan oldular. Ayhan Songar, Leyla
Elbruz ve Zeynep Korkmaz TRT yönetim kurulu üyesi oldular. Ocağa yakın isimlerden Tarık Somer
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi Rektör Yardımcılığı’na, Hikmet
Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiye Fakültesi Dekanlığı’na, Erol Güngör Selçuk Üniversitesi, Halil Cin
Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne atandılar(Yaşlı, 2010: 214-5).
295
“Sınırlı demokrasiye” geçiş yıllarında da İslami hareketler, Türkiye
toplumunda kendine çok hızlı ve geniş bir alan bulurken, devlet merkezci
siyaset karşıtlığı ve karşı kültürüyle merkez sağ’ın büyük siyasal partileriyle
siyasal güç pozisyonunu sürdürdü (Toprak, 1996: 109). Neoliberal ekonomi
politikalarının mimarı Özal’ın113 kurduğu ANAP Hükümeti, bir yandan rekabet,
kişisel kazanç hırsı, risk alma gibi değerlerle bireysel girişimciliği teşvik
ederek, serbest piyasa ekonomisinin nimetlerini anlatırken, diğer yandan da
İslamcı İlim Vakfı’nın kurucusu olma niteliği ile Aydınlar Ocağı ile yakın
ilişkiler kurmaktaydı (Şen, 2006: 230). Sermaye sınıfı ve uluslararası
kuruluşlarla da yakın ilişkileri olan Özal, Türkiye’de İslami tabanlı bir
demokrasi örneğinin kurulması arzusundaki ABD’nin ve bölgede politik ve
ekonomik bakımdan istikrarlı merkezi bir ülke olmasını isteyen Batılı
kurumların desteğini almıştı (Öniş, 1992: 10). “Yeni cumhuriyetçi” ideoloji
projesine koşut biçimde, ekonomik alandaki sınırsız liberalleşme arzusu ve
toplumsal alandaki geleneksel değerlerin ve dinin korunması misyonu ile
Aydınlar Ocağı’nın da desteğini almıştı (Yaşlı, 2010: 215). Dolayısıyla
kendisini “ilerlemeci muhafazakar” olarak tanımlayan ANAP, İslami değerler
ve piyasa liberalizmi arasında kurduğu denge ile hem Batı ekonomik
değerleriyle uyumlu olduğunu, hem de İslami kültürel değerlerine sadık
olduğunu göstermişti. Başka bir ifadeyle, Özal önderliğindeki liberal
muhafazakar-milliyetçi sentez söylemleri ve sembolik kurgulamaları, yani
ekonomik ve siyasal liberalizm unsurlarıyla toplumun din ağırlıklı geleneksel
davranış
tarzlarına
kamusal
olarak
saygılı
olunacağının
işaretlerini
verdiğinden (Köker, 2008: 296) geniş bir koalisyon oluşturabilmişti.
Dolayısıyla, ANAP döneminde bir yandan İslam’ın rolü devlet gücünün
sağlamlaştırılması için birleştirici-bütünleştirici bir güç olarak mobilize
edilirken, diğer yandan toplumda devletin geleneksel rolünün genişçe
sorgulanması rolünü üstlenmişti (Buğra, 2002: 189). Devlet gücünün İslami
unsurlarla
113
sağlamlaştırılması
ise
İçişleri,
Adalet,
Eğitim
ve
Kültür
Özal ayrıca 1977 genel seçimlerinde MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuştu (Barkey, 2000:
99).
296
Bakanlıkları’nda yoğun olmak üzere İslami kesimin bürokrasi114 içinde saygın
bir yere kavuşması ve İslam’ın siyasal otoriteye ve lidere sadakati temelinde
siyasal alanının kurumsallaşması biçiminde olmuştu (Kalaycıoğlu, 1990: 485;
Şen, 2006: 228). İslam’ın devletin gücünü pekiştirmek üzere üstlendiği bu
rolün aksine, yeni muhafazakâr siyaset, bizzat Özal’ın kişisel söyleminde
“Kemalist tabuları kırmak” biçiminde somutlaştı. Onun sık sık kamu önünde
yaptığı açıklamalarda insanların devleti kendi içinde bir değer olarak
görmekten artık vazgeçmeleri, bunun yerine “girişimci bireylerin” devleti
denetim altına alınması gereken “teknik bir aygıt” olarak görmelerinin zorunlu
olduğu vurgulandı (Köker, 2008: 261; Buğra, 2004: 128-129). Birtek ve
Toprak’a göre (1994: 4), 1980’lerin sol karşıtı politikalarının bir sonucu olarak
dini yönelimli bu siyasi söylemin yükselişi, yeni örgütlenme yöntemleriyle
ortaya çıkan ve (toplumsal hiyerarşinin) yukarılarına tırmanan orta sınıflara
özgü siyasi pratiklerin bir ifadesidir. Bu siyasal pratiğin bir sonucu olarak,
1980’lerin otoriter siyaseti ile sol-eleştiri siyasetin dışına çıkarılırken, özellikle
1990’lardan sonra piyasanın “bırakınız yapsınlar”ı demokratik siyasi yaşam
adına yüceltildi. Öte yandan ANAP döneminin ekonomi-politikalarıyla
apolitizasyona uğramış, sınıfa yabancılaşmış kentli yoksul kitleler ve hızlanan
göç nedeniyle kentlerde yığılan kırsal yoksulları serbest piyasa ekonomisi ve
siyasal İslam ideolojisine dahil edilerek bu grupların politize olmasının önüne
geçildi. Böylece milliyetçilik ve siyasal İslam’a dayalı ideolojik kuşatma
sayesinde özellikle Kürt ve Alevi kökenli kent yoksullarının sahip oldukları
etnik ve kültürel temelli dayanışmanın sol hareketle yakınlaşması tehlikesi
karşısında Özal Hükümeti, sınıf hareketini (Öngen, 2004: 85) en azından
1980’lerin sonuna kadar kontrol altına alabilmişti.
114
Bürokrasi içindeki örgütlenme merkezlerinden biri olan 27 Mayıs’ın ardından kurulan Devlet
Planlama Teşkilatı’nda (DPT) o dönem Yalçın Küçük, Hikmet Çetin, Güngör Uras gibi isimler yer
alırken, Turgut Özal Müsteşarlığı’nda Nakşilerden oluşan milliyetçi-muhafazakar kadrolaşma başladı.
Yusuf Korkut Özal, Nevzat Yalçıntaş, Beşir Atalay, Yaşar Yakış, Hasan Celal Güzel gibi isimler
DPT’de görev aldı(Yaşlı, 2010: 219). 1985’in sonuna kadar ANAP’daki MSP sempatizanı liderler
Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlıkları gibi gençler ile ilgili anahtar Bakanlıklar’ı kontrol ettiler
(Toprak, 1988: 131).
297
Sınıf siyasetinin kontrol altına alınmasıyla birlikte, 1980 sonrası kimlik
siyasetinin bir görünümü olarak yükselen İslami hareketlerin evcilleştirilip
sistem içine çekilmesi ve böylece resmi ideoloji ile eklemlenmesinin aksine,
Kürt sorunu salt askeri önlemlerle çözülebilecek bir “terör” sorununa
indirgendi (Köker, 2008: 245). Herhangi bir ayrılıkçılığın, Kürt dilinin kamusal
alanda ve eğitimde kullanılmasının yasa dışılığı, Kürt olmanın özel alanla ilgili
bir mesele olması ve kamusal alanda herkesin Türk olması Cumhuriyet
kurulduğundan beri devam etmekteydi. 1983 sonrasında bir yandan Kürtlerin
kendi yaşadıkları bölgenin dışında kimlik politikaları ve kültürel tanınma
talepleri yaygınlaşırken, bir yandan da kitlesel tutuklamalar, işkence, yer
değiştirmeye zorlamanın devam etmesi, Kürt hareketinin yükselişine ve
siyasallaşmasına
neden
oldu.
1990’larda
“ulusal
güvenlik
devleti”
yaklaşımıyla askeriyenin ayaklanmaya cevabı “askeri zafer önce, kültürel
özgürlük sonra” şeklindeydi (Keyder, 2004: 72-3 ; Toprak, 1996: 113; Barkey,
2000: 100). Özgürlükler ve haklar’ın ekonomik alanın konusu olmaktan öte
siyasal alan içinde tanımlanması ve Kürt sorununun da ekonomiden ziyade
kültürel boyutu ile öne çıkartılması, yükselen siyasal İslam’a eklemlenmesini
kolaylaştırarak siyasallaşmasının önüne geçilmesi amaçlanmıştı.
Dolayısıyla
ANAP
hükümeti
döneminin
sonuna
gelindiğinde
1980’lerden beri ekonomik liberalizasyon ve buna bağlı otoriterleşen
siyasetin bir sonucu olarak hakim sınıflar arasındaki ideolojik ve siyasal
farklılaşmalar giderek belirsizleşti. Devletin toplum üzerindeki ideolojik
hâkimiyetinin devlet merkezli anlayışın türdeş toplumuna benzer biçimde,
“milli birlik ve bütünlük” söylemi ile Türk-İslam sentezinde aldığı görünüm ise
sivil
toplumcu
siyasetin
geliştiği
iddiasının
aksine,
serbest
piyasa
ekonomisinin bireycilik ideolojisinin bir sonucu olarak sınıf siyasetinin
siyasetin dışında bırakılmasının bir görünümünü oluşturdu.
1980’lerde yükselişe geçen İslami hareket,115 1990’lardan itibaren
radikalleşerek RP’nin 1994’de belediye, 1995’de genel seçimleri kazanması
115
RP, Nakşibendi tarikatından şık Mehmet Efendi ile ilişki içindeyken, Özal aynı tarikattan
Süleymancılar’a yakındı. 1980 öncesinde AP ve DP’yi destekleyen Nurcular ise DYP’yi
298
ve lideri Erbakan’ın Başbakan olmasıyla devam etti. 1994’de, RP’ye geniş
destek veren Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı (TGTV)116 adında İslami sivil
toplum kuruluşları konfederasyonu kuruldu. MUSİAD’dan İlim Yayma
Cemiyeti’ne, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği’nden İsmail Ağa Camii
İlme Hizmet Vakfı’na hepsi İslami sermayenin çeşitli fraksiyonları ile cemaat
ve tarikat örgütlenmelerine ait vakıf
ve dernekler bu çatı altında
toplandı(Yaşlı, 2010: 209). Buğra’ya göre özellikle bu yıllardan itibaren İslam,
yeni ve oldukça radikal bir kimlik politikasının önemli bir unsuru olmaya
başladı (2004: 128-129). 1983’de kurulan ve 1990’larda popüler olan RP,
1994 belediye seçimlerinde Ankara ve İstanbul belediye başkanlıkları da
dahil olmak üzere ülke genelinde oyların %19’unu aldı. 1995 genel
seçimlerinde oy çoğunluğu %21.4’e ulaşarak merkez sağ partilerden DYP ile
koalisyon hükümetinin ortağı oldu (Gülalp, 2001: 433). RP’nin TBMM’de
sahip olduğu temsilcilikleri, İstanbul ve Ankara gibi belediyeler üzerindeki
kontrolü ve bürokrasi ve sermaye grupları arasında İslami harekete sempati
duyan politikacı ve sermayedarlar ağı sayesinde büyük destek almıştı. Bunun
yanı sıra çeşitli gazete, radyo ve TV gibi medya araçları üzerindeki kontrolü,
bir sermaye örgütü (MUSİAD) ve bir emek konfederasyonunun (Hak-İş)
parçası olarak sermaye ve emek biçiminde organize oluşu gücünü ve
kapsamını genişletmesini sağlamıştı.
Sivil toplum’cu kimlik siyaseti ile barışıkmış gibi görünen İslamcılığın
farklı unsurları, sermaye ve emek örgütleri ile organik ilişkisinde de görüldüğü
gibi esasında farklı toplumsal sınıf çıkarlarını içermektedir. Örneğin RP’yi
destekleyen toplumsal güçler, 1980’lere kadar devlet desteklerinden mahrum
bırakıldıkları iddiasındaki orta ve üst sınıf azınlık ile kentli fakirlerden
oluşmaktadır (Dağı, 2005: 26). Karşıt çıkarlarla tanımlanmasına rağmen, bu
iki farklı sınıf diliminin ortak özelliği, kendi çıkarlarını devlet merkezli anlayış
karşıtlığında birleştirmeleridir. Gülalp’ın da belirttiği gibi, farklı sınıf dilimleri
desteklemekteydiler (Toprak, 1988:130). Bütün bunlar Türkiye’de geniş toplumsal tabana sahip sağ
siyasetin İslami hareketlerle etkileşimini ve organik ilişkisini göstermektedir.
116
Aydınlar Ocağı’ tarafından düzenlenen Türkiye’deki bütün milliyetçi, muhafazakâr, sağcı dernek
ve sendikanın davet edildiği bu sivil toplum örgütünün kuruluşundan önce yapılan ilk istişare
toplantısı reel sosyalizmin çözüldüğü 1991 yılında “Değişen dünya ve Türkiye” ismiyle yapılmıştı
(Yaşlı, 2010: 210).
299
arasındaki çıkarlar, devlet merkezci anlayış karşıtlığı söyleminde ve İslami
yaşam biçimi talebiyle İslami hareket tarafından başarılı bir şekilde asimile
edilmektedirler (2001: 435). Genellikle az gelişmiş bölgelerden, doğu ve
güneydoğudan etnik bir destek alan RP’nin, Türk-İslam sentezi kaynaklı “milli
görüş ideolojisi”, maddi ve ruhani refahın birleşimi olarak tanımlanır. RP’ye
göre “manevi gelişme”, modernleşme çabalarının bırakılmasını, bunların
başarısızlık olarak görülmesini ve kültürün kaynağının özüne dönüşünü ifade
eder. Bu görüşe göre, Türkiye yabancı kaynaklar ve fikirlerin yanlış
konumlandırması yüzünden sanayileşen/kapitalistleşen dünyanın gerisinde
kalmıştır (Toprak, 1988: 128). Endüstriyel büyümenin gelir grupları arasındaki
dengesizliği ve bölgesel uyumsuzluğu gidereceği düşüncesi, öncelleri gibi
RP’nin de ağır endüstriden yana ve bunun kurulmasını temel amaç olarak
benimsemesini gerektirmişti. Bunun yanı sıra, kaynakların daha etkin
kullanılması için bağımsız dış politikanın gerekliliği ve ortak manevi değerlere
sahip ülkelerle daha yakın ilişkiler kurulması taraftarıydı (Toprak, 1988: 129;
Dağı, 2005: 26-7). Seküler-militarist ve otoriter gücün dışında kalan RP-DYP
koalisyonu döneminde (Buğra, 2002: 189) RP, siyasal İslam’ın Türk
milliyetçiliğinin gerici modernist tipine yakın bir noktadadır (Köker, 2008: 263).
Bu dönemde Türkiye’nin AB ve Batı ile ilişkilerini Müslüman ülkeler bloğuna
doğru çevirmesi, siyasal İslam’ın kamusal alanda giderek radikalleşerek reel
bir “iç tehdit” unsuru haline gelmesi ve “İslam odaklı devlet kurma girişimi”
gerekçesiyle 28 Şubat müdahalesinin ardından 1998’de RP kapatıldı. Siyasal
İslam’ın RP’yi siyaseten etkisizleştirmeye yönelik yasaklamalarla eski
bütünleştirici niteliğine döneceği düşünüldü (Öngen, 2004: 96). Nitekim
MNP’den RP’ye ve onun ardından gelen FP’ye ve daha sonra AKP’ye giden
sürece kadar, siyasal İslam’ın daha ılımlı bir çizgi izlediği söylenebilir. MSP
ve MNP ile karşılaştırıldığında modern bilimi vurgulayan vizyonuyla RP,
İslami ülkelerle daha yakın ilişkiye yönelmesinin yanı sıra AB’nin ekonomik
örgütleriyle de ilişki kurma eğilimindeydi. Kimi devlet kurumlarında bütünsel
bir dönüşümden ziyade reformdan yana olup, sekülerizm ile dini dünya
görüşünü birbiriyle bağdaşmaz iki unsur olarak görmeyip, birinin dini pratiğini
kendi inançlarına göre yapması anlamında özgürlük olarak tanımlamaktadır.
300
Ilımlı lideriyle FP ise devletin işlerine karışmayan ve devletin dini yalnız
yaşadığı bir din olarak tanımlamaktadır sekülerizmi (Heper ve Güney, 2000:
647-9).
Amaçlandığı gibi 12 Eylül’ün Atatürk milliyetçiliği ve Türk-İslam sentezi
ile bütünleştirdiği “milli güvenlik ideolojisi”, 28 Şubat dönüşümünün ardından
tekrar tüm kurum ve kuruluşların tanımlayıcı kodu oldu. 28 Şubat’tan sonra
milliyetçilik daha fazla değer yargısıyla militarist bir öze büründü. Devletin
ideolojisi milliyetçileşirken, siyasal partilerin ideolojisi de bu yönde yeniden
biçimlendi. 1982 Anayasası’nda devletin tanımlayıcı özellikleri arasına kattığı
“Atatürk milliyetçiliği”, siyasal iktidarların hem içe, hem de dışa dönük
politikalarının temel referansı oldu. Bu ideolojik yapılanmanın siyasetin
merkezileşmesi
sürecini
hızlandırmasıyla
merkez,
MHP’nin
ırkçı
milliyetçiliğine yaklaşırken, MHP’de milliyetçi toplumsal tabanın merkez
partisi haline geldi. Merkez sol ise Kemalist milliyetçi kesimlerin merkez
partisi haline geldi. Böylece sağ ve “sol” partilerin oluşturduğu eklektik bir
merkezileşme ekseninde giderek siyaset siyasetsizleşti (Öngen, 2004: 96).
Dolayısıyla siyasal İslam, yükselişini sürdürürken parti programları ve seçim
propagandaları gerçek toplumsal sorunlardan uzaklaşarak soyut söylemlere
indirgendi. Siyasal açıdan siyasal partilerin önemi azalırken, partiler
arasındaki ayrımlar da özellikle ekonomik programları bakımından önemsiz
hale gelmeye başladı. Siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılıkların
silikleşmesiyle de kimlik politikalarının geleneksel referans noktası olan
siyasal İslam’ın önemi artmaya devam etti.
6.2.2. Radikal Siyasal İslam’ın Dönüşümü: AKP’nin İlk Dönemi
1990’ların ortasından itibaren RP siyaseti ile radikalleşmeye başlayan
Özal’ın ılımlı-muhafazakar siyaseti, 28 Şubat sürecinin ardından RP’nin
devamı AKP ile yeniden Özal siyasetine yakın bir konuma geldi. 12 Eylül
rejiminin basit çoğunluğa dayalı seçim sistemi sayesinde, 1994 belediye
seçimlerinde RP içinden aday olan AKP lideri Erdoğan, tüm oyların sadece
%25’ini almasına rağmen, İstanbul Belediye Başkanı olmuştu. 2001’de
FP’nin Anayasa Mahkemesince kapatılmasının ardından, İslamcıların iki ayrı
301
partinin biçimleneceği iki rakip gruba bölünmeleri ile Erbakan’ı izleyen
gelenekçiler Saadet Partisini (SP), yenilikçiler olarak tanımlanan grup ise
AKP’yi kurmuştu. Erbakan’ın stratejilerini takip eden partilerin geçmişte
yasaklanması, AKP kurucularını kendi parti programlarındaki ılımlı görünüşle
SP’ninkinden farklı bir çizgiye yöneltti (Sayarı, 2007: 201). Örneğin
Erbakan’ın lideri olduğu partilerin AB üyeliğine karşı ve İslam ülkeleriyle daha
yakın
ilişkiler
kurma
yöneliminde
olmalarının
aksine,
AKP
seçim
kampanyasında AB üyeliğine olan desteğini şiddetle vurguladı.
AB
normlarıyla uyumlu, IMF ile müzakere sürecinde etkili ve sorun çözücü
siyaset anlayışı ile merkez-sağ bir parti olarak siyasal merkezi yeniden inşa
etme amacında olduğunu belirtmesi (Keyman, 2005: 218-9) onun tıpkı Özal
gibi geniş toplumsal koalisyonun desteğini almasında etkili oldu.
Türk-islam sentezinin ideolojik düzeyde neden olduğu dönüşümle,
kimlik siyasetinin unsurları olarak, dinin eğitim-cinsiyet ve sınıf gibi unsurlara
göre daha belirleyici görünümü, AKP’nin güçlü örgütlenme geçmişinden
gelen parti destekçilerinin fazlalığı ve İslami sermaye gruplarının özellikle
1990’lardan itibaren büyümesinin yarattığı finansal destek, AKP iktidarına
giden süreçte önemli bir rol oynadı. Bunun yanı sıra Mardin’in de belirttiği
gibi, ANAP tarafından kurulan ve muhafazakar politikaların teşviki için ortak
kültürel ideolojileri “yeşerten” ve “siyaset üstü” bir nitelik taşıyan TGTV
vakfının desteği de etkili olmuştur (Mardin 2005: 50). 2001 krizinin hemen
ardından “istikrar” vaadi ile iktidara gelen AKP’ye hem Anadolu, hem de
İstanbul burjuvazisinin desteğinin yanı sıra İstanbul, Ankara gibi büyük kent
fakirlerinden ve Anadolu’daki merkezi kentlerden gelen, özellikle 1999
seçimlerinde MHP’ye giden, milliyetçi -muhafazakâr oyların fazlalılığı AKP’nin
tek başına iktidar olmasında etkili oldu. 2002 seçimleri öncesinde merkez
sağ’da ANAP ve DYP, merkez sosyal demokrat parti olarak SHP/CHP ve
DSP, İslamcı ve aşırı milliyetçi sağ’ı temsilen de RP/FP ve MHP olmak üzere
parçalı bir parti sistemi vardı. 2002 seçimlerinde AKP’nin toplumun çeşitli
sınıfsal kesimlerinden aldığı destekle, parti rekabetinde üstünlüğü ele
geçirmesi üzerine parti sayılarının yeniden oluşmasıyla koalisyon ve azınlık
hükümetleri döneminden, tekrar 1980 sonrası Özal hükümeti dönemindeki
302
gibi tek partili yönetime geçilmesi sağlandı (Sayarı, 2007: 204). 1980 sonrası
Siyasal Partiler Kanunu’na ilişkin düzenlemelerin bir sonucu olarak %10
barajının DYP, MHP, Genç Parti (GB), ANAP, DEHAP gibi partilerin
parlamentoya girişini önlemesi, ekonomik istikrarın siyasal istikrara bağlı
olduğu anlayışı gereği, “güçlü-etkin devlet”in tek parti yönetimini mümkün
kıldı. 1980 sonrasında seçim barajının sağladığı avantajla, aldığı oya kıyasla
parlamentoda orantısız biçimde çoğunluğu sağlayan ANAP’ın tek parti
yönetiminin neoliberal ekonomi politikalarının uygulanmasında sağladığı
“istikrar” ortamında olduğu gibi, 2001 krizinin hemen ertesi yılında tek başına
iktidara gelen AKP’nin tek parti yönetiminin de siyasal ve ekonomik istikrarı
sağlayabileceği düşünüldü. Çünkü ekonomik krizlerin sorumlusu olarak
görülen siyasal istikrarsızlığın önlenmesinin biricik yolu, tahminedilebilir bir
piyasa ortamı sağlama ihtimali yüksek tek parti yönetiminin toplumsal
güçlerin kendileri ve devletle aralarındaki mücadeleri düzenleme işlevinde
koalisyon hükümetlerine kıyasla daha etkin olduğuna inanılmaktadır.
İki ayrı siyasal ve toplumsal alt kültürden ve farklı sermaye dilimlerini
temsilden gelen AKP ve ana muhalefet partisi CHP arasındaki seküler-İslam
kutuplaşmasının varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesiyle birlikte; AKP ilk
döneminde, ideolojik merkezinin aksine genellikle İslamcı politikaların
uygulanmasından kaçınarak siyasal krizlerde askeriye ile çatışmayı en aza
indirmeye özen gösterdi. 1970’lerde islam odaklı siyasal partiler hükümet için
rekabet etmeye başladıklarında bu partilerden ilkinin, MNP (1970-71),
“seküler cumhuriyet”le arasında derin bir karşıtlık bulunmaktaydı. Bu karşıtlık,
FP’ye gelene kadar din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması (Heper,
2001: 11) biçiminde olup, 2002’de AKP çoğunluğu aldığında dinin devlet
işlerinden uzak tutulması söylemi etrafında şekillendi. AKP ve önceli siyasal
partiler arasındaki ideolojik farklılığın radikal dönüşümünün temel sebebi ise
Özbudun ve Sayarı’ya göre 28 Şubat süreci, yani seküler anayasal düzene
tehdit yüzünden İslami partilerin “devlet elitleri” tarafından kapatılmaya
zorlanmasıdır (Özbudun, 2006: 547; Sayarı, 2007: 201).
Öncellerine kıyasla daha ılımlı bir İslami kimliği benimseyen AKP’nin,
“merkez sağın tartışmasız tek gücü” haline geldiğini iddia eden Erdoğan, aynı
303
zamanda AKP’nin muhafazakârlık anlayışının değişime karşı olmadığını,
değişimin “gelişme ve ilerleme” ile ilgili olduğunu, cumhuriyet ve demokratik
değerlerle de bir çatışma içinde olmadıklarını ve Atatürk’ü cumhuriyet
değerlerinin kaynağı olarak gördüklerini belirtmektedir (AKP, 2001a). AKP
ayrıca, Atatürk ilke ve inkılâplarını Türkiye’nin çağdaş uygarlık seviyesinin
yükselmesinin en önemli motoru olarak görmekte ve öncellerine göre
sekülerizmi daha fazla desteklediğini ifade etmektedir. Din insanlığın en
önemli kurumlarından biriyken, sekülerizm de demokrasi için olmazsa olmaz
bir şey olup, inanç ve din özgürlüğünün garantiye alınmasını ifade etmektedir
(AKP, 2001b). Dolayısıyla, İslam dini değerlerini önemseyen bir siyasal parti
olarak AKP, dini referanslarının seçim desteğini almasındaki etkisinin yanı
sıra, Anayasa’nın seküler ilkeleriyle yeniden uzlaşmayı amaçlayan ılımlımuhafazakar ve serbest piyasa ekonomisine yönelik içeriğiyle siyasal
İslam’ın
dönüşümünü
temsil
etmektedir.
AKP
bu
dönüşümle,
Özal
koalisyonuna benzer biçimde, ılımlı-İslam, ılımlı-milliyetçilik, merkez solun
bazı dilimleri ve seküler unsurlarla toplumsal olarak muhafazakâr merkez
sağ117 oyları tekrar bir araya getirerek tek parti yönetimini kurabilmiştir
(Özbudun, 2006: 546, 549). Türkiye’nin hem iç ekonomik sorunlarını, hem de
küresel ekonomik entegrasyonunu düzenleyecek bir “ekonomi yönetimi
modeli”nin oluşturulmasını amaçlayan bu muhafazakar-liberal sentez,
sermayenin itici bir güç olduğu ekonomi modeli ile serbest piyasa
ekonomisinin kurumlarının yerleşmesi bakımından bütün sermaye gruplarına
güven verebilmiştir (Keyman, 2005: 219; İnsel, 2003: 300-301). Bu anlamda
Özal’ın ANAP koalisyonunu ve ekonomi politikalarını tekrar inşa eden AKP,
önemli oranda liberal entelektüelden de destek almıştır. Örneğin “DP, ANAP
ve sonunda AKP” başlığıyla Laçiner, AKP’nin iktidara gelişini şöyle tarif
etmektedir;
“.. 3 Kasım, en baştan da ifade edildiği gibi, örneğin AKP’nin 15 yıldır
görülmemiş yükseklikteki bir oy oranıyla seçimi kazanmış olmasına
117
AKP, sadece merkez sağ oyları değil, merkez sağ partilerden de birçok transfer yapmıştır. 2002
seçimlerinden sonra yönetim kadrosu çoğunlukla eski ANAP, DYP ve RP de yer almış isimlerden
oluşmuştur.
304
indirgenemeyecek bir ‘devrim’-bu abartı geliyorsa- yeni bir durumdur”
(Laçiner, 2002: 412-3).
Devlet merkezci ekonomik ve siyasi modele karşıt duruşuyla AKP’nin
sunduğu bu yeni durum, hakim paradigma içinden birçok yazara göre de
gerek ekonomik, siyasal ve toplumsal gerekse, ideolojik olarak toplumun
geniş bir kesimini kapsayarak toplumsal “uzlaşma”yı yeniden sağlamıştır.
Programının
ekonomi
politikalarına
ilişkin
bölümünde;
partisinin
özelleştirmeler ve yabancı yatırımların cesaretlendirilmesi için serbest piyasa
ekonomisinin gereklerini yerine getireceğini, bütün kuralları ve kurumlarıyla
serbest piyasa ekonomisinin yerleştirileceğini ve ekonomide devletin rolünün
sınırlandırılmasının temel amaçları arasında bulunduğunu, devletin sadece
düzenleyici ve denetleyici işlevleri ile etkinlikte bulunacağını belirtmesinin
(AKP, 2001a) bunda etkili olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra AKP, Erbakan
çizgisindeki köktenci İslami hareketten koparak, endüstriyel üretimden
pazarlamaya ve bankacılıktan medyaya kadar, ekonominin bütün alanlarında
modern
rakiplerinden
kalite
ve
performans
olarak
aşağı
kalmayan
sermayedarları, üst düzey uzman ve teknisyenleri, bu konum ve işlevlere
aday üniversite öğrencilerini kapsayan ve büyük çoğunluğu genç orta sınıf bir
kesimi içeren “yeni unsurlardan” oluşmuştu (Laçiner, 2002: 12-3). “Etkililik”,
“verimlilik” ve “girişimcilik” gibi ekonomik liberalizmin temel değerlerini
kapsayan pragmatik bir orta sınıf siyasal partinin oluşması (İnsel, 2003: 301),
tahmin edileceği gibi, daha çok serbest piyasa ekonomisi kurallarına göre
faaliyet yapan kesimlerin lehine olacaktır. Bu oluşum, serbest piyasa
ekonomisi ve sivil toplum’un gelişimi adına, her ikisinin birden de devletin
alanını sınırlandırarak, devlet merkezci siyasetten tümüyle kopuş vaat etmesi
anlamında, “güçlü devlet geleneği” tezini izleyen yazarlarca verilen desteğin
nedeni olarak da görülebilir. Örneğin Laçiner ve İnsel, AKP’nin muhafazakarmodernleşmeci yeni bir orta sınıfın temsilcisi olması itibariyle en büyük
özelliğini devlet merkezci yaklaşıma meydan okuyarak, geleneksel bürokratik
elitlerin hegemonyasına tabi olmaması biçiminde ifade etmektedirler (Laçiner,
2002; İnsel, 2002). Benzer biçimde başka bir yazar, devlet-merkezci siyaset
anlayışına karşı AKP’nin yeni bir dönemi simgelediğini belirterek, AKP’nin
305
toplumla kurduğu organik bağın ekonomik ve “tanınma” olmak üzere iki
düzeyde olduğunu vurgulamaktadır (Keyman, 2005: 218-9). Ekonominin
devlet alanının tümüyle dışında ve sivil toplum’a ait bir unsur olduğu liberal
anlayışla örtüşecek biçimde, piyasa özgürlüklerini temel değer olarak gören
AKP, “demokratikleşmenin bireyin, bütün politikaların merkezini almasıyla
başarılacağını” ifade eder. “Herkes özgür olmadıkça kimsenin özgür
olamayacağını”, Türk toplumunun “bütün renklerini içerdiğini”, “toplumsallığı
ve farklılığı kapsadığını” vurguladığı programında ayrıca, kamu hayatını
ilgilendiren kararların seçilmiş temsilcilerle alınacağını ve “devlet temelli
hukukun rolü” yerine “hukuk temelli devletin rolü” vurgulanmaktadır (AKP,
2001a; İnsel, 2003: 302-303).
Programını
Hayek’in
devlet-ekonomi
ilişkilerine
yönelik
temel
iddialarına dayandırdığı izlenimi veren AKP, serbest piyasanın anayasal
garantisinin sunulması anlamında piyasada “devletin rolü”nü değil, “hukukun
rolü”nü temel aldığını belirtir. Devlet-piyasa ilişkilerinde Kıta-Avrupası
geleneğini devletçi dolayısıyla, otoriter, Anglo-Amerikan geleneğini ise
piyasacı, dolayısıyla özgürlükçü bulan Hayek’e benzer biçimde AKP’nin
kültürel kodlarının da Amerikan popüler, ılımlı muhafazakarlığınınkilere
benzerlik sergilemesi İnsel’e göre (2003: 302-303), Özal’la başlayan
Amerikan tarzı liberal-muhafazakar gelişmenin daha otantik, daha kalıcı ve
olgun biçimini temsil etmektedir. Türk-İslam geleneğindeki siyasal partiler
içinde “modernleşmeci- muhafazakar” aşamayı temsil eden AKP; aile, din,
gelenek gibi, sivil topluma ait değerlere verdiği önem itibari ile de geleneksel
değerlerin önemini vurgulayan Hayek’le örtüşmekte ve din’i insanlığın en
önemli kurumu olarak görmektedir. Bunun yanı sıra, “ulusun tarihsel
deneyiminin ve kültürel zenginliğinin geleceğin somut zemini” olduğunun
vurgulanması, yerel kültür ve kurumların dışarıdan bir müdahale olmadan ve
evrensel değerlerle çatışmadan, kendi doğal süreçlerinde üretildiği ve
birleştiğinin belirtilmesi de Hayek’in “kendiliğinden doğal düzen”i ile uyum
içindedir. Tıpkı Hayek gibi AKP’de aile, eğitim, mülkiyet, din ve ahlak gibi
toplumun değişmez kurumlarıyla, bütün maddi ve tarihsel belirlenimlerinden
uzakta, kültürel bir çevrede kendiliğinden oluşan ve yenilenen canlı bir
306
organizma olduğunu düşünmektedir. Başka bir ifadeyle AKP, toplumsal
gerçekliğe ilişkin kategoriler arasındaki ilişkiselliğin reddinin yanı sıra,
yapısalcılık esinli devlet merkezci yaklaşımın modernleşme projesinden de
uzak durduğunu ifade etmektedir.
Ekonomik alana ilişkin bütün sorunları sivil toplum alanına ait görmekle
birlikte, bu alanda özellikle aile ve din kurumuna verdiği öncelikle sosyal
güvenlik sistemi sorununu da Hayek’e benzer yöntemlerle çözümlemektedir.
Önceli RP’nin de tıpkı “sosyal refah acentası” olarak çalışmasında olduğu
gibi AKP, neoliberal ve muhafazakâr değerlerle toplum dayanışmasının
özellikle de ailenin merkeziliğini vurgulayarak (Buğra ve Keyder, 2006: 213),
sosyal güvenliğin devletin dışından karşılanmasından ya da sivil toplum
kurumlarına devredilmesinden yanadır. Sosyal güvenlik örneğin, yerel
işadamlarının bağışladıkları mallar- binalar, bağışlarla finanse edilen çorba
evleri, sağlık merkezleri, muhtaçlara yardım, Ramazan ayı boyunca
sürdürülen yardımlar ve belediyelerin sosyal yardım politikaları kapsamında
fakirleri amaçlayan bir hayırseverlik kurumu biçiminde organize edilmektedir
(Keyder, 2004: 71; Sümer ve Yaşlı, 2010: 18). Sosyal güvenliğin bu
neoliberal sunumu sosyal güvenlik sorununun, yeni sağ siyasete uygun
biçimde, aile gibi geleneksel ilişkilerin genişletilmesiyle aşılacağı görüşüne
dayanır. Devletin ekonomik ve toplumsal alanda asla etkili olamayacağı
savunusu ile programında genel ve sosyal güvenlik vergilerinin büyük oranda
azaltılacağı sözünü veren AKP, “liberalizm ve muhafazakârlığın” bir sentezini
sunmaktadır.
Türkiye sağının evrimsel çizgisinin bugün vardığı noktada hem dünya
kapitalist sistemiyle, hem de bununla ilişkili ulus devletle olan ve soğuk savaş
döneminde
şekillendirilen
tarihsel
ilişkinin
bir
sonucu
olarak
AKP
muhafazakarlığı (Yaşlı, 2010: 208), aşağıda da ifade edildiği gibi girişim
serbestliğinin en üst değer olduğu Amerikan popüler muhafazakârlığı 118 ile
118
AKP’nin de benimsediği bu popüler muhafazakarlık, toplumun kökenini önemli üstün bir şey
olarak görmez. Bu durumda hayat tarzları, aile ilişkileri, üst-sınıf davranışı değil, daha çok ortak
kültürel dünyadan sözedilir. Bu yaklaşım, sosyal davranışın rehberi olarak dinsel değerlerin moral
değerler olarak yorumlanmasını, serbestlik inancı hakkında hassasiyeti ve milliyetçilik değerlerini
devlet sevgisi olarak değil, ülke sevgisi olarak anlar (İnsel, 2003: 302-303 ).
307
benzerlik göstermektedir. Kuramsal olarak Hayek’de de ifadesini bulan bu
neoliberal-muhafazakar senteze göre, sosyal güvenliğin devlet aracılığıyla
karşılanması tembelliği ve bağımlılığı destekleyeceğinden “sosyal devlet”ten
değil, sivil toplum kuruluşları tarafından desteklenen aile, bireysel cömertlik
ve gönüllü bağış hareketlerinden sözedilmelidir. Bu anlamda Türkiye özelinde
AKP’nin “sosyal güvenlik” yaklaşımında temel taşıyıcı kurum olarak aile
görüldüğünden programında ailenin merkeziliği sıklıkla vurgulanmaktadır.
Buna göre;
“.. eğer Türkiye toplumu bir çok problemden sonra halen bozulmamışsa
bunu güçlü aile yapısına borçluyuz” (AKP, 2001a).
Bireysel ve toplumsal korunmanın sağlanmasında ailenin rolünün
vurgulanması, AKP’nin İslami unsurlarla ideolojik uyumunu, sosyal güvenlik
söz konusu olduğunda sivil girişimlerle olan organik bağını göstermesi
bakımından önemlidir. Örneğin AKP ve İslami karakterli sivil toplum örgütleri
tarafından kontrol edilen yerel yönetimler, yoksul insanlara yapılan bağışların
dolaşımı ve sevk edilmesinde İslami değerlerin öncülüğünü yapan Deniz
Feneri gibi etkili sivil toplum kuruluşlarının varlığını mümkün kılar (Buğra ve
Keyder, 2006: 224). Böylece, düzenlenmiş bir serbest piyasa ve İslami
referanslı bir “sosyal güvenlik” ekseninde “muhafazakar-liberal sentezle”,
“ezilenler”e karşı şefkatli bir kalkınmacı devlet görünümü sunulmuş olur
(Keyman, 2005: 217).
6.2.3. Siyasal İslam’ın İçeriğindeki Sınıf Siyaseti
Hâkim paradigmanın, kültür ve kimlik siyasetinin doğası gereği sınıf
siyasetini erittiği ve siyasal mücadelede sınıflara göre kültürün merkezi bir yer
işgal ettiği ortak söyleminin aksine, esasında siyasal İslam, sınıf siyasetinin
unsurlarını içinde barındırmaktadır. Sivil toplumcu siyaset içinde kültürel
farklılık ve siyaseten tanınma mücadelesinin yanı sıra, siyasal İslam küçük
sermaye gruplarının çıkarlarını ve kentli yoksulları desteklemektedir. Bu,
siyasal İslam’ın yükselişine destek veren İslami sivil toplum örgütlerinden de
izlenebileceği gibi, neoliberal politikaların biçimlendirdiği ihracat odaklı
ekonomi politikaları ile yükselişe geçen İslami sermaye gruplarının ve emek
308
örgütlerinin siyasal İslam’ı referans alan siyasal partilerle olan organik
bağlarından da izlenebilir. Neoliberal ekonomi politikalarının bir sonucu
olarak, özellikle 1990’lardan itibaren artan esnek üretim ilişkilerinin de
etkisiyle örgütlenemeyen işçi sınıfının siyasal karar alma süreçlerini etkilemek
yerine, kendisini ekonomi kategorisi ile ilişkilendirmekten ziyade, kimlik ve
kültür siyaseti biçiminde ifade etmesi de bu bağlamda düşünülebilir.
İslami sermayenin sivil toplumculuğu keşfi ile siyasal iktidarı etkilemesi
ise sermayedar, siyasetçi ve akademisyenlerden oluşan Nakşibendi, Aydınlar
Ocağı ve MTTB ağının bağlı bulunduğu TGTV derneğinin kurucular kurulu
üyelerinin 1980’lerin sonuna kadar ANAP’a, 1990’ların ortasından itibaren
RP’ye, 2000’lerde ise AKP’ye olan desteğinde açıkça görülür (Mardin, 2005;
Yaşlı, 2010: 224). İslami sivil toplum kurumları, 1980’lere kadar gündelik
hayatta çalışma ve sonrasında resmi ideolojiye eklemlenerek Cumhuriyet’in
yönetsel ve ekonomik kurumlarıyla uyumlulaştırılırken, bir yandan kendi
kurumsal ağlarını oluşturdu, diğer yandan da piyasa ilişkileriyle tanışarak yeni
bir sınıf tipinin gelişiminin temellerini attı119 (Mardin, 2005: 44). Devlet
merkezli ekonomiye kıyasla, ihracat odaklı neoliberal ekonomi politikalarının
ticaret için uygun piyasa koşullarını sağlamasına yönelik yeni fırsatların
yaratılmasıyla da sermaye grupları ve meslek derneklerinin güçlenmesi
teşvik edildi. Böylece en örgütlü kesim arasında yer alan İslami sivil toplum
kuruluşlarından, İslami işadamları birliği olarak MUSİAD ve muhafazakar işçi
konfederasyonu olarak da Hak-İş, etkin bir biçimde İslami siyasal partilerin
örgütlenmesine destek verdiler. İslami sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra,
İslami organizasyonlar ve kurumlar, gazeteler, yayın evleri, İslami yazarlar,
finansal kurumları ve çok sayıda İslami vakfın kendi özgül amaçları ve
ideallerinin yanı sıra organize biçimde çalışmaları da (Gülalp, 2001:433;
Barkey, 2000: 99) bu siyasal partilerin desteğini toplum nezdinde güçlendirdi.
1980 sonrasında kimlik ve kültürün siyasal mücadelenin temel
belirleyeni olduğu varsayımının aksine, siyasal İslam’ın gündeminde gizlenen
119
Küçük esnaflıktan “işadamlığı”na geçiş biçimindeki bu yeni İslami sermaye sayesinde, siyasal
İslam’ın sivil toplum alanı genişledi. Bu kuruluşlar aracılığıyla öğrencilere verilen bursların,
dershanelerin, imam-hatip liseleri gibi eğitim alanındaki faaliyetlerin finansmanını kolaylaştı (Mardin,
2005).
309
küçük burjuva çıkarlarına olan desteği, İslami partilerin 1970’lerde kemiğini
oluşturan kültürel olarak muhafazakâr ve dindar Anadolu burjuvazisinin
1980’lerden itibaren yükselişini ifade etmektedir (Barkey, 2000: 99).
1970’lerde İslam’ın muhafazakâr takipçisi MSP, büyük sanayi ve kentteki
diğer sermaye çıkarlarıyla çatışma içindeyken taşradaki geleneksel, küçük ve
orta iş sektörleri ile daha yakın ilişkiler içindeydi. Orta sınıf profesyoneller ile
büyük şehirlerdeki ihracat merkezli ekonomi sektörlerinin dinamiğini oluşturan
küçük ölçekli sermaye çevresinin desteğini alan RP ise MSP’nin aksine,
sadece taşra kökenli sermaye gruplarının desteğini değil, büyük kentlerdeki
sermaye gruplarını da hedeflemişti (Gülalp, 2003: 386). Benzer biçimde
taşralı esnafı, şehirlerdeki küçük ve orta ölçekli ticaret sermayesini kapsayan,
“yeni orta sınıfın temsilcisi” olarak ifade edilen AKP’de öncelleri gibi kırsal
nüfustan ve gecekonduda oturan işçi sınıfı unsurlarından destek almıştır
(İnsel, 2003: 297-299). Böylece AKP, bir yandan devletin ekonomik
faaliyetlerinin en aza indirilmesi gerektiği yönündeki neoliberal politikalarla
birleşirken, diğer yandan Anadolu burjuvazisine o güne kadar hariç tutulan
devlet desteğini vererek (Keyder, 2004: 71), tıpkı RP gibi büyük kentlerdeki
sermaye gruplarıyla ilişkilerini de iyi tutmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin
dünya
piyasalarıyla
bütünleşmesi
esnasında,
sanayileşme sürecinde,
varlıkları tehdit edilen küçük burjuvazinin devlet kaynaklarının geniş, iyi
organize olmuş büyük şehirlerdeki sermaye gruplarına akmasına yönelik
şikâyetlerinin,
etkin
korunma
talebiyle
kendilerinin
desteklenmesi
mücadelesine dönüşmesi siyasal İslam’ın sınıf siyasetinin bir yönünü
oluşturmaktadır. Gülalp’ın da belirttiği gibi bu gruplar, esasında devlete ve
devlet müdahalesine genel olarak karşı olmayıp, sadece aynı şeyleri kendileri
için de istemektedirler (Gülalp, 2003: 392; ayrıca Bkz: Birtek ve Toprak,
1994:8).
Kalkınmacı dönem ekonomi politikasının büyük sermaye gruplarına
olan desteği nedeniyle geri planda kalan küçük sermaye gruplarının Özal
döneminde zenginleşmeye başlaması, 1980 sonrasında “yeni politikalara
yeni politikacılar” (Ahmad, 2002: 245) söyleminde ifade bulmuştu. Devlet
merkezci kalkınma ideolojisinin desteklediği büyük sermaye kesimlerinin
310
aksine, İslami sermaye çevreleri ve cemaatler lehine kayırmacı politikalarda
(Öngen, 2004: 88-89) somutlaşan bu söylem, özellikle hakim paradigma
içinden birinci eğilime göre “bürokratik elitlerin”in yerinin “siyasal elitlerce”
doldurulduğu anlamına geldiğinden, sivil toplum alanında bir gelişimin de
işareti olarak görülmektedir. Neoliberal ekonomi politikalarının yükselişinin
siyasal İslam’ın güçlenmesine olan katkısı ile doğrudan ilişkili bu durum,
1980’lerden itibaren İslamcı sermaye gruplarının olgunlaşmasıyla paralel
ilerlemektedir. Bu yıllardan itibaren, neoliberal politikaların bir sonucu olarak,
ekonomi faaliyetlerinin ve serbest girişimciliğin desteklendiği taşra kökenli
geleneksel ticaret burjuvazisinin Küçük ve Orta Boy İşletmeler’e (KOBİ)
dönüşmesiyle İslami sermaye gruplarında görünür bir büyüme ve güçlenme
başlamıştır.
Ekonominin tüm sektörlerinde faaliyet gösteren İslami sermayenin
ekonomik ilişkilerde daha fazla kar, işleri büyütmek, üretim maliyetlerini
kısmak ve serbest piyasa ekonomisinin işleyişinde “rasyonel ekonomik
akıl”120 sahibi birey gibi diğer piyasa aktörleri bakımından arasında herhangi
bir farklılık bulunmaz (Şen, 2006: 232). Yani kültürel olarak muhafazakar,
siyasal olarak ulusalcı, ılımlı otoriteryan ve ekonomik olarak da liberal olan
siyasal İslam’ın (İnsel, 2003: 298), burjuva toplumun “modern-laik” yaşam
tarzı dışında kapitalist sisteme gerçekte herhangi bir itirazı bulunmamaktadır.
Fakat küçük, orta ölçekli ve taşra kökenli sermayeyi içeren kapitalist sınıfın
“çevre” kısmının çıkarları, genellikle devlet desteğiyle büyüyen ve “merkez”
olarak ifade edilen büyük sermayeninki ile karşıtlık içindedir. “Çevre”,
“Anadolu”, olarak tarif edilen burjuvazi ya da İslami sermaye, ancak 1980
sonrasında ihracat merkezli ekonominin avantajlarıyla ve bazı holding
120
İslamcılığın neoliberalizmle eklemlenme boyutunda AKP hükümeti, kamu kuruluşlarını hızla, çoğu
zaman tartışmalı ve şaibeli yöntemlerle özelleştirmekte, bunu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak
görmektedir. AKP’nin kamuoyunda 2B yasası olarak bilinen orman alanlarının satılmasına yönelik
girişimleri, sağlık ve eğitimi kamu hizmeti olmaktan çıkarmaya yönelik adımları Erdoğan’ın “ben
ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, Maliye Bakanı Unakıtan’ın Tekel’in satışı için “babalar gibi
satarız” Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’ın “kıyıları satmayıp da turşusunu mu kuracağız” sözleri
neoliberal söyleme örnektir (Erdoğan, www. radikal.com.tr, Unakıtan httb://webarşiv.hurriyet.com.tr.
2006: akt: Yaşlı, 2010).
311
şirketlerinin önderliğinde büyüyerek merkezi sermayenin, birçok biriminin
ekonomik gücü ve ölçüsüne ulaşabilmiştir (Gülalp, 2001: 444-445). Sermaye
sınıfının “merkez-çevre” dilimleri arasındaki bu bölünmede “çevre” olarak tarif
edileni, küçük sermaye gruplarını, devlet merkezli kalkınma ideolojisine
muhalif konumlanırken, esasında karşı olduğu durum; büyük sermaye
gruplarının devletçe desteklenmesi olduğundan, kendilerinden mahrum
bırakılan bu destek için mücadele etmektedir. Öte yandan, “İstanbul
burjuvazisi” olarak tarif edilen büyük sermaye grupları da 1980 sonrası
dönüşen
ekonomi
politikaları
nedeniyle
devletin
ekonomik
alandan
çekilmesine geniş destek verirken, devlet desteği için mücadeleye de devam
etmektedirler.
Küçük sermaye gruplarının devlet kaynakları için mücadelesine,
1990’larda
kurulan,
Türkiye
ekonomisinin
ihracat
merkezli
stratejiye
dönmesinin sonucu olarak sayıları hızla artan, küçük ve orta-ölçekli girişimleri
birleştiren MUSİAD’ın, iktidar partilerinden önce RP’ye, sonra da AKP’ye
geniş destek vermesi örnek gösterilebilir. Daha önce Sanayi ve Ticaret Odası
ya da Esnaf ve Zanaatkârlar Odası’nda herhangi bir temsil bulamayan, devlet
tarafından korumasız ve desteksiz bırakılan bu sermaye grubunun MUSİAD
çerçevesinde organize olması (Gülalp, 2001: 439), siyasal iktidarda, devlet
alanında kendi çıkarlarının mücadelesini daha etkin kılmaktadır. RP ve AKP
gibi MUSİAD’dan destek alan ve ona destek veren siyasal partilerin siyasal
söylemi ise kimlik politikalarına özgü bir “toplumsal dışlanmışlık” biçiminde
olup, toplumun farklı kesimlerinde yeni ortaya çıkan girişimcileri, Müslüman
entelektüelleri ve serbest meslek sahiplerinden oluşan “yeni bir orta sınıfı”
hedefine almaktadır (Öniş ve Türem, 2001; Buğra,1998).
İslami sermayenin kapitalist ilişkilerle eklemlenişi, İslami sivil toplum
örgütleri ve sermaye gruplarıyla kurulan bu organik ilişkilerinin yanı sıra,
serbest piyasa ekonomisi gibi konularda görünümünü bulan bir kapitalist
İslami kültürün oluşumuna da hizmet etmektedir. Örneğin, peygamberin
Medine pazarı için koyduğu kurallara atıf yapılarak esas serbest piyasanın
İslam’da bulunduğu belirtilmektedir. Hatta peygamberin “Allah fiyatları kontrol
edendir” dediğini ve bu nedenle devletin ekonomiye minimum müdahalesi ve
312
tam rekabet savunulmaktadır (Buğra, 2004: 134-5). Başka bir örnek,
İslamcıların “homo economikus”a ve geleneksel Müslüman esnaf-tüccara
karşı “homo İslamikus”’un önerilmesidir. Bununla zenginlik ve ekonomik
başarı peşinde koşan, girişimci, yeniliklere açık, İslami ahlaka ve değerlere
sahip, toplumsal sorumluluk sahibi, ekonomik başarıyı hem kişisel, hem de
cemaatin selameti için isteyen bireye referans verilmektedir. Yani “homo
islamikus” girişimci, yeniliklere açık ve rekabetçi olması bakımından “homo
economikus”un bazı özelliklerini benimser. Bu, O’nu ahlaklı ve dindar, ama
girişimci misyon sahibi olmayan geleneksel Müslüman esnaftan üstün kılar
(Buğra, 1998: 531). Başka bir örnek, İslami sermaye grubu MUSİAD’ın
inançlılar arasında güven ilişkisine dayalı ekonomik hayat networku
oluşturmasının Batılı rasyonel-örgütsel davranış modelinin İslam’da da
bulunduğunun bir göstergesi olarak sunulmasıdır (Keyman, 2005: 112).
Siyasal İslam’ın gündeminde bulunan sınıf siyasetinin bir diğer
görünümü, küçük sermaye gruplarının desteğinin aksine, “sosyal-demokrat
partilerin” söylemini üstlenerek özellikle kente yeni göçenleri, esnek çalışma
ilişkilerine tabi olanları ya da işsizleri kapsayan niteliğinde belirginlik
kazanmaktadır. Özellikle 1990’lar sonrasında şehirlere göç edenleri de
içeren, “çevre”nin bu işçi sınıfına dahil unsurları genellikle güvenli iş
bulamayan ve esnek üretim ilişkilerine tabi olanları içermektedir. Öte yandan
Gülalp’ın da belirttiği gibi, büyük şehre göç eden birçok göçmenin formel
sektörlerde
istikrarlı
bir
iş
bulamaması,
onları
“küçük
girişimci”liğe
yöneltiğinden “siyasal İslam”, geleneksel işçi sınıfı politikalarının azaltılarak
küçük
girişimciliğin
yükselmesi
bakımından
da
uygun
bir
zemin
oluşturmaktadır (2003: 392). Formel sektörlerde iş bulamayıp geçici, yarı
zamanlı, esnek işler bulan işçi sınıfı unsurları, merkeze yakın olan ve örgütlü
mücadelesi
ile
siyasal
karar
alma
süreçlerini
etkileyerek,
devlet
desteklerinden yararlanan kurulu ve organize işçi sınıfının aksine, devlet
desteklerinden mahrum bırakılan bir sınıf dilimi olarak siyaset dışı siyasal
hareketlerin etkisine girmektedir. İslami siyasal partilerin “sosyal adalet”,
“sosyal refah” v.b. söylemleri ve “popülist” propagandaları aracılığıyla bu
örgütsüz, dağınık işçi sınıfının hedef alınmasının yanı sıra, İslami emek
313
sendikalarının desteği ile de örgütlü işçi sınıfınının desteği alınmaktadır
(Gülalp, 2001: 445). RP ve AKP gibi İslam’ı merkezi ideoloji olarak alan
siyasal partilerle yakın ilişkileri olan Hak-İş, MUSİAD’la birlikte kimlik
politikalarında ortak bir noktayı temsil etmekle birlikte sınıfsal olarak farklı
konumu temsil etmektedirler (Buğra, 2004: 129). Ancak, Hak-İş emeğin
İslamcı
değerlerini
yeniden
tanımlayarak,
kapitalizmle
dost
İslami
sendikacılığı ve güçlü sivil toplum formasyonu ile diğer İslami gruplara benzer
biçimde, devlet merkezli anlayışın karşısında biçimlendiğinden benzer siyasal
duruş sergilemektedir. Siyasal İslamı temel referans noktası olarak alan bu
gruplar, neoliberal politikaları ve özelleştirmeleri laik-merkeziyetçi ve
kalkınmacı devletin korumacılığının ve tahakkümünün yıkılması için bir fırsat
olarak görmektedirler (Şen, 2006: 235). Örneğin bu gruplar, özelleştirmelerin
benimsenmesiyle ekonomiye daha az devlet müdahalesi olacağını, bunun da
ekonomik ve toplumsal gelişmeye yönelik büyük fayda sağlayacağını
düşünmektedirler (Kaleağası Blind, 2007: 300-1). Bu gruplar açısından
İslam’ın muhafazakar işlevi, onların toplumsal muhafazakarlığını korumak ve
yükselen grupların önemli nüfuz ve itibar ağlarını kurmaları için gerekli ortamı
oluşturacak uygun yarı-formel cemaat ağlarının oluşumunu sağlamaktır
(Birtek ve Toprak, 1994: 8). Dolayısıyla siyasal İslam’ın çok-sınıflı popülizmi,
onun hem işçi sınıfı, hem de burjuva sınıfı unsurlarını amaçlayan ikili ve
çelişkili söylemini yansıtmaktadır (Gülalp, 2001: 444). Siyasal İslam’ın kimlik
siyaseti etrafında birleşen bu çok sınıflı görünümü hem neoliberal
politikalardan kaybedenleri, hem de ondan kazananları içine alır. Başka bir
ifadeyle bu İslami kapitalist kültür;
“…işveren sınıfının hem çevresel dilimlerini, hem de işçi sınıfından insanları
aynı çatı altında toplar, onları ortak bir İslami kimlik etrafında birleştirmeye
çalışır. ....işçi sınıfı için, siyasal İslam’ın yükselişi sosyal demokrasinin
gerilemesini temsil eder ve onun yerini bir kimlik politikası alır” (Gülalp, 2001:
441).
Kimlik ve kültür siyasetinin sivil toplumun gelişimi adına meşruiyetini
genişlettiği bir ortamda, ya da kapitalist ilişkilerin sürekli yeniden üretildiği
toplumlarda sınıf kavramının siyasetin merkezi unsurlarından biri olarak
kullanılmaması tarihsel-kültürel unsurların, özellikle milliyetçilik ve dinin,
314
işçilerin sosyo-ekonomik haklarından daha etkili biçimde kullanılmasının bir
sonucu olarak görülebilir. Türkiye özelinde de görüldüğü gibi, kültürcülüğün
neoliberalizmle eklemlendiği ve iktidar ilişkilerinin desteğini alan İslami
kapitalist projeler, dinin birleştirici rolünü devlet müdahalesi ve sendikal
talepler yerine geçirebilmektedir.
6.3. İDEOLOJIK DÖNÜŞÜMÜN ANALİZİNDE HAKİM PARADİGMANIN
BİR ELEŞTİRİSİ
Çalışmanın altıncı ve son bölümüne ilişkin bu kısmında hakim
paradigma
içinden
yazarların,
incelenen
döneme
ilişkin
analizlerinin
aralarındaki farklılıkların da göz önünde bulundurularak eleştirel bir
değerlendirmesi amaçlanmaktadır. Bu bölüme ilişkin hakim paradigmanın
üzerinde durduğu temel noktalar şöyle özetlenebilir. Hızlı ekonomik kalkınma
ve modernleşme için devleti merkezi bir aktör olarak tanımlayan ulusal
kalkınmacılık ideolojisinin homojen121 toplumsal ilişkileri ve tek biçimli toplum
yapısı “meşruluk krizi” içindedir. Toplumu görevler ve hizmetler temelinde
tanımlayan
cumhuriyetçi
vatandaşlık
modelinin
ulusal
kimliğinin
biçimlenmesinde “ulusal çıkarlar” gereği bireye ya da sınıfa referans
yapmaması, vatandaşlığın kitlesel siyasal haklar temelinde ve devlet
egemenliğinin de bireysel özerklik ve özgürlüklerin üzerinde olduğu anlamına
gelmektedir (İçduygu ve Keyman, 1998; Keyman, 2005: 210; Toprak,
1996:107; Köker, 2010: 59). 1980 öncesinin ekonomi-politik, toplumsal ve
ideolojik düzeylerinin hepsine birden meydan okuyan hakim paradigma,
1980’den bu yana ekonominin liberalizasyonu ve sivil toplumun gelişimine
bağlı olarak, devlet merkezli siyasetin herhangi bir geçerliliğinin kalmadığını
belirtmektedir. Buna göre ekonominin uluslararasılaşması ve 1990’lardan
sonra da kimlik-farklılık taleplerinin yükselmesiyle gelişen “sivil toplum
alanı”nın varlığı, artık devlet merkezli kalkınma anlayışının etkili bir ideolojik
aygıt olmadığını göstermektedir. Kürt sorununun ve siyasal İslam’ın yükselişi
121
Heper, Osmanlı’da insanların kültürel haklarının garanti edildiğini, Müslümanlar ve Kürtlerin
Osmanlı toplum ve siyasetinin bel kemiği olduğunu, hükümette görev aldıklarını, ancak ulusal kimlik
inşasında Cumhuriyet’in devlete sadakati vurgulayan Türklüğü öne çıkardığını söyler ( 2002: 75).
315
de demokratik derinleşmeyi ve sivil toplumun özerkleşmesini ifade ettiğinden
“güçlü merkez-zayıf toplum”, “ulusal kalkınmacılık”, “cumhuriyetçi vatandaşlık
modeli” gibi devlet merkezli yaklaşımın modernleşme unsurlarının bir
geçerliliği bulunmamaktadır. Devlet merkezli yaklaşıma yönelik bu meydan
okuma; ekonomi-politik düzeyde devlet-piyasa karşıtlığı biçiminde serbest
piyasa
ekonomisinin
gelişimi,
toplumsal
düzeyde
“imtiyazsız-sınıfsız-
kaynaşmış kitle” yerine, kimlik ve farklılık taleplerine imkan veren sivil toplum
alanının genişlemesi, ideolojik düzeyde ise her iki düzeyle de, ekonomipolitik-toplumsal, ilişkili olarak “Türk-İslam” sentezi ideolojisinin sınıfsal
siyaseti görünmez kılarak siyasetin merkezi belirleyeni olması biçiminde
özetlenebilir.
Hakim paradigma içinden her iki eğilim de genel olarak 1980 sonrası
siyaset yapma biçiminin dönüştüğünü, yani devlet merkezli siyasete meydan
okunarak, devlet-sivil toplum arasında olması gereken, “ideal,” ayrılığın
belirginleşmeye başladığı, dolayısıyla da demokratikleşme sürecinin devam
ettiği konusunda anlaşırlar. “Merkez-çevre”, “bürokratik elitler-siyasal elitler”
gibi kavram ikiliklerinin sivil toplum’un gelişimi ile yumuşamaya ve devletin
ekonomiye katı müdahalesinin aksine, ekonomik liberalizasyonla kendi
alanına çekilmeye başladığı iddiası, bunun da müdahale sonrasına
rastlaması nedeniyle bu yazarlardan birinci eğilimdekilerin askeri müdahaleyi
örtük biçimde olumladıkları söylenebilir122. Örneğin Heper’e göre müdahale,
katı-doktriner bir program empoze etmemiş aksine, bürokratik elitler ve
siyasal elitler arasındaki ayrılığın yumuşamasına katkıda bulunmuştur.
Devletçilik konusunda ısrarcı olunmadığı gibi, Atatürkçü modernleşmenin
devam ettirilmesi için de İslam dininin bu projeyi meşrulaştırmanın bir aracı
olarak kullanılmasında tereddüt edilmemiştir (Heper, 2002: 74; Heper, 2006:
252). Göle’ye göre müdahale, özerk bir sivil toplum’un bulunmayışı nedeniyle
kültürel, politik ve ekonomik gruplar arasındaki “sağlıksız” farklılaşma ve
özerkleşmeye karşı bir devlet tepkisidir (1994: 214). Müdahaleden sonra
cumhuriyet değerlerinin vurgulanması anlamında “devlet aklı” ile, ulusal
122
Benzer değerlendirmeler için bkz: (Bozkurt, 2008)
316
isteklerin vurgulandığı “siyasal akıl” arasındaki çatışmanın yerini “uzlaşma”
almıştır. Böylece sekülerizm ve kültürel milliyetçiliğin gardiyanları olarak
görülen devlet merkezli siyasetin unsurlarının aksine, halkın ve bireyin özgül
çıkarlarının savunulduğu (Heper ve Güney, 2000: 652; Heper, 2002: 71)
“liberal-demokratik” yaklaşım hakim olmaya başlamıştır. Benzer biçimde
Göle’de, Türkiye siyasetinin “içsel değişkenini” organize eden bir işlev olarak
ifade ettiği “güçlü devlet geleneği”nin, 1980’lerden itibaren siyasal yöneliminin
çatışma ve kutuplaşmadan ziyade “uzlaşma”ya evrildiğini belirtmektedir
(Göle,1994: 214). Bunun yanı sıra, çalışmanın bir önceki bölümünde
müdahalenin sonuçları arasında ileri sürülen apolitizasyon ve depolitizasyon
süreçlerinin tersine, sivil toplum’un özerkleşmeye başlamasının demokrasiyi
derinleştirecek yeni siyasal konuları görünür kılacağından sözedilir. Örneğin
sosyalizm-kapitalizm gibi büyük tartışmaların yerini İslam, kimlik, ekoloji ve
feminizm gibi yeni siyasal özneler almıştır (Göle,1994: 214-215). Bu yazarlar,
çalışmanın son üç bölümünde farklı düzeylerde açıklanmaya çalışılan,
benzer politik tercihleri nedeniyle ANAP’ın 1983 ve AKP’nin 2002’deki siyasal
zaferlerinin devlet merkezli yaklaşım ve onun modernleşme unsurlarından
çıkış yolu olduğu konusunda da hem fikirdirler. Buna göre hem ANAP, hem
de AKP “ılımlılığı” ve “çok renkliliği” vurgulayarak 1980 öncesi siyasetin
kutuplaşmaya dayalı yapısını uzlaşmacı konuma çeken bir siyasal strateji
izlemiştir (Göle, 1994; Heper, 2002; İnsel, 2003; Özbudun, 2006).
İkinci eğilim içinden İnsel, Keyder ve Özbudun gibi yazarlar
müdahalenin otoriteryan niteliğini eleştirmekle birlikte, “sınırlı demokrasiye
geçiş”le, yani ANAP’la birlikte 1980 sonrasında devletçi demokrasiden
vazgeçilerek sivil toplumsal güçlerin gelişimine ortam hazırlandığını, ANAP
sonrası siyasal partiler içinde de bunun en etkili biçimde AKP’nin 2002’de
iktidara gelmesiyle devam ettirildiğini belirtmektedirler. Güçlü ekonomik
liberalizasyon söylemiyle ANAP’ın “liberal” karakterinin Türkiye tarihinin en
baskıcı dönemlerinden birinde ortaya çıkmasını şaşırtıcı bulan İnsel’e göre,
1980’den
günümüze
liberalizasyon
otoriteryan
söylemiyle
Özal’ın
devlet
açtığı
merkezli
oyuk,
anlayışa
benzer
ekonomik
muhafazakâr
modernleşme söylemi ile AKP’ce sürdürülmektedir (İnsel, 2003: 295; benzer
317
bir ifade için bkz: Özbudun, 2006 :546). Türkiye’nin yakın siyasi tarihi içinde
önemli bir “ara siyasal dönüşüm” olasılığının işareti olarak betimlenen
AKP’nin 2002 seçimlerinde iktidara gelişinin, muhafazakâr-demokratiksiyasal-toplumsal hareketin liderliğinde, muhafazakâr-otoriteryan ve devletçi
rejimi aşabileceği umulmaktadır (İnsel, 2003: 293-294; Keyman, 2004: 124).
Demokrasinin istikrarına ciddi tehdit yönelttiği düşünülen AKP önceli siyasal
partilerin, radikal siyasal İslam niteliğinin AKP ile ANAP dönemindekine
benzer
ılımlı-muhafazakâr
arasındaki
derin
bir
ikiliklerin
çizgiye
dönüşümü,
ortadan
yani
kaldırılması,
seküler-İslam
demokrasinin
sağlamlaştırılmasına AKP’nin katkısı olarak görülmektedir (Özbudun, 2006:
549; İnsel, 2003: 294; Keyder, 2004: 71 ).
Dolayısıyla bu yazarlara göre, 1983 askeri rejiminin sona ermesiyle
sivil toplumda dikkat çekici bir canlanma yaşanırken, ekonomik ve siyasal
liberalizme bağlılığını ilan eden yeni siyasal partilerin ortaya çıkması da
devletçi
demokrasiden
vazgeçildiğinin
bir
göstergesi
olarak
ifade
edilmektedir. Devlet merkezli siyasetten vazgeçilmesinin bir sonucu olarak,
AB ile daha yakın ilişki kurma taraftarı olan toplumsal kesimlerin güçlenmeye
başlaması da devletin ekonomi üzerindeki rolünün gevşemesi ve sivil
toplumu geliştirici mekanizmaların güçlendiği biçiminde değerlendirilmektedir
(Öniş, 1992: 8; Keyder, 2007: 228). Devlet merkezli kalkınma modeline
“alternatif” görülen bu yeni sivil toplumcu model, özgül kurumsal ilişkilerde
sivil toplum alanına ait olduğu düşünülen sermaye ve kültürün özgül bir
bileşimini sunmaktadır. Seküler-rasyonel modernleşme biçimine güçlü eleştiri
sunan kavramın ‘alternatif’ terimi ise sermayenin karşısında ya da ona
herhangi bir eleştiri getirmesinin aksine, sermaye ve kültür arasında özgül bir
birleşme olduğunu ifade etmektedir (Keyman, 2005: 210).
Bu yazarların sözünü ettiği kalkınmacı dönem devlet merkezli
anlayışının, ekonomik alanın kurallarını belirleyen “güçlü devlet”inin, etkili bir
ideolojik
aygıt
olmaktan
çıkması,
serbest
piyasa
ekonomisinin
kurumsallaşmaya başlamasıyla eş zamanlıdır. Buna göre sözkonusu
ideolojinin dönüşümü ile cumhuriyetçi vatandaşlık modelinin aksine, siyasal
süreçleri etkilemenin bir unsuru olarak, bireysel özerkliğin toplumdan önce
318
gelmesi ve kimlik-farklılık siyasetinin siyasetin merkezi bir unsurunu
oluşturması, demokratik katılımın önünü açmıştır. Sivil toplum destekli kimlikfarklılık siyasetinin Kürt kimliğinin tanınma mücadelesi ve siyasal İslam’ın
yükselişi biçimindeki görünümü, devlet merkezli yaklaşımın homojenleştirici
ve tekelci siyasal kültürünün eleştirilmesinin önünü açtığından demokrasinin
sağlamlaştırılmasına katkıda bulunduğu düşünülmektedir.
Boratav’a göre “asker-sivil bürokratik elitler”de ifadesini bulan devlet
merkezli anlayışa karşı konumlanan ve ekonomi-siyaset ilişkisinde liberal bir
demokratik çizgiyi temsil ettiği iddiasındaki bu yaklaşımın zayıf yönü,
sermayenin emeğe karşı yürüttüğü ekonomik ve ideolojik mücadelede
siyasette
otoriteryan
görememesidir
(2007:
bir
çerçeveye
157).
kesinlikle
Çalışmanın
ihtiyaç
bütünü
duyduğunu
göz
önünde
bulundurulduğunda bu otoriteryan çerçeve, gerek bir önceki bölümde ifade
edilen 1980 askeri müdahalesinin ardından sivil toplumun önemli bir kısmının
siyasetin dışında tutulmasından, gerekse ilerleyen süreçte ekonomi-siyaset
ilişkisinin birbirine dışsallaştırılak siyasal karar alma süreçlerini etkileme
mekanizmalarının sınırlandırılmasından izlenebilmektedir. Sürekli vurgulanan
ekonomi ve siyaset arasındaki ayrımda somutlaşan ve farklı biçimlerde
yeniden üretilen bu otoriterlik, nihai olarak bir yandan piyasanın kendiliğinden
düzeninde, ekonomi politikalarının muhalif hareketlerden etkilenmeyecek
biçimde düzenlenmesinin, diğer yandan bu hareketlerin kimlik, farklılık ve
kültür söylemi ile başka bir yöne evrilmesinin ideolojik, yasal, kurumsal
biçimlerini kurmaktadır. Çünkü devletin sermayeye olan bağımlılığının, onun
maddi yeniden üretimine, sermayenin yeniden üretimine, bağımlı olması
kapitalist sınıfın egemenliğini güvence altına alan siyasal ve yönetimsel
sistemlerin ve işçi sınıfının sermayeye olan ideolojik bağlılığı ile ilişlilidir
(Clarke, 2001: 183).
İdeolojik dönüşüm bakımından görünüşte burjuva dünya görüşüyle
ilgisi olmayan ancak, bir siyasal proje olarak da resmi ideolojiyle bütünleşen
“Türk-İslam sentezi”nin bu süreçteki işlevi, “kültürcülükle neoliberalizmin
mükemmel uyumu”nda (Buğra, 2008: 19) açığa çıkar. Bu uyumun da
gösterdiği gibi “siyasal olmayan” anlamının aksine, oldukça siyasal bir içeriğe
319
sahip olan “kültür”, esasında “siyaset dışı siyaset”in bir ifadesidir. 1980
sonrasından bugüne ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik düzeylerde
yeniden yapılanmanın sınıf temelli siyasete son verilmesinin sürekli yeniden
üretilen siyasetidir. Başka bir ifadeyle, üretimden çok tüketim, kolektivizmden
çok çoğulculuk ve anti-kapitalizmden çok demokratik anti-devletçilik üzerine
yoğunlaşan ve yeni ‘söylemsel pratikler’de anlamını bulan postmodern kimlik
siyaseti ile ilgili bir süreçtir. Siyasal güçlerin oluşumunda ve devlet
politikasının gelişiminde ekonomik süreçlerin öneminin bir kenara bırakılarak,
ideolojinin ya da söylem’in belirleyici rol oynadığı bu süreçte sınıf mücadelesi
de söylemin kendi içinde ve söylemler arasında görülen yalnızca bir tür tikel
mücadele biçimini almaktadır (Clarke, 2004: 31). Başka bir ifadeyle, sivil
toplum alanının bir parçası “işveren” derneklerinin siyasal karar alma
süreçleri üzerindeki etkisinin demokrasi adına yüceltilmesinin aksine, işçi
sınıfı bütününü kapsayacak örgütlü bir sınıf siyasetinin tikelleştirilmesi kimlikfarklılık siyaseti adına tercih edilmektedir. Nitekim, hakim paradigma içinden
birinci eğilimin tersine, neoliberalizmin ekonomi politikalarını eleştiren ikinci
eğilimden yazarların üzerinde durduğu sınıf konusu da (Buğra, 2008; İnsel,
2008; Buğra ve Keyder, 2006) ya örgütsüz, bütünlüksüz ama kendi çıkarları
söz
konusu
olduğunda
bir
araya
gelen
bireylerin
mücadelesine
indirgenmekte, ya da kimlik-farklılık siyaseti içinde konumlanması nedeniyle
artık böyle bir mücadelenin anlamının kalmadığı noktasına getirilmektedir.
Örneğin Buğra (2008: 18), bütünlüklü ve örgütlü bir sınıf mücadelesi yerine
çalışanların deneyimlerini sınıf terimleriyle ifade ettikleri noktalardan “sınıf
anları” olarak söz edilebileceğini önerir. Sınıf siyasetinin kimlik siyaseti içinde
eritildiğinin bir görünümü olarak bu durum örneğin, serbest piyasa
ekonomisinin “kendiliğinden düzen”i gereği, bir grev kararının normal olarak
birbirleri ile hiç ilişkisi olmayan farklı etnik gruplardan işçilerin birlikte hareket
etmeleri biçimini alabildiğini ifade eder. Ancak, “sınıf anları”nın bir sınıf
oluşumuna işaret etmesinin gerekmediği, bir siyasal faaliyetin öznelerinin
kendilerini
başka
aidiyetlere
ve
ortamlara
gönderme
yaparak
tanımlayabildikleri, ya da kendilerini sınıf dışı kavramlarla ifade ederek
örgütlü mücadeleden vazgeçebildikleri durumlar da bu döneme özgü siyasal
320
pratikler olarak belirmektedir. İnsel’e göre de birey ve sınıf arasındaki ilişkinin
kopartıldığı, sınıfların bireylerden bağımsız tasarlanan bilinçler olduğu
günümüz toplumlarında, toplumsal sınıf olgusu yerine artık farklı deneysel
biçimlerden söz edilmelidir. Toplumsal sınıf olgusunun sosyolojik anlamdaki
bu kullanımına göre, dönüştürücü/eyleyen özne’nin yerinin toplumsal
tercihler, kurallar ve geleneklerin neden olduğu sosyal eşitsizliklerin
giderilmesine yönelik anlık mücadelelerin alması, örgütlü ve sürekli bir işçi
sınıfı mücadelesini de anlamsız kılacaktır (2008: 25-6).
Görüldüğü gibi hakim paradigma içinden yazarlar, farklı düzeylerde de
olsa, İslami burjuvazinin yükselişi sırasında burjuvazinin bürokratik vesayeti
kırarak ekonomik çıkarları doğrultusunda siyasal yapıyı dönüştürmesini, sivil
toplumun güçlenmesi bağlamında olumlarken, işçi sınıfının kendi çıkarlarını
temel alan örgütlü bir siyaset izlemesi konusunda farklı düşünmektedirler.
Ancak farklı sınıfsal çıkarları kapsayan bir “kültürel proje” olarak siyasal İslam
biçimindeki görümüyle yeni siyaset tarzı, Gülalp’ın da belirttiği gibi hayat
tarzlarına ilişkin bir değişim projesinin desteklenmesi ve buna uygun İslami
toplum versiyonunun kurulması için sınıf ilişkili meseleleri itici güç olarak
kullanmaktan da kaçınmamaktadır (2001: 434). Bu, özellikle 1990’ların
ortasından itibaren bir önceki bölümde sözü edilen siyasetin apolitizasyonu
ve depolitizasyonunun, yani siyasal karar alma süreçlerini etkileyecek
toplumsal güçlerin otoriter biçimde engellenmesinin ve ekonomik karar alma
süreçlerinin siyaset dışıymış gibi gösterilmesinin bir sonucu olarak, işçi
sınıfının siyasetten çekilmesi ile siyasal İslam’ın yükselişinin aynı döneme
tekabül etmesinden de anlaşılabilmektedir. Ortak sınıf çıkarlarının birleştirici
bir unsuru olarak işlev gören siyasal İslam, aşağıda da ifade edildiği gibi
kapitalist ilişkilerde, emek-sermaye, “sözleşme” dışı ilişkilerin öneminin arttığı
esnek çalışma biçimlerine paralel, kimlik-farklılık siyaseti ile örgütlü bir sınıf
söyleminin
ve
aidiyetinin
ortaya
çıkmasını
güçleştirmektedir.
“Kimlik
siyasetinin gelişimi” biçiminde analiz edilen siyasal İslam’ın yükselişinin, ikinci
eğilim içinden Birtek, Toprak, Buğra, Keyder ve Öniş gibi yazarların da
katıldığı sınıf siyasetini de içinde taşıdığı gerçeğine, yani İslam’a dayalı
siyaset içinde işçi sınıfına ait unsurların gizlendiğinin ve baskın sınıfların
321
yükselme kanalı bulduğunun kabul edilmesine rağmen, bunun dönüşümün
ideolojik bir yansıması olduğu üzerinde durulmamaktadır. Örneğin bu eğilim
içinden, dinin Türkiye’de devletin, ekonominin ve toplumun biçimlenmesinde
büyük bir rol oynadığına dikkat çeken Buğra, dinin amaçları ve faaliyetlerinin
sınıflar ötesi bir düzeyde biçimlendirilme potansiyelinden söz eder. Buna göre
dini konular etrafında biçimlenen toplumsal-siyasal projelerin oluşumunda
sınıfsal konumların yansıtıldığı farklı hayat biçimlerinin etkisi bulunmaktadır
(2004: 127-8). Dolayısıyla, muhafazakar ve İslami anlam dünyalarının saçılıp
gelişmesinin Türkiye’de kapitalizmin gelişimi ile paralellik göstermesi,
birbirinden bağımsız süreçler olmadıklarını göstermektedir. Bizzat bu
savunmacı mekanizmanın kendisi, anlam dünyaları dolayımında kapitalizmin
maddi yeniden üretiminin güçlenmesine neden oluşturmaktadır. Kapitalist
ilişkiler ve sermayenin maddi yeniden üretimi anlamında bu kesimlerin
güçlenmesi, yani birikim yapmaları, zaman içinde İslami sembolik anlam
dünyalarının da bu maddi gerçeklikler üzerinden yeniden tanımlanmasına
neden olmaktadır (Ercan, 2009: 22). Başka bir ifadeyle, İslami tartışmanın
kültürel renkliliği ve siyasetinin tanınma diline rağmen, İslam’ın “sınıfsal bir
kod” olarak işçi sınıfı unsurlarını da kapsayacak biçimde küçük sermaye
gruplarının çıkarlarına olan desteği ve (Gülalp, 2003: 385) büyük sermaye
grupları ile de uzlaşısı sayesinde birikimin yeniden üretimi süreklilik
kazanmaktadır.
Ekonomi
politikalarının
bir
sonucu
olarak
toplumsal
çözülmeye tepki biçiminde gelişen kimlik arayışlarının (Öngen, 2004: 77) bir
sonucu olarak, siyasal İslam’ın toplumsal temeli de farklı sosyo-ekonomik
sınıfları içerecek biçimde yeniden yapılandığından sınıfsal çatışmaların
üzerini örtebilmektedir. Siyasal İslam’a olan desteğin farklı ilgilerinin yanı sıra,
toplumun farklı sınıfsal dilimlerini devlet merkezli anlayış karşıtlığında
birleştirerek, siyasal ifadelerini İslami kimliğin bir unsuru aracılığıyla
açıklamaları, bunun bir görünümü olarak ifade edilebilir (Gülalp, 2001: 444).
Örneğin RP ve AKP, “statükocu” ve “vesayetçi” olarak tarif edilen asker-sivil
bürokrasiye karşı güçlü muhalif bir hareket olarak, ortaya çıktığında başarılı
bir biçimde bu farklı sınıf dilimlerini aynı çatı altında toplamayı başarmıştı.
Bunun yanı sıra, güçlerini siyasal İslam’ın yükselişinden alan ve bu yükselişe
322
katkıda bulunan toplumsal entegrasyon biçimleri birbirinden farklı MÜSİAD ve
Hak-İş’in de Türkiye’nin devlet merkezli modernleşme deneyimine ve bu
anlayışın geleneksel devletçiliğine karşı eleştirel tavırları, onları (Buğra, 2004:
127) benzer siyasal söylemde birleştirmektedir.
Siyasal İslam’ın büyük sermaye grupları ile uzlaşmaya dayalı siyaseti
ve küçük sermaye gruplarını temsili; siyasal İslam kökenli siyasal partileri,
kente yakın zamanda göçmüş güvenli iş bulmak isteyenleri ve geleneksel işçi
sınıfının desteğini sosyal demokrat partilerin kullandığı söylemi farklı bir
biçimde üstlenerek bu partilerin dağılması pahasına almaktadır (Gülalp,
2001: 445). Sosyal demokrat partilerin, kendileriyle benzer söylemi kullanan
İslami partilerin aksine, bu dönemde başarılı olamama nedenleri arasında
devlet merkezci siyaset karşıtlığında bir araya gelen ortak eleştirel tavrın
büyük etkisi vardır. 1980’lerden itibaren RP ve AKP gibi İslam’ı referans alan
siyasal partilerin “adalet” ve “refah” gibi söylemlerine karşılık, bu söylemi
merkeze alan sosyal demokrat partilerin, “modernleşme” ve “batılılaşma”
projesinin savunucuları olarak, devlet merkezli ideoloji ile olan bağlantıları ve
bu ideolojiye yönelik muhalif söylemin yarattığı geniş eleştiri ortamı, bu
partilere yönelik desteğin geri çekilmesinde etkili olmuştur.
Görüldüğü gibi, devlet merkezli anlayış ve buna muhalif söylem, “güçlü
devlet geleneği” tezi, arasındaki çatışma sınıflar esasında değil, hayat tarzları
arasındadır. Devlet toplum ilişkilerinin analizinde “güçlü merkez- zayıf çevre”,
“bürokratik elitler-siyasal elitler”, “devlet-sivil toplum” gibi kavram ikiliklerinden
hareket eden hakim paradigma içinden yazarlar, toplumsal ilişkilerin
bütünlüklü bir izahından ziyade, hayat tarzları, kimlik, farklılık, kültür ve
ideoloji gibi “statü” ilişkili analiz birimlerine odaklanmaktadırlar. Bu analize
göre “merkez”e, devlet merkezli modernleşme unsurlarının temsil ettiğine,
kim uzak ve karşıysa, ya da politik, ekonomik ve ideolojik olarak dışta
tutuluyorsa o, “çevre”yi , dolayısıyla, sivil toplumu temsil etmektedir.
Ancak, Türkiye toplumunun oluşumu hakkında devlet merkezli
yaklaşımın “imtiyazsız-sınıfsız-kaynaşmış kitle” söylemi, MÜSİAD’ın Konya
Şubesi’nin
kurucusunun
“İslam
doğru
yolu”nda
geleceğini
oluşturan
insanların bir sınıf oluşturmadığını vurgulamasında olduğu gibi, esasında
323
İslami söylemce yeniden ve başka bir biçimde tekrar üretilmektedir. Buna
göre, insan zenginliği diğerlerini baskı altına almak için kullanıldığında,
sınıfların ortaya çıkmasına neden olacağından İslam inancına göre
reddedilmelidir (Buğra, 1998: 533). Toplumsal eşitsizlikleri toplumsal
organizmanın yeniden üretiminin bir gereği olarak haklılaştıran muhafazakar
ideolojinin neoliberalizmle ittifakı ise birikimin sürekliliğinden ziyade sınıfların
varlığını reddetmektedir. Diğer yandan, sınıf çatışmasına muhalif konumuyla
çıkarların ortaklaşa söylemi ve uyumunu ifade eden “Türk-İslam” sentezi,
ulusal çıkarların birey ve sınıf karşısında olduğunu vurgulayan devlet
merkezli ideolojiyle kültürel konularda farklılaşırken ekonomik konularda
benzer
yaklaşım
sergilemektedir.
Devlet
merkezli
söylemin
büyük
burjuvazinin zenginleşmesinin meşruiyetini ülkenin ekonomik gelişmesi
sonucu “ulusal çıkarlara” olan katkısına dayandırmasına benzer biçimde,
siyasal İslam’a göre de zenginleşme hem milli çıkarlar, hem de cemaat
yararınadır. Bu nedenle, her iki farklı siyaset biçiminin de, devlet merkezli
modernleşme unsurlarının ve buna eleştirel olanının, toplumda yarattığı
ikiliklerin siyasal düzeyde değil de, kültürel düzeyde tanımlanması;
Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi, kendine kanal bulamayan siyasal tepkinin,
kültür alanında
savunma
setleri oluşturması (2002:
342) biçiminde
değerlendirilmelidir. Başka bir ifadeyle, “ekonominin gereklerini”, “ulusal
çıkarları”, “etnik ve dini kültürel kimlikleri” ya da dini veya etnik kültürün
birleştirici imkanlarını” vurgulayan yaklaşımlar, ekonomik ve sosyal hak
taleplerinin dile getirilmesini, işitilmesini bilinçli ve sistematik olarak
engelleyeci bir rol içindedirler (Buğra, 2008: 10). Dolayısıyla, devlet merkezli
ideolojinin “vesayetçi”, “güçlü devlet”inin İslamcı değerlere sahip bir kitleye
batıcı değerlerin dayatılması” türü söylemlerde somutlaşan kestirmeci tezlerin
yerine, iç ve dış ticaret hadlerinin gelişimi ve değişimi, gelir bölüşümünün
hangi sınıflar lehine-aleyhine değiştiği, sanayileşmenin hangi sınıflar
üzerinden finanse edildiği gibi daha somut başka olgulara bakılmalıdır (ayrıca
bkz: Çulhaoğlu, 2002: 352). Çünkü ideolojik oluşumların ve kimliklerin birer
ön veri olarak değil, tepkisel uç sonuçlar olarak ortaya çıkmaları ekonomik,
siyasal, ideolojik, kültürel ilişkilerin bütünlüklü izahı ile anlaşılabilir. Sınıf
324
ilişkilerinin devlet merkezli ve liberal yaklaşımların aksine ekonomik, politik,
toplumsal ve ideolojik biçimlerin öncülü ve sonucu olarak görülmesi bu
sayede mümkündür. Hem bireyci erdemliliğin yüceltilmesi pahasına,
demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması yönünde devletin yetkilerinin
güçlendirildiği
neoliberal-muhafazakar
söylemin
ekonomik
bireyciliğin
garantisi olarak güçlü devlet savunusu (Yalman, 2004: 66), hem de
dönüştürücü özne olarak sınıfları reddeden devlet merkezli anlayışın her ikisi
birden benzer kuramsal çerçeveden hareket etmekte olup, kapitalist ilişkilerin
yeniden yapılanmasında ortaya çıkan farklı biçimleri ifade etmektedirler.
Birbirine muhalif konumlanan bu her iki yaklaşımca da desteklenen,
insanların hukuki ve siyasal düzeylerde soyut olarak eşitlendiği sınıflı
toplumlarda, ekonomik ve sosyal düzeylerde eşitsiz hale gelmeleri ya ulusal
çıkarlar adına kabul edildiğinden ya da kendiliğinden doğal düzenin bir
sonucu olarak görüldüğünden bunu dönüştürü müdahaleler desteklenmez.
Her iki yaklaşımca da bireysel gelişimin, başka bireylerin sömürülmesine
bağlı olduğu görünmez. Çünkü kapitalizmde toplumsal çatışma aleni bir
şekilde değil, emek gücünün piyasada bir mal gibi alınıp-satılması
dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçimi üzerine kuruludur. Sınıf ilişkisinin
bu biçimi, emek gücünün piyasada özgürce alınıp satılması özgürlüğü
üzerine kurulu olup, doğrudan sömürü sürecini ve zor kullanımını içeren bir
ayrılığı, ekonomi-siyaset, önceden varsayar (Holloway,1995: 121). Başka bir
ifadeyle, özel mülkiyet haklarının biçimsel onaylanmasının koruyucusu
olması nedeniyle devletin, mülkiyet sahipleri arasındaki etkileşim yasalarını
zor’la uygulaması ile ilgilidir. Devletin toplumla bu ilişkisi, özel bireylerin soyut
bireyler olarak varlığını, ya da standartlaşmış, nesnel hakların sahipleri olarak
soyut vatandaşları kabul ettiğini gösterir (Bonefeld, 1992: 115, Holloway ve
Picciotto, 2004: 140; Yılmaz, 2003: 58; Bonefeld, 2007: 263). Başka bir
ifadeyle, sermayenin yeniden üretimi olarak toplumsalın yeniden üretimi,
emek değer’inin yaratılmasının farklı bir uğrağı olarak devleti ve yaşamın
çalışma
etrafında
organizasyonunu
içerir.
Toplumsal
ilişkilerin
bu
325
organizasyonu, sermayenin yeniden üretimini123 garantiye alacak yasal
kurumsal sistemin oluşumunu ve sürekliliğini sağlayacak devlet gücünün
‘zor’a dayalı örgütlenmesi biçimindedir. Dolayısıyla, burjuva “evrensel
demokratik
değerleri”nin,
yani
evrensel
eşitliğin
sınıfsal
ilişkilere
uzanmaksızın mümkün oluşu, kapitalist toplumsal biçimin belirgin özelliği
nedeniyledir. Wood’un da belirttiği gibi, bu, toplumsal veya sınıfsal gücün
ortadan kaldırılmasından çok politik ve yasal ilkeler ve yöntemlerle ilgili
biçimsel bir eşitliğin kabul edilmesidir (2003: 305). Böylece kapitalist devlet,
bir yandan toplumsal sınıfların çıkarlarının temsilcisi olarak görünür, diğer
yandan da işçi sınıfını bireyselleşmiş yurttaşlar düzeyinde ele alarak onların
siyasal örgütlüğünü siyasal süreçlerin dışında tutarak dağıtma rolünü yerine
getirir. Yasalar önünde eşitlik, tarafsızlık ve hukuk kurallarına bağlılık gibi
“evrensel” burjuva demokratik değerleri biçiminde somutlaşan bu durum, işçi
sınıfının sınıfsal birliğinin kurulmamasına yönelik ideolojik, yasal ve kurumsal
düzenlemeler setini ifade eder.
123
Üretim geneldir, genel üretim değildir. Eğer genel de üretim değilse, genel üretim de yoktur. Üretim
daima üretimin özgül bir kolu ya da bütünüdür. Politik ekonomi toplumun varlığı ile ilgilidir
teknolojinin değil. Üretimden konuştuğumuzda bunun anlamı üretim daima toplumsal gelişmenin bir
aşaması anlamındadır. Üretim toplumsal ve genel bir kategoridir (Marx, 1973: 85).
SONUÇ
Türkiye’de 1970’lerin sonlarına doğru etkisini göstermeye başlayan
ithal ikameci ekonomik modelin krizine yönelik alınan önlemlerin toplumsal
muhalefet, siyasal kutuplaşma ve istikrarsızlık ortamında uygulanamaması
1980 askeri müdahalesi ile başlayan sürecin ekonomi-politik arka planını
oluşturur. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ekonomi-politik, toplumsal ve ideolojik
olmak üzere her düzeyde dönüşümünü zorunlu kılan ithal ikameci ekonomi
politikalarının krizinin aşılması, Türkiye siyasal hayatında yeni bir dönemi
başlatacak olan 24 Ocak “ekonomik istikrar kararlarını devreye sokmuştur.
Savaş sonrası içe dönük büyüme ve devlet merkezli kalkınma ideolojisinden
kesin bir dönüşü ifade eden yeni ekonomi politikası, ihracat odaklı ekonomi
politikaları bağlamında, tüketimin ve ücretlerin kısılması ve dolaylı vergilerin
arttırılması gibi ekonominin liberalizasyonuna yönelik politikaları içerdi.
1970’lerin
siyasal
ortamında;
sokaklardaki
huzursuzluğun,
sınıf
mücadelesinin yoğunlaşmasının ve siyasal partiler arasındaki uyumsuzluk ve
çatışmanın ekonomik istikrar programının uygulanmasını zorlaştırması,
büyük burjuvazinin de baskısıyla, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesi ile
sonuçlandı. Askeri yönetimce 24 Ocak ekonomik istikrar programının
Türkiye’nin krizi aşmasında tek rasyonel seçenek olduğunun ve istikrar
programına devam edilmesi konusunda gerekli her türlü önlemin alınacağının
bildirilmesinden de anlaşıldığı üzere (Krueger-Turan, 1993: 363), yeni
ekonomi politikalarına muhalif toplumsal grupların siyasetten dışlandığı bir
ortamda, “uzun vadeli istikrar” için “başka bir alternatif”in olmadığı inancıyla
Türkiye’nin ekonomik ve siyasal tarihinde yeni bir dönem başladı.
Otoriter-askeri
yönetimden
aşamalı
ekonomik
ve
siyasal
liberalizasyona geçişi ifade eden “sınırlı demokrasi yılları” ise yeni siyasal
partiler yasasının seçim sisteminde sağladığı avantaj ve askeriyenin yüksek
oyları alması muhtemel iki büyük merkez sağ ve sol partiye karşı yaptırım
uygulamasından
yararlanan
ANAP’ın,
aldığı
oyla
orantısız
biçimde
parlamentodaki sandalyelerin çoğunu almasıyla başladı (Kalaycıoğlu, 1990:
488; Ahmad, 2002: 223). Burjuva “demokratik”-parlamenter sistemlerde
327
“siyasal istikrar”ın “iki parti sistemi” ile yerleşeceği görüşüne paralel, iki ılımlı
merkez sağ partisinin kurulması ve “radikal” sol partilerin, ultra-milliyetçilerin
ve islami fundemantalizmin siyasetin dışında tutulmasını sağlayacak bir parti
sisteminin kurulması (Sayarı, 1996-7: 36), “ekonomik istikrar programının”
sorunsuz sürdürülmesi için gerekli görülmüştü. Yeni Anayasa ile de hem
genel anlamda yasama organı karşısında yürütme gücü üstünlük elde etmiş,
hem de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın yetkileri yürütme içinde arttırılarak
ekonominin yönetiminde “etkililik” ve “etkinlik” sağlanmaya çalışılmıştır. Bu
anlamda, Başbakanlığa bağlı herhangi bir müsteşarlığın ilgili bakandan daha
yetkili olması anlamında yeni bürokrasi biçimlerinin yaratılması, hükümetin
gerektiğinde yetkilerin kendisine verildiği hükümet kararnemeleri ve doğrudan
başbakanlığın kontrolünde bulunan isteğe bağlı harcamalarda somutlaşan
fon sistemi (Öniş, 1992: 16) gibi uygulamalar, yasama organının ekonominin
yönetiminden çekilmesini, yani ekonominin yönetiminde devletin artan
yönetsel kapasitesini ifade eder. Ekonominin liberalizasyonu amacıyla
yapılan ancak, ekonomi-siyaset ilişkisi bakımından “politik patronaj” (Buğra,
2010: 210-1) olarak ifade edilen, belli grupları kayırmaya yönelik bu gibi
düzenlemeler; esasında ekonomide devlet müdahalesini azaltmayıp, orta
vadede yeniden yapılanmanın ihtiyaç duyduğu yeni sınıfsal ittifakın
oluşturulması amacına yöneliktir. Küçük burjuvazinin payanda olarak
kullanıldığı bu süreçte; örneğin ihracat sektöründeki “bireyler” ve “şirketler”,
bunların çokuluslu girişimcilerle bağlantısı olanların ve yabancı yatırım için
risk alanların Özal’ın ekonomi politikalarından yararlanmasına karşılık, küçük
işletmelerden daha fazla, “düşük ücretli bir ekonomi” politikasıyla yapısal
dönüşümün ücretlerde keskin düşüşlere yol açtığı (Boratav, 1991: 42) işçiler
ve köylüler dönemin kaybedenleri olmuştur.
Dolayısıyla 1990’lara kadar ki yeniden yapılanma süreci, bir yandan
neoliberal ekonomi politikalarıyla ekonominin liberalizasyonuna, diğer yandan
da devletin otoriteryan görünümündeki artışına tanıklık eder. “İhracata yönelik
büyüme” ve ücretlerin baskılanmasına dayalı yeniden yapılanma stratejisinin
1980’lerin sonunda ekonomik ve toplumsal sınırlarına dayanması, ekonomide
dışa açılma önceliklerinin reel üretim sektörlerinden finansal serbestleşmeye
328
geçişi zorunlu kılması ise (Yeldan, 2003: 39) “parçalı siyasal parti sistemi” ile
ekonomi-politik dönüşümde başka bir aşamaya denk gelir. Siyasal iktidarın
ekonominin doğrudan yönetiminden çekilmesine yönelik düzenlemelerle
karakterize bu dönem, devletin işleyen bir serbest piyasa ekonomisi için
düzenleyici kapasitesinin artırılmasına yöneliktir. IMF stand-by anlaşmaları ve
AB kriterleri bağlamında 1994 ve özellikle 2001 krizinden itibaren piyasa
ekonomisine yönelik yasal-kurumsal standarların oluşturulmasını ifade eden
bu düzenlemeler, sermayenin yeniden biçimlenmesi aşamasında ortaya
çıkan yeni çelişkileri de içeren bir sürecin parçası olarak, devletin düzenleyici
rolünün sermaye ilişkisiyle uyumlu olacak biçimde yeniden yapılanması
anlamına gelir (Holloway ve Picciotto, 2004: 160). Örneğin bu dönemde
sermaye hareketlerinin serbest bırakılması, yani “sıcak para politikalarına
geçiş”i öngören “Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı
Karar”la
sermaye
kaçışlarını
önlemeye
dönük
finans
kontrollerinin
kaldırılması öngörüldüğünden (Yeldan, 2003: 39), ihracat öncülüğünde dışa
açık birikim modelinin tıkanmasının yarattığı istikrarsızlık, doğrudan kısa
vadeli spekülatif nitelikli sermaye girişleri ile aşılmaya çalışılmıştır (Bağımsız
Sosyal Bilimciler, 2001: 16; Aydın, 2005: 97). Ancak sermaye hareketlerinin
serbestliğine bu erken geçişin, gerekli düzenleyici çerçeve ve mali-parasal
disiplin olmadan yapılmış olmasını (Buğra, 2003: 462; Öniş, 2009: 3; Aydın,
2005: 92), 5 Nisan 1994 kararlarıyla sonuçlanan finansal kriz izlemiştir
(Yeldan, 2003: 40). Kamu harcamalarının kısılması, enflasyon kontrolü,
tarımsal desteklerin azaltılması, ücretlerin ve maaşların düşürülmesi,
istihdamın azaltılması ve özelleştirmeye devam edilmesi gibi düzenlemeleri
kapsayan kararlarla, 1989-1990 “bahar eylemleri”nde işçilere verilen ödünler
böylece geri alınmıştır. Bu kararların bir diğer sonucu; sanayi ve işlenmiş
tarım ürünlerinin dolaşıma girmesini, emeğin ise serbest dolaşımının kapsam
dışı bırakılmasını içeren GB’ye giriştir (Türkay, 2004: 201). Bu dönemde
ayrıca
ekonomi
ve
siyasetin
yönetiminde
IMF’nin
geçici
stand-by
anlaşmalarınının yanı sıra AB, sürekli reform süreci ile ekonomik, siyasal ve
toplumsal hayata dahil olmaya başlamıştır. Ancak AB ve IMF’nin ekonominin
yönetimine artan müdahalelerine rağmen, “parçalı parti sistemi”nin ve
329
koalisyon hükümetlerinin aralarındaki uzlaşmazlık nedeniyle düzenleyici
önlemlerin tamamlanamaması, ekonomik krizlerin siyasal istikrarsızlığa
bağlandığı görüşüne göre, 2001 krizine neden olmuştur (Öniş: 2009: 5).
Burada düzenleyici devletin işlevi, serbest piyasa ekonomisine daha “tahmin
edilebilir”
ve
güvenilir
kurumsallaştırılması
bir
çevrenin
anlamına
gelir.
oluşturulması
Nitekim
2001
için
standartların
krizinin
ardından
TÜSİAD’ın ekonomik konularla ilgili koordinasyon eksikliğine dikkat çekerek,
piyasalara güven verecek ekonomiden sorumlu bir başbakan yardımcısına
duyulan ihtiyaca dikkat çekmesi, TİSK ve TOBB’un hükümete yeni ekonomik
istikrar programı ile ilişkili olarak siyasal istikrar ve uyumlu çalışma ortamının
oluşturulması konusundaki görüş ve önerileri ve IMF programı ve AB uyum
sürecine devam edilmesi yönündeki baskıların hepsi birden, makro-ekonomik
istikrarın
hedeflenmesi,
yani
“tahminedilebilir”
bir
piyasa
ekonomisi
talebiyledir. Bu doğrultuda 2001 krizinden çıkış programı olarak takdim edilen
2001 “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın amacı da güven bunalımını ve
istikrarsızlığı ortadan kaldırarak, kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden
yapılandırılmasına
amaçlamaktadır
yönelik
(Bağımsız
“sağlam”
Sosyal
bir
alt
Bilimciler,
yapının
2001:
oluşturulmasını
13).
Dolayısıyla
düzenleyici devlet, devletin meşru şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran
tek kurum olması nedeniyle düzenleme yapmayı ve bunun sonucunda
yasanın kuralı’nı uygulatma gücünü, yani yönetsel kapasitesinin arttırılmasını
ifade eder. Nitekim, bu dönem ekonomi politikalarının koordinasyonunda
etkili ve yetkili olan Devlet Bakanı Kemal Derviş’in TOBB’un 57. Genel
Kurulu’nda yaptığı konuşmasında; “devlet sahayı düzeltmeli, siz de gol
atmalısınız” diyerek bu durumu özetlemiştir. Bu ifade, sadece uygulanacak
politikaların niteliğini değil, egemen sermaye fraksiyonları ile devlet
arasındaki ilişkileri de görünür kılması bakımından önemlidir (Ercan, 2009:
48). Bunun yanı sıra, kriz sonrasında devletin düzenleyici kapasitesindeki
etkililiğin siyasal uyuşmazlıkları ve toplumsal grupların politizasyonunu
önlemede parçalı parti sistemine göre daha etkili olan “iki parti sistemi”ni
(Sayarı, 1996-97: 32) gerektirmesi, İslami kökleri olan, ancak öncellerine
kıyasla daha ılımlı/uyumlu ve Türkiye siyasetinin merkez sağını işgal eden
330
yeni bir partinin, AKP’nin, çıkmasında da etkili olmuştur. 2001 krizinin hemen
ardından iktidara gelen ve tek parti olmasından aldığı siyasal güçle ekonomi
politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağlayıp, AB uyum
sürecini takip edeceğini belirtmesi, yerel ve uluslararası sermaye gruplarınca
sürekli vurgulanan “uzun dönemli ekonomik istikrar” için güven oluşturmuştur.
Dönüşümün toplumsal düzeyi bakımından; “zayıf” siyasal ve toplumsal
sistemin tümden yeniden yapılanmasını amaçlayan askeri rejim ve onu
izleyen sivil yönetimler, politizasyonun siyasal istikrarsızlığa neden olduğu
görüşü ile “daha durağan”, “daha az kutuplu” ve “daha az siyasal” olan bir
düzenin
kurulmasına
yönelik
(Barkey,
1990:
187)
yasal
kurumsal
düzenlemelerde bulundular. Başka bir ifadeyle, politize dönemin siyasal
partilerinin popülist politikalar için rekabetinin “aşırı” siyasal amaçlarla
karakterize olması yüzünden genişleyen bürokratik kamu sektörünün etkili ve
etkin yönetimi için, devletin toplumla olan ilişkilerinin yeniden yapılanması
gerekti (Kettell, 2008: 632). Bu anlamda toplumsal düzey bakımından
yeniden yapılanmanın bir görünümü; askeri yönetim yıllarında bütün siyasal
faaliyetlerin durdurulması ve yasaklanması, sonrasında da ekonominin
yönetiminin siyasal süreçlerin etkisinden bağımsızlaşması anlamında emeğin
kontrolünün farklılaşan biçimlerine işaret eder. “Sınırlı demokrasiye” geçişle
birlikte emeğin kontrolü, yeni Sendikalar Kanunu ile sendikaların dar
ekonomik çıkarlar için faaliyet gösteren birimlere indirgenmesi, siyasal amaçlı
faaliyette bulunmalarının yasaklanması ve mevcut sendikalar aracılığıyla da
örgütlü emeği bölmeye yönelik düzenlemeleri içerdi (Akkaya, 2004: 160;
Kaleağası Blind, 2007: 296). Bütün bu ve buna benzer kısıtlamalara rağmen,
1989 ‘bahar eylemleri’ ve 1991 ‘genel eylemi’nin hükümete yüksek ücret
kabülünden başka seçenek bırakmamasının sermaye dilimlerinde neden
olduğu hoşnutsuzluk, emeğin kontrolünde siyasal iktidarın ekonominin
yönetiminde doğrudan etkisini gidermeye yönelik yeni düzenlemelerle
sonuçlandı.
Emek-sermaye
ilişkilerinin
yasaların
dışında
karşılıklı
anlaşmalarla düzenlenmesine yönelik “esnek çalışma” ilişkilerini ifade eden
yeni baskılama biçimleri sayesinde 1994 krizi, emek gelirlerlerindeki gerileme
ve istihdamdaki olağanüstü daralma ile, yani 1989 ve 1991 eylemlerinin ücret
331
ve maaşlarda getirdiği artışın geri alınmasıyla atlatılabildi (Yeldan, 2003: 60).
Özel sektörün işten çıkarma ve sendikasızlaştırma gibi emeğin politize
olmasını önlemeye yönelik talepleri hem TİSK 1994 Raporu’nda, hem de
2003 İş Kanunu’nda esnekliği artırıcı, yarı zamanlı istihdam ve esnek çalışma
saatleri gibi yeni istihdam türlerini düzenleyici öneriler ve yasalarda
somutlaştı.
Çünkü
serbest
piyasa
ekonomisinin
kendiliğinden
doğal
düzeninde ücretleri baskılama ve emek gücünü kontrol etmenin yeni biçimi;
esnek çalışma ilişkileri siyasal baskıdansa emeği kontrol etmenin daha etkili
bir biçimini oluşturmaktadır. Böylece hem devletin ekonominin doğrudan
yönetiminden çekilmesi ile emeğin politizasyonu baskılanacak, hem de
emek-sermaye
ilişkilerinin
piyasa
süreçlerine
devredilmesiyle
devlet,
toplumsal güçlerin muhatabı olmaktan çıkabilecektir. Devletin toplumsal
sınıflara “tarafsızlığı” ve “nesnelliği” anlamında “göreli özerklik” biçiminde
meşrulaşan bu biçimi ile bir yandan piyasa aktörlerini, diğer yandan da diğer
toplumsal kesimleri kapsar görünümde olacaktır. Ekonomik ve toplumsal
işlevlere yönelik faaliyet alanı daraltılan devlet, finans piyasasının zorlamaları
nedeniyle emek gücü üzerinde kurulan baskının sorumluluğundan da
“nesnellik”-“tarafsızlık” görünümüyle kurtulmuş olacaktır.
Emeğin
apolitizasyonu
ve
depolitizasyonuna
yönelik
bu
düzenlemelerin yanı sıra, ekonominin liberalizasyonunun devlet merkezli
anlayışı dönüştüreceği düşüncesi, devlet-sivil toplum ikiliğinin yüceltilerek
“demokratikleşme” söyleminin ön plana çıkarıldığı bir süreci ifade etmesi
anlamında bir meşruiyet işlevi de görür. 1980 sonrası neoliberal politikaların
meşruiyetini oluşturan ekonomik liberalizm ile demokrasi arasında kurulan bu
neden-sonuç ilişkisi (Köker, 1987: 67) devletten özerk, güçlü, iyi örgütlenmiş
bir sivil toplumun varlığının Türkiye’de liberal demokrasinin yerleşmesi için
vazgeçilmez olduğu düşüncesine dayanır. Bununla amaçlanan, “evrensel”
burjuva demokratik değerlerinin taşıyıcısı olarak, liberal demokrasinin
kurumsallaşması; bu sayede de hem özel mülkiyet hukukunun, hem de
yasalar önünde “eşit” bireyler arasındaki sözleşmeler ile biçimlendirildiği
düşünülen rasyonel hukuka ve formel eşitliğe dayalı burjuva toplum idealinin
kurulmasıdır. Bu anlamda, Türkiye ekonomisinde istikarlı ekonomik ve
332
siyasal
yapıların
oluşturulması
için
güçlü
toplumsal
taleplerin
oluşturulmasında önemli rol oynadıkları düşünülen TÜSİAD ve MÜSİAD gibi
ekonomik çıkar birliklerinin, güçlü ve ekonomik açıdan baskın gruplar olarak,
etkili-hesapverebilir ve şeffaf bir yönetim için devleti kendi kendine dönüşüme
zorlamalarının önemli bir aşamayı ifade ettiği düşünülmektedir (Öniş ve
Türem, 2001: 95; Keyman ve Koyuncu: 2005: 1089; Buğra, 1998: 527).
Böylece devletin ekonomik ilişkilerde baskın bir aktör oluşunun, sermaye
gruplarına danışmadan “oyunun kuralı”nı tek başına biçimlendirme gücüne
sahip olmasının yerini, etkili ve baskın bir sınıf olarak, varlıklarının korunması
ve devlet-ekonomi ilişkilerinde daha belirleyici olmaları alacaktır. Nitekim
hakim paradigmaca devlet-sivil toplum ilişkilerinde “demokratikleşme” pratiği
bakımından olumlanan bu süreçte TÜSİAD, TOBB, TİSK ve 1990’lardan
itibaren MÜSİAD’ın, ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkin olmak
anlamında, devleti sınırlandırdıkları görülmektedir. Başka bir ifadeyle,
“demokratikleşme” süreci olarak tarif edilen bu süreç, sermaye lobilerinin
görüşlerinin sadakatle izlendiği 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından
TİSK başkanı Halil Narin’in, “şimdiye kadar işçiler güldü artık gülme sırası
bizde” (Barkey, 1990: 189; Boratav, 2007: 150) deyişinde olduğu gibi,
ekonomik ve politik dönüşümün etkilerinin işçi sınıfının taleplerinin kontrol
altına alındığı bir ortamda burjuva sınıfı için durumun farklı olduğunu
göstermesinin yanı sıra, bu sınıfın devletle ilişkilerinde belirleyici taraf olmaya
başladığını da ifade etmektedir. Nitekim burjuvazinin siyasal mücadele
içindeki rolünün artmasıyla 1971 askeri müdahalesinden sonra kurulan
TÜSİAD’ın, ekonomik ve siyasi kriz koşulllarında serbest girişim ve liberal bir
ekonomiyi talep etmesi, IMF anlaşmasına uyulmadığı gerekçesiyle yerel
sanayiyi ve emekçileri destekleyen Ecevit hükümetini eleştirmesi, ekonominin
yeniden yapılanması için 24 Ocak Kararları’nı doğrudan savunması ve diğer
tüm sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yasaklandığı bir ortamda yapısal
uyum programının sadık takipçisi olacakları mesajını iletmek için bir takım
temsilcilerinin askeri yönetimce Washington’a gönderilmesi (Arat, 1991: 135),
1980 sonrası devlet-burjuvazi ilişkilerinde devletin aldığı biçimin anlaşılması
bakımından önemlidir. Bir yandan “demokratikleşme” üzerine raporlar
333
yayımlarken, diğer yandan Refah-Yol hükümetinin düşürüldüğü ve RP’nin
kapatıldığı 1997 28 Şubat sürecinde başta TÜSİAD, TOBB ve TİSK gibi sivil
toplum örgütlerinin sergiledikleri ortak tavırla, siyasal ve ekonomik sistem
hakkındaki endişelerini belirtmeleri de tıpkı 1980 askeri müdahalesinde
olduğu
gibi
burjuvazinin
ekonomik
çıkarlarının
demokratikleşme
perspektiflerinin önüne geçtiğinin bir başka örneğini oluşturmaktadır (bkz:
Buğra, 1998: 535). 1990’lardan itibaren yükselişe geçen ve islami renkteki
siyasal partilerle organik ilişkisi bulunan farklı sermaye grubu olarak MÜSİAD
ve TÜSİAD’ın 1990’ların ortasından itibaren neden demokratikleşme trendine
destek verdikleri ise yine ekonominin baskın doğasının, ya da teknik bir alan
olarak görülen ekonominin, “daha iyi yönetişim”, daha küçük, hesapverebilir
ve kurallara uyan ve onları uygulayan devlete olan ihtiyacının uluslararası
piyasanın başarısında rekabetedilebilirlik için bir anahtar koşul olarak
sunulması ile ilgilidir. Dolayısıyla dönüşümün toplumsal düzeyi bakımından
askeri yönetim’den 2000’li yıllara ekonominin liberalizasyonu süreci, bir
yandan siyasal kararalma süreçlerini etkileyecek muhalif güçleri bastırmaya
yönelik devletin otoriteryan niteliğindeki artışa, diğer yandan da ekonominin
liberalizasyonunun
siyasal
liberalizasyonu
da
getireceği
görüşü
ile
demokratikleşme söylemine tanıklık eder.
Türkiye’de kapitalist ilişkilerin gelişim sürecini Batı Avrupa tarihine
kıyasla analiz eden liberal görüşün aksine, bu sürecin bir yönü siyasal
iktidarların
yeni
ekonomi
politikalarını
uygularken
popüler
olmayan
politikaların sonuçlarından korunmaları anlamında apolitizasyon ile toplumun
belirli kesimlerinin faaliyetlerinin dar ekonomik çıkarlara indirgenmesi
sürecidir. Diğer yönü ise ekonomi politikası oluşturma araçlarının tasfiye
edilerek
ekonomik
kararların
siyasalın
uzağında
bir
yerde
alındığı
depolitizasyon stratejisi ile ekonominin yönetiminin sorumlularının görünmez
kılınması sürecidir (Burnham, 2001: 129; Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2001:
37; Güney, 2006). Bir yandan toplumun büyük bir kısmının siyasetin dışına
itildiği, öte yandan uluslararası politik ekonominin kurallarının yerel seviyede
yerleşmesine yönelik düzenlemelerin gerçekleştiği bu süreç, devlet merkezli
kalkınma anlayışı karşıtlığında devletin toplumsal sınıflara özerk ve nesnel
334
olmaya
başladığı
düşüncesi
ile
olumlanmaktadır.
Yani
ekonominin
liberalizasyonu, bir yandan istikrar ve tahminedilebilirlik adına, “evrensel”
piyasa normlarını zorunlu kılarken, diğer yandan toplumsal düzeyde
“evrensel” burjuva liberal demokratik değerleri olarak sunulmaktadır. Siyaseti
devlet ve farklı toplumsal sınıflar arasındaki bir uzlaşma olarak açıklayan
liberal yaklaşımın aksine, bu sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki
mücadelenin
bir
alanı
olarak
kavranması,
1980
askeri
müdahalesi
sonrasında bütün siyasal faaliyetlerin yasaklanmasına rağmen, büyük
burjuvazinin faaliyetlerine nasıl devam edebildiği? ve 1997’de 28 Şubat
sürecinde
neden
önemli
bir
aktör
olduğu?
sorularının
açıklanması
bakımından da önemlidir. Devletin toplumsal sınıflara özerk ve onların
üzerinde durduğu iddiasındaki yapısal-işlevselci ve liberal yaklaşımların
aksine, bu ilişkilerin önemli bir parçası olduğunun anlaşılması bu soruların
açıklanmasını da kolaylaştıracaktır. Dolayısıyla, 1990’ların yarısından itibaren
ekonomik karar alma süreçlerinin teknikleştirilerek siyaset dışıymış gibi
gösterildiği ve bu sayede siyasal faillerinin görünmez kılındığı bir süreçte
burjuvazinin,
her
iki
kanadının
birden,
AB’ye
üyelik
süreci
ve
“demokratikleşme” reformlarına verdiği yoğun destek de ekonominin
liberalizasyonundan, yani serbest piyasa için “tahminedilebilir” istikrarlı bir
çevre talebinden ayrı düşünülemez. Bu yolla ekonomi alanında, yani üretim
ilişkileri üzerinde temsili demokrasiyle olası toplumsal müdahalelerin etkisinin
önü de kapatılmış olacaktır. Böylece ne uluslararası örgütler, ne de ulusal
hükümetler ekonomi politikalarından sorumlu görünmeyeceklerdir (Bonefeld,
2005: 95). Dolayısıyla son süreçte olan devletin bu alanlardan, yani
ekonomiden çekilmesi değil, hükümetin ya da siyasal iktidarın temsili
demokrasinin sınırları ölçüsünde toplumsal müdahale süreçlerini bu alanlarda
olanaksız kılmasıdır. Başka bir ifadeyle, bir yönetim stratejisi olarak
apolitizasyon ve depolitizasyon, “bağlayıcı güvenilir kuralların üstlenilmesi”
anlamında, hükümetin manevra alanını sınırlayarak emek örgütleri gibi
toplumsal güçlerden gelecek siyasal müdahalelere karşı gardiyan görevi
görmektedir. Bu da Weber’in “toplumsal sözleşme”nin uygulanması için
şiddet kullanma tekelini elinde bulundurma hakkına sahip devleti ile Hayek’in
335
serbest piyasa ekonomisi için düzenleyici yasal ve kurumsal çerçeveyi
oluşturan güçlü devleti ile uyum içindedir.
1980 sonrası dönüşümün ideolojik düzeyde yansıması ise çalışmada siyasal İslam’ın neden 1980 sonrasında yükselişe geçtiği? ve 1980
sonrasında neoliberal-muhafazakâr ittifakın biçimlendirdiği “yeni siyaset
tarzı”nın siyasal İslam’ın yükselişini ne yönde etkilediği? soruları etrafında
açıklandı. Bunun yanı sıra toplumsal ilişkilerin, ekonomik süreçlerin dışarda
bırakılarak kültüre referansla açıklandığı 1980 sonrasının hakim söyleminde,
“kimlik ve tanınma” biçiminde meşrulaşan kültür politikalarının neoliberalizmle
uyumu, muhafazakar söylemle eklemlenişi ve bunun Türkiye özelinde siyasal
İslam’ın yükselişi ile nasıl örtüştüğü üzerinde duruldu. Bu, ekonomi-politik
bakımdan serbest piyasanın temel değer olarak yüceltildiği 1980 sonrası
süreçte, postmodern kimlik-farklılık söylemi ile ideolojik olarak sınıf siyasetini
kimlik siyaseti içinde gizleyen “yeni siyaset tarzı”nın meşruiyeti üzerindeki
etkisi nedeniyle önem oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra bu bölümde ayrıca
modernleşme
kalkınmacı
kuramının,
politikaların
dönemin
meşruiyetini
hakim
ekonomik-siyasal
oluşturmasında
olduğu
modeli
gibi,
postmodernizmin de 1980 sonrasının hakim ekonomi-politiği neoliberal
politikalarla ilişkisine dikkat çekildi. Bu bölüm, kapitalist ilişkilerin 1970’lerdeki
krizine çözüm olarak sunulan neoliberalizmle uyumlu postmodern siyasetin,
kimlik, farklılık, kültür gibi ekonomi dışı görünen kategorilerinin, esasında
kimliksel çatışmaların
siyasetin
belirleyici
çatışmalarının
ekonomi-dışı
faktörler üzerinden yeniden kurulması anlamına geldiği, yani ekonomik ve
siyasal süreçleri etkileyecek sivil toplumun önemli bir kesiminin siyasetin
dışında bırakılmasının bir dışavurumu olduğu savunusundadır124.
Hatırlanacağı üzere Türkiye’de 1980’lere kadar hem kapitalist ilişkilerin
yerleştirilmesinin, hem de ekonomik-yönetsel-siyasal aygıtların bu ilişkilere
uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesinin meşruiyetini, devlet merkezli
modernleşme ideali oluşturmuştu. Kapitalist toplum idealinin farklı bir biçimde
takip edildiği 1980 sonrasında bu, devlet-piyasa karşıtlığı söyleminde,
124
Benzer değerlendirmeler için Bkz; Çulhaoğlu, 2002; Güveloğlu, 2004.
336
piyasanın yüce bir değer olarak alındığı, sivil toplum’cu post-modernleşme
ideolojisi biçimine evrilmiştir. Kapitalist ilişkilerin yerleşmeye başladığı
dönemde bu anlayışın meşruluk zeminini, toplumu homojen bir kültürelekonomik bütünlük olarak kavrayan ve “ulusal birlik” esasını oluşturmak
isteyen “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak toplum söylemi
oluşturmuştu (Köker, 2008: 245). 1980 sonrasında ise, sivil toplumun
gelişmeye başladığı söylemi ve siyasal alana ilişkin yeni referans noktası
olarak kültürün alınmasıyla, devlet merkezli modernleşme anlayışının
meşruluk krizi içine girmesi (İçduygu ve Keyman, 1998: 144), “alternatif
modernleşme”/postmodernleşme
söyleminin
yaygınlık
kazanmasıyla
sonuçlandığından, devlet-vatandaş-birey ilişkilerinde de bir dönüşümden
sözedilmektedir. Hakim paradigmaya göre bu dönüşüm, “ulusal kimlik”le
özdeşleşmiş kamusal yararın taşıyıcısı vatandaşlık modelinin yerine, toplum
ve ekonomi üzerinde devlet müdahalesinin minimize edilmesini öngören
“liberal” ya da “liberal demokratik” anlayış çerçevesinde bireyin hak temelinde
tanımlandığı özne-vatandaş modelinin etkinlik kazanmasıyla sonuçlanmıştır
(İçduygu ve Keyman, 1998: 146, 150). Toplumsal ilişkilerin açıklanmasında
referans alınan kavramlar bakımından bunun bir diğer anlamı, bireysel
özerklik ve farklılıklar nedeniyle artık sınıf katmanları arasındaki eşitsizliklerin
değil, bireyler arasındaki eşitsizliklerin siyaseti yönlendirdiğidir. Buna göre,
bireyselleşmenin artmasıyla kişilerin ortak ekonomik-maddi konumlarından
kaynaklanan aidiyetliklerinin yerini, farklılığa dayalı öznel kimlikler aldığından
(İnsel, 2008: 21) dönüştürücü dinamik olarak bütünlüklü siyasal öznelere de
gerek kalmayacaktır. Başka bir ifadeyle, ideolojinin görevi siyasal birliğin
temelini oluşturacak öznellik biçimlerinin üretilmesi olduğundan bir dönem
vatandaş olan birliği sağlayıcı unsur, bugün alt kimlikler ve ötekilik biçimine
dönüşmüştür. Bu anlamda sivil toplumcu ve farklılık esasına dayalı her türlü
siyasi proje savunusu, tıpkı devlet merkezli kalkınma döneminde olduğu gibi,
bugün de egemen sınıfın siyasal birliğine ve hegemonyasına hizmet
etmektedir (Güney, 2006: 186). Bunun bir diğer anlamı, 1980 sonrası devlettoplum ilişkilerine dair salt ekonomik ve toplumsal anlamda bir dönüşümün
değil, aynı zamanda ideolojik alanda da liberal-bireyci bir devlet kuramının
337
öngördüğü
“özerk
bireyler”in
oluşumunu
sağlayacak
bir
dönüşümün
yaşandığıdır (Yalman, 2004). İdeolojik dönüşümün bu biçimi, devlet toplum
ilişkilerinin analizinde, toplumsal gerçekliği “kültüre” referansla açıklayan
hakim paradigmanın “güçlü devlet-zayıf toplum”, “bürokratik elitler-siyasal
elitler” ve “merkez-çevre” çatışması gibi tez’lerinin devlet-piyasa, devlet-sivil
toplum, özne-öteki gibi biçimlere evrildiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
modernleşme kuramının soğuk savaş döneminde yerine getirdiği ideolojik
görevin bugün postmodern kuramca (ideoloji) üstlenilmesi, yani kapitalist
ilişkilerin yeniden üretiminde gerekli olan “kültürel çalışmalar” işlevinin bugün
aldığı biçimin post-modern söylemle örtüşmesi (Güney, 2006: 179-80),
kapitalist devletin esasına ilişkin bir farklılaşmayı değil, kapitalist ilişkilerin
dönemsel krizlerine karşı yeniden yapılanmasının aldığı biçimsel bir
dönüşümü ifade etmektedir. Bunun pratikteki görünümü, serbest piyasa
ekonomisine yönelik ekonomi politikalarının, siyasal bir unsur haline gelen
İslam’ın siyaseti yönlendiriciliğinde, devlet merkezli yaklaşıma karşı ortak bir
muhalif hareket oluşturarak ideolojik meşruiyet işlevi görmesinden de
izlenebilir. Bu neoliberal-muhafazakar ittifak Buğra’nın ifadesiyle, yeni siyaset
tarzı ideolojisinin, iktidar ilişkilerinin resmi bir unsuru olarak siyasal İslam’ın
1980 sonrasında devlet-din ilişkisinin dönüşümüyle Türk-İslam sentezi olarak
bilinen ideolojik pozisyonunu alışını ifade eder. 1980 sonrası siyaseti, devletsivil
toplum
karşıtlığında
analiz
eden
yapısal-işlevselci
ve
liberal
yaklaşımların aksine, burada sorulması gereken; askeriyenin siyasal alanı
radikal biçimde sınırlandırdığı 1980’lerin ilk yarısında, devlet otoritesine tehdit
olarak algıladıklarını yasakladığı bir ortamda, nasıl oldu da sivil toplum’cu
siyasetin bir unsurunun, İslami grupların, toplumsal önemlerini arttırabildiğidir
(Bkz: Birtek ve Toprak, 1994: 5)? Bu, 1980 öncesinin “çatışmalı, kutuplu,
istikrarsız” siyasal ortamının sınıfsal farklılıkları reddedip “kültürel bir ortak
değer” olarak İslam’ın bütünleştiriciliğini resmi ideolojinin bir parçası haline
getirmesi, yeni siyaset tarzı’nın “küçük ama güçlü devlet”inin yükselen Kürt
hareketini ve sınıfsal çatışmaları siyasal İslam içinde elimine etme işlevi ile
ilgilidir. Toplumsal “birleştirme-bütünleştirme stratejisi” ile ilgili bu durum,
İslam’ın toplumsal ve siyasal, hatta ekonomik hayatta çok önemli bir unsur
338
olmaya başlamasıyla da eşzamanlıdır (Buğra, 2002: 189; Şen, 2006: 227;
Dursun, 2003: 60). Bu “birleştirme-bütünleştirme” stratejisinin yürütücüsü ise
1980’lerde kendisini “ilerlemeci muhafazakar” olarak tanımlayan ve İslami
değerler ile piyasa liberalizmi arasında kurduğu denge ile bütün sermaye
gruplarına güven veren ANAP iken, 2000’lerde de AKP’dir. Kıta-Avrupası
geleneğini devletçi, dolayısıyla otoriter, Anglo-Amerikan geleneğini ise
piyasacı, dolayısıyla özgürlükçü bulan Hayek’e benzer biçimde AKP’nin
kültürel
kodlarının
da
tıpkı
ANAP
gibi
Amerikan
popüler,
ılımlı
muhafazakarlığınınkilere benzerlik sergilemesi İnsel’e göre (2003: 302-303),
ANAP’la başlayan Amerikan tarzı liberal-muhafazakar gelişmenin daha
otantik, daha kalıcı ve olgun biçimini ifade etmektedir. Ancak, kültür ve kimlik
siyasetinin doğası gereği sınıf siyasetini içinde erittiği ve siyasal kültürün
merkezi bir yer işgal ettiği söyleminin aksine, siyasal İslam, sivil toplumcu
siyaset içinde kültürel farklılık ve siyaseten tanınma mücadelesinin yanı sıra,
küçük burjuva çıkarlarını ve kentli yoksulların taleplerini de kapsamaktadır.
Başka bir ifadeyle bu, 1980’lerden itibaren emeğin apolitizasyonu ve
1990’lardan sonra da ekonomik karar alma süreçlerinin depolitizasyonuna
yönelik farklı biçimlerdeki düzenlemelerle siyasal karar alma süreçlerinden
dışlanan işçi sınıfının, kendisini ekonomi kategorisi ile ilişkilendirmekten
ziyade, kimlik ve kültür siyaseti içinde ifade etmesidir. Örneğin en örgütlü
kesim arasında yer alan İslami sivil toplum kuruluşlarından MUSİAD ve
muhafazakar işçi konfederasyonu olarak Hak-İş, farklı sınıfsal çıkarları temsil
etmelerine rağmen, etkin bir biçimde İslami siyasal partilerin örgütlenmesine
destek vermektedirler (Gülalp, 2001: 433; Barkey, 2000: 99). 1980
sonrasında kimlik ve kültürün siyasal mücadelenin temel belirleyeni olduğu
varsayımının aksine, siyasal İslam’ın gündeminde gizlenen küçük burjuva
çıkarlarına olan bu desteği, İslami partilerin 1970’lerde kemiğini oluşturan
kültürel olarak muhafazakâr ve dindar Anadolu burjuvazisinin 1980’lerden
itibaren yükselişine de tanıklık etmektedir (Barkey, 2000: 99). Örneğin
RP’den AKP’ye siyasal partiler, bir yandan devletin ekonomik faaliyetlerinin
en aza indirilmesi gerektiği yönündeki neoliberal politikalarla bütünleşirken,
diğer yandan hem büyük kentlerdeki sermaye gruplarıyla ilişkilerini iyi
339
tutmakta, hem de Anadolu burjuvazisine o güne kadar hariç tutulan devlet
desteğini vermektedirler (Keyder, 2004: 71).Yani siyasal İslam’ın çok-sınıflı
popülizmi, onun hem işçi sınıfını, hem de kapitalist sınıfı amaçlayan ikili ve
çelişkili söylemini yansıtmakta (Gülalp, 2001: 444) ve kimlik siyaseti etrafında
birleşen
çok
sınıflı
görünümüyle
de
hem
neoliberal
politikalardan
kaybedenleri, hem de ondan kazananları kapsar görünmektedir.
Türkiye’de 1980 sonrası siyasetin dönüşümünü açıklayan ve çalışma
boyunca ayrıntılı izahı yapılmış olan ana akım söylem ya da hakim
paradigma içinden her iki eğilim de, aralarındaki önemli farklılıklarla birlikte,
1970’lerin temel sorununu siyasal sistemin kutuplaşması ve parçalanması
nedeniyle siyasetin/devletin diğer toplumsal gruplara özerkliğini yitirmesi
biçiminde kavramaktadır. Siyasetin ekonomiden özerkliğini sağlayamadığı
durumlarda devlet aygıtlarının aralarındaki uyumu kaybettikleri ve özgül
toplumsal çıkarların kullanıcısı durumuna geldikleri Weberyan çözümleme ile
de örtüşen hakim paradigmanın bu yaklaşımı, Türkiye siyasal hayatına ilişkin
değerlendirmelerde temel referans noktası olarak alınmaktadır. Buna göre
örneğin, 24 Ocak ekonomik istikrar kararları ve 1980 askeri müdahalesi ile
başlayan
yeniden
yapılanma
süreci,
devletin
siyasal
yapısındaki
gruplaşmalar ve genel toplumsal kutuplaşma sonucu yitirdiği özerkliğinin
yeniden elde edilme sürecini ifade etmektedir (Yeşilada ve Fisunoğlu, 1992:
188; Sayari, 1996-1997: 30-1; Heper, 2002: 71; Özbudun, 2007:179; Keyman
ve Koyuncu, 2005: 107; Müftüler ve Baç, 2005: 20 ). Bu anlamda, hakim
paradigma içinden özellikle siyasetin ekonomiye özerkliği savunusundaki bir
grup yazarın, siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle derinleşen ekonomik krizlerin
üstesinden gelindiği ve devletin ekonomiye özerkliğini yeniden kurduğu için
1980 askeri müdahalesini olumladığı söylenebilir (Heper, 2002: 74; Heper,
2006: 31; Göle,1994: 213). Ekonomiyi analizlerine dahil eden ancak, her iki
alanın
birbirine
özerkliği
iddiasındaki
diğer
eğilim
ise,
ekonominin
liberalizasyonu sürecinde siyasetin otoriterleştiğine dikkat çekmekle birlikte,
yani ekonominin liberalizasyonuna yönelik politikaların askeri müdahale
olmadan sürdürülemeyeceğini kabul etmekle birlikte; bu süreçte bireysel
haklar ve sivil toplum alanına ilişkin “olumlu” gelişmelerle evrensel burjuva
340
demokratik değerlerinin yerleşmeye başladığı savunusundadırlar (Keyder,
1987:176; Buğra, 2003: 206; Özbudun, 2007: 179-180; Köker, 2008: 260;
Barkey, 2000: 199). Ancak, devletin göreli özerkliğinin sağlanması için onun
yönetsel kapasitesinin artması gerektiği ortak görüşündeki her iki eğilim de;
bunun aynı zamanda piyasada bir meta olarak emek gücünün yeniden
üretiminin garantiye alınmasının gerekliliği nedeniyle devlet müdahalesinin
arttırılmasını zorunlu kıldığını görmez. Dolayısıyla, burada göreli özerklik;
devletin müdahale, yönetim ve temsil faaliyetlerinin emek gücünün bir meta
olarak alımı ve satımı çerçevesinde yeniden yapılanması, yani sözleşmenin
iki tarafı, alıcı ve satıcı bireyler, olarak yasa önünde aynı haklara sahip eşit
bireylerin varlığının sürdürülmesini ifade etmektedir (Holloway, 2001: 246).
Başka bir ifadeyle hakim paradigmaya göre, devletin emek gücü sahibi olarak
işçilere ve sermaye sahibi olarak kapitalistlere nesnel, tarafsız ve özerk bir
konumda bulunması hem onun göreli özerkliğinin sağlanması, hem de “eşit”
bireyler arasındaki bu ilişkilere müdahalede bulunmamasını gerektirdiğinden
sivil toplumun gelişimi için önem arzetmektedir. Ancak bu durum, pratikte sivil
toplum ve demokratikleşme söylemi ile meşruiyetini oluştururken, emeğin
politizasyonununu
önlemeye
yönelik
farklı
yönetim
stratejileri
olarak
apolitizasyon ve depolitizasyon süreçlerinin etkinliğinin artması ile de antidemokratik bir görünüm oluşturmaktadır. Kitlelerin siyasal karar alma
süreçlerinden uzaklaştırılmaları ya da karar alma sürecinin politik yönünün
daha uzakta korunaklı bir yere yerleştirilmesi anlamında oldukça politik olan
bu yönetim stratejileri de devletin göreli özerkliği bakımından önemli işlevlere
sahiptir.
Bu,
ilkin
1980
sonrasında
yeni
Anayasa’da
somutlaşan
düzenlemelerle siyasetin faillerinden ayrılması biçiminde iken, 1990’lardan
itibaren hem emek örgütlenmelerini önleyici uygulamalar, hem de devletin
yönetsel kapasitesine yönelik AB standartlarına uygun ekonomik ve siyasal
yapının
oluşturularak
devletin
düzenleyici
kapasitesinin
arttırılması
biçimindedir. Devletin kapasitesinin güçlü olmadığı, yani toplumun üzerinde
ve uzağında kalmayı başaramadığı durumlarda antogonistik toplumsal
ilişkilerin bir nesnesi haline gelmesi, onun diğer toplumsal gruplara özerkliğini
gerektirmektedir. Devletin toplumsallaşmasının göreli özerkliğine zarar
341
verecek olması, onun sınıfsal karakteri bakımından tehlike arzettiğinden
nesnel-tarafsız bir görünümde olmalıdır. Bonefeld, iyi işleyen bir piyasa
ekonomisinin demokrasi pahasına yükseldiği böylesi bir durumu, devletin
sınıf mücadelelerine karşı özel mülkiyetin koruyucusu ve kurtarıcısı olması ile
açıklar (2006: 242-3). Böylece devlet, göreli özerkliğinden kaynaklanan
sınıflar üstü konumu sayesinde düzenleyici işlevi ile hem homojen olmayan
sermaye sınıfının farklı çıkarlarını koruyabilecek, hem de emek sınıflarını
kontrol altında tutabilecektir. Türkiye’de ekonomi-siyaset ilişkilerini “güçlü
devlet geleneği” tezine dayanarak açıklayan hakim paradigmaya göre ise, bu
sayede bir toplumsal sınıf olarak algılanan bürokratik elitler’in ekonomiyi
etkilemesine, yönlendirmesine ve biçimlendirmesine engel olunabilecektir.
Devletin göreli özerkliğinin sivil toplumun gelişimi ve demokrasinin
sağlamlaşması bakımından bir koşul olarak görülmesi, AB uyum sürecinde
hem ekonominin yönetiminin siyasal iktidarın etkilerinden bağımsızlaşması,
hem de burjuva liberal demokratik değerlerinin yerleşmesinin ve gelişmesinin
biricik garantisi olarak görülmektedir. Bu anlamda her iki eğilim de demokratik
siyasal sistemin sağlamlaştırılmasında, reformların alanının genişliğinin
yeterli olmasa da, “sınırlı demokrasiye geçiş”ten beri devam etmekte olan
siyasal reformların hızı ve büyüklüğünün GB üyeliğini ve AB adaylık sürecini
getirdiğini, bunun da iç siyaseti sivil toplum yönünde etkileyerek siyasal
sistemi daha açık, daha etkili ve daha liberal olma yönünde dönüştürdüğü
görüşündedir (Yeşilada, 2007: 19; Toprak, 1996: 104; Barkey, 2000: 88, 104;
Keyder, 2007; Öniş, 1992; Buğra ve Keyder, 2006). Dolayısıyla piyasayı
bireysel seçim ve özgürlük alanı olarak gören liberal düşünceyi temel alan
“güçlü devlet geleneği” söylemi, hem ekonomik liberalizasyon olarak ifade
edilen siyasal projeyi meşrulaştırma girişimlerini doğrudan etkiler, hem de
bizzahiti devleti yeniden yapılandırmaya yönelik ideolojik girişimin bir parçası
olarak işlev görür (Yalman, 2004: 26). Bizim çalışmada devletin bu biçimi
Bonefeld’in ifadesiyle, bir ‘siyasal zor’ olarak biçimsel eşitliğin ve özgürlüğün
uyumu bağlamında ‘piyasa cumhuriyetinin’ siyasal organizasyonunu ifade
eder (1992: 116). Çünkü sömürünün varlığının bir biçimi olarak biçimsel
eşitlik ve özgürlük, mülkiyet hakkının siyasal garantisini ve yasanın kuralını
342
uygulayacak güçlü devleti tanımlar. Devlet, hukuk yoluyla da mülk sahipleri
arasında eşit, özgür değişim ilişkilerine uygun yönetimi koruma yetkisine
sahip bir kurum olarak, toplumsal ilişkilerin dışında, onların üzerinde ve
onlara tarafsız görünür (Bonefeld, 2007: 263, Holloway, 2001: 245; Clarke,
2001: 194).
Devletin toplumsal sınıflar karşısında özerkliğini sağlayıcı kurumların
oluşturulması süreci olarak 1980 askeri müdahalesinin ve ardından gelen
sürecin idoelojik dönüşüm bakımından önemi ise; “sınırlı demokrasiye
geçiş”ten itibaren, ekonomi ve siyasete ilişkin politikalarla, toplumsal ve
siyasal dengeler açısından ekonomi üzerinde devlet rolünün gevşemesi ve
otoriteryan devlet merkezli bakıştan uzaklaşılarak ekonomik liberalizasyona
geçildiği gerekçesiyle hakim paradigma içinden yazarlarca olumlanır (Öniş,
1992: 8; İnsel, 2003: 295; Keyder, 2007: 228; Göle, 1994: 218-219, 221;
Köker, 2008: 196; Özbudun, 2006: 546). Başka bir ifadeyle, ekonomik
anlamda devletçi ve otoriteryan çıkarların ertelenmesi ve ulusalcı ideolojinin
kendini donuklaştırmasının (Keyder, 2004a: 66) bir sonucu olarak, bürokratik
otoriter devletçiliğe karşı sivil toplumun mücadele kazanmasıdır. Çünkü
“güçlü devlet geleneği”ni referans alan söylemde güven eksikliğinin ya da
belirsizliğin kaynağı, serbest piyasa mekanizması değil, ‘güçlü devlet
geleneği’ne özgü keyfi uygulamalar, yani bürokratik elitlerin kendi varlıklarının
yeniden üretimi için sürekli olarak topluma ve piyasaya yön vermek
istemeleridir. Nitekim gerek 1970’lerin krizine çözüm olarak sunulan ekonomi
polikalarının askeri müdahale sonrasında ANAP’ın 1983’de siyasal iktidarı
devr alışı ile kesintisiz sürmesi, gerekse 2001 krizinin ardından AKP’nin 2002
seçimlerinde iktidara gelişi; kapitalist toplumsal ilişkilerin çeşitli aşamalarında
devletin aldığı biçimden ziyade, 1980 askeri müdahalesinden sonra kurulan
otoriteryan rejimden çıkış ve devlet merkezli kalkınma anlayışından önemli
bir siyasal dönüşüm olasılığı biçiminde yorumlanmaktadır (İnsel, 2003: 293294). Bu anlamda, farklı toplumsal/sınıfsal talepleri, kimlik iddiaları ve farklı
kurumsal stratejileri temsil eden güçlü sivil toplum aktörlerinin, TÜSİAD ve
MÜSİAD,
ortaya
çıkışı
da
bu
tezin
somuttaki
görünümü
olarak
değerlendirilmektedir. Çünkü bu sayede ekonomik bakımdan güçlü ve baskın
343
bu gruplar güçlü toplumsal taleplerin, istikarlı ekonomik ve demokratik
yapıların oluşturulmasında ve devletin kendisini etkili, hesapverebilir ve şeffaf
bir yönetim kurumu olarak dönüştürmesinde önemli rol oynayacaktır
(Keyman ve Koyuncu, 2005: 108). Hakim paradigmanın toplumsal gerçekliğin
“güçlü devlet-zayıf toplum”/”bürokratik elit-siyasal elit” gibi ikilikler üzerinden
analizinin, ekonomik sorunları onun doğasının bir sonucu olarak değil,
bundan ziyade devletin sosyo-ekonomik hayata aşırı müdahalesi sonucu
ortaya çıktığı düşünülen patronaj ağları, yolsuzluk ve popülizm gibi
politikaların neden olduğu siyasal krizlerin bir sonucu olarak görmesi,
sözkonusu
sivil
toplum
örgütlerinin
mücadelesini
demokratikleşme
bağlamında yorumlamalarının da nedenini oluşturmaktadır.
Hakim paradigmaya göre ekonomik krizlerin yanı sıra, Kürt sorunun
varlığı ve siyasal İslam’ın yükselişi de devlet merkezli yaklaşımdan kopuşun
bir ifadesidir. 1990’lardan itibaren kimlik siyasetinin gelişmesiyle “ulusal
kalkınmacılık”, “cumhuriyetçi vatandaşlık modeli” ve “toplumun organik
vizyonu” gibi devlet merkezli modernleşme unsurlarına ve onun homojen
toplumsal ilişkileri ile tek biçimli toplumsal yapısının siyasal kültürüne meydan
okunmaya başlanmıştır (İçduygu ve Keyman, 1998). Toplumu görevler ve
hizmetler temelinde tanımlayan cumhuriyetçi modelin ulusal kimliğinin “ulusal
çıkarlar” gereği bireyi referans almaması, vatandaşlığın kitlesel siyasal haklar
temelinde ve devlet egemenliğinin de bireysel özerklik ve özgürlüklerin
üzerinde olduğu anlamına geldiği bu durum, 1980 sonrasında haklar ve
özgürlüklerin gelişimi ile hem bireysel, hem de grupsal özerkliğin,
çoğulculuğın ve demokrasinin gelişimi için uygun zemin yaratmıştır (Keyman,
2005: 210; Toprak, 1996: 107; Köker, 2010: 59). Dolayısıyla devlet merkezli
yaklaşıma karşı bu meydan okuma, ekonomi-politik düzeyde devlet-piyasa
karşıtlığı biçiminde serbest piyasa ekonomisinin gelişimi, toplumsal düzeyde
“imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış kitle” yerine kimlik ve farklılık taleplerine
imkan veren sivil toplum alanının genişlemesi, ideolojik düzeyde ise her iki
düzeyle de ilişkili olarak “Türk-İslam” sentezi ideolojisinin sınıfsal siyaseti
görünmez kılarak siyasetin merkezi belirleyeni olması biçiminde özetlenebilir.
İdeolojik dönüşüm bakımından görünüşte burjuva dünya görüşü ile ilgisi
344
olmayan ancak, bir siyasal proje olarak da resmi ideolojiyle bütünleşen “Türkİslam sentezi”nin bu süreçteki işlevi “kültürcülükle neoliberalizmin mükemmel
uyumu”nda (Buğra, 2008: 19) açığa çıkar. Bu uyumun da gösterdiği gibi,
“siyasal olmayan” anlamının aksine, oldukça siyasal bir içeriğe sahip olan
“kültür”, esasında “siyaset dışı siyaset”in bir ifadesidir. 1980 sonrasından
bugüne
ekonomi-politik,
toplumsal
ve
ideolojik
düzeylerde
yeniden
yapılanmanın sınıf temelli siyasete son verilmesinin sürekli yeniden üretilen
siyasetidir. Siyasal güçlerin oluşumunda ve devlet politikasının gelişiminde
ekonomik süreçlerin önemini bir kenara bırakarak, ideolojinin ya da söylem’in
belirleyici rol oynadığı bu süreçte, sınıf mücadelesinin de söylemin kendi
içinde ve söylemler arasında görülen bir tür tikel mücadele olarak (Clarke,
2004: 31) ifadesi, bu siyaset biçiminin temelini oluşturur. Dolayısıyla her iki
farklı siyaset biçimince, yani devlet merkezli modernleşme ve liberal toplum
unsurlarının yarattığı ikiliklerin siyasal düzeyde değil de kültürel düzeyde
tanımlanması; Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi, kendine kanal bulamayan
siyasal tepkinin kültür alanında savunma setleri oluşturmasıdır (2002: 342).
Bireysel gelişimin başka bireylerin sömürülmesine bağlı olduğu kapitalist
ilişkilerde toplumsal çatışmanın aleni bir şekilde değil de, emek gücünün
piyasada bir mal gibi alınıp-satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü
biçiminde kurulması da sınıfsal taleplerin siyasal İslam siyaseti içinde kanal
bulduğunu görünmez kılmaktadır (Holloway,1995: 121).
Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, benzer kuramsal
çerçeveden hareket eden her iki eğilimin ortak noktalarından birinin devlettoplum ilişkilerinin sivil toplum ve devlet arasındaki sınırda okunduğu ve
demokrasinin gelişmesinin derecesinin buna göre tanımlandığı çıkarımı
yapılabilir. Her iki eğilim de askeri müdahaleleri bürokratik gücün yeniden
resterasyonu olarak, ya da “güçlü devlet geleneği”nin bir yansıması olarak
görmekle birlikte; 1980 askeri müdahalesi ve ardından “demokrasiye geçiş”
sürecinde ekonomik liberalizasyonun, dolayısıyla sivil toplumun gelişmeye
başladığı görüşündedirler. Birinci eğilimdeki yazarlar, askeri döneme
siyasetin ekonomiden özerkliğinin kurulmasını sağladığı için önem verirken,
ikinciler ekonominin siyasatten ayrılığını kurduğu için memnunlardır (Bozkurt,
345
2008: 168). Bizim çalışma ise 1980 sonrası askeri müdahale üzerinde
ağırlıklı olarak büyük sanayi burjuvazisi ve askeriyenin başta olmak üzere,
Türkiye devletinin belirli unsurlarının işçi sınıfının ve öğrenci hareketinin
gittikçe militan kısımlarını demokratik devlet biçimi çerçevesinde kontrol
altında tutamayacaklarına ilişkin endişelerinin belirleyici olduğu (Yalman,
2004: 65; Boratav, 2007: 148) görüşündedir. Çünkü kapitalist toplumsal
ilişkilerin yeniden yapılanması ve devamlılığı, sermayenin olası krizleri
nedeniyle sürekli bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Yeniden biçimlenme ile
toplumdaki belirli toplumsal ilişki biçimleri yeniden zorlanır ve toplumsal
eylemliliği içerecek sürekli bir mücadele durumu ortaya çıkar (Holloway,
2001: 239). Başka bir ifadeyle, yeniden yapılanma ya da siyasetin dönüşümü
emek sınıfının sermayenin iktidarına meydan okuyuşunun, devletin sivil
toplumla ilişkisindeki anayasal otoritesine meydan okuyuşa dönüştüğünde
devlet biçiminde ortaya çıkan krizle ilgilidir (Clarke, 1992: 148). Bu yüzdendir
ki
ekonomi-siyaset
ilişkisinin
yeniden
düzenlenmesini
amaçlayan
müdahaleler, bir siyasal rejim değişikliğinin ötesinde, devlet biçimindeki bir
değişimin de başlangıcı olarak değerlendirilir. Başka bir ifadeyle devlet
biçimindeki değişiklik, toplumdaki sınıfsal güç dengelerinde gerçekleşen
değişikliklerin sonucu olarak söz konusu güç ilişkilerinin alanı olan devletteki
değişimi ifade eder (Yalman; 2004: 62; ayrıca bkz: Clarke, 2001: 194; Altıok,
2002: 3; Öngen, 2004; 79; Güney, 2004: 3).
Her iki eğilime göre de, Batı Avrupa’daki tarzda bir sivil toplumun
gelişememe nedeni, kendilerini devletin garantörü olarak gören bürokratikelitlerin bu yöndeki reformları engellemeleri yüzündendendir. Kapitalist
ilişkilere sonradan dahil olan bir ülke olarak Türkiye’nin “ekonomik kakınma”
ve “demokratik gelişme”de devletin topluma öncü olmasını ve özel
sektörle/sermaye sınıfı ile birlikte ekonomik gelişmeyi başlatması, yani
ekonomik ve toplumsal hayata müdahalesi kapitalist ilişkilerin yerleştirilmesi
bağlamında değil, “güçlü devlet geleneği” bağlamında sivil toplumun
gelişimini engelleyici bir güç dolayımı ile ifade edilmektedir. Toplumsal
çelişkilerin farklı sınıfların kendileri ve devletle aralarındaki mücadeleler
dolayımından ziyade, bir sınıf olarak görülen bürokrasi ve burjuvazi arasına
346
konulması da bütünsel olarak sınıf ilişkileriyle siyasi projeler arasındaki
bağlantıların ve bu ilişkilerin gözden kaçmasına neden olmaktadır (benzer
değerlendirme bkz: Savran,1987:156). Boratav’ın da ifade ettiği gibi; devlettoplum ilişkilerinin burjuvazi ve bürokrasi arasındaki mücadele de okunması,
özel sermaye birikimini engelleyenlerin devletçilik projesinin taraftarları
olduğu düşünülen bir grup bürokrat olarak görülmesiyle sonuçlanmaktadır
(1991: 17). Oysa 1980 müdahalesine giden süreçte derinleşen emeksermaye çelişkisine karşı alınan önlemlerin hayata geçirilmesinin otoriterbaskıcı bir siyasal rejimi gerektirmesi, 28 Şubat 1997 sürecinde hükümeti
düşürme faaliyetlerine TİSK, TOBB ve TÜSİAD gibi burjuvazinin örgütlerinin
ve politik temsilcilerinin verdiği destek (Savran, 2004: 38; Yalman, 2004: 63)
toplumsal çelişkilerin elitler arasında değil, farklı sınıflar arasındaki
mücacelenin bir alanı olarak devletle ilişkili olduğunu göstermektedir.
Devleti toplumsal sınıflara tarafsız ve onların üzerinde bir yerde gören
yapısal-işlevselci ve liberal yaklaşım içinden farklı eğilimlerin yanı sıra,
neoliberal politikaların piyasanın devletin egemenlik ve ulusal özerkliğini
yitirmesine yol açan iktidarını olanaklı kıldığını vurgulayan devlet merkezli
yaklaşım da benzer yöntemsel kavrayışla ekonomi-siyaset, piyasa-devlet gibi
ikilikleri karşıt toplumsal olgular olarak konumlandırdığından (Yalman, 2002:
318; Burnham, 2003: 104-105) sistemin geniş yapısal dinamikleriyle ilişki
kurmadan analiz yapmaktadır. Bu anlamda gerek devlet merkezli kalkınma
yaklaşımı, gerekse buna muhalif konumlanan liberal yaklaşımın her ikisi
birden aynı madalyonun iki farklı yüzü gibidir. Örneğin krizler, serbest piyasa
sistemini öngören liberal yaklaşımda olduğu gibi, devlet merkezli kalkınma
ideolojisinde de sınıf dinamiklerine bakılmadan sermaye birikimi vurgusu ile
açıklanmaya çalışılmaktadır. Krizlere yol açan birikim sürecinin analizi yerine
salt krizlerden sözedilmekte ve ekonomik sorunların kaynağı bütün sistemin
dinamikleri yerine IMF ve DB gibi kurumlar olarak görülmektedir (Ercan ve
Oğuz, 2007: 180-1). Örneğin ithal ikameci sanayileşme döneminde ulusal
burjuvazi ve yerel elitler arasındaki koalisyonun uluslararası sermaye ile
kurduğu para, üretim ve ticari sermaye ilişkileri analize dahil edilmemektedir
(Ercan ve Oğuz, 2007: 184). Bu yaklaşımda da liberal kavrayışta olduğu gibi,
347
Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin dünya ölçeğindeki kapitalist ilişkilerin
sahip olduğu eğilimlerden bağımsız olmadığı, ithal ikameci aşamadan
ihracata yönelik olanına geçiş sürecinde sermaye birikiminin farklı tarihsel
koşullardaki gerekliliklerinin ve zorunluluklarının etkili olduğu üzerinde
durulmamaktadır
(Türkay,
2006:
33).
İktidarın
bütün
toplumsal
belirlenimlerinden bağımsız olarak kavramlaştırıldığı her iki anlayışta da
yöntemsel
olarak
devlet
müdahalelerinin
sınıfsal
niteliği
görünmez
kılınmaktadır. Ya devlete toplumsal sınıflara özerkliği nedeniyle kalkınmada
önemli bir işlev yüklenmekte, ya da piyasa ekonomisinin kendiliğinden
düzenini bozduğu için her şeyin suçlusu ilan edilmektedir. Her iki durumda da
devlet, kendisine ait “özsel amaçları” olan bir özne olarak kavrandığından
(Güney, 2004: 6, 11; Yalman, 2004: 50), toplumsal sınıfların kendileri ve
devletle aralarındaki mücadelelerin bir alanı olarak devlet anlaşılmamaktadır.
Sınıf merkezli yaklaşımlar ise yöntemsel olarak yapısalcılık esinli
devlet merkezci ve liberal yaklaşımların ötesine gitmeye çalışır. Ekonomisiyaset, devlet-sivil toplum gibi ikiliklere odaklanarak bunların altında yatan
sınıf ilişkilerini görünür kılmaya çalışır. Devlet-toplum, devlet-sermaye,
siyaset-ekonomi gibi kapitalist sisteme ilişkin kategorilerin birbirlerine dışsal
kavranmasının bu ilişkilerin anlaşılmasında içsel olarak çelişkili sermaye
birikiminin ve sınıf mücadelesinin öneminin göz ardı edilmesine neden
olduğuna dikkat çeker (Bonefeld: 1992: 121). Örneğin sınıf merkezli bir
yaklaşımda ücret ve sermaye arasındaki bir ilişki, sadece ekonomik bir ilişki
olmayıp bu, siyasal, ekonomik ve ideolojik düzeyleri olan toplumsal bir ilişki
biçiminde kavranır. Bu düzeylerin birbirlerine kurumsal ayrılığı toplumsal
ilişkilerde gizlenmekte olup, bunların yeniden üretimi üzerindeki mücadelede
açığa çıkar (Clarke, 2004: 17). Başka bir ifadeyle, devlet ile ekonomik alan
arasındaki ilişkinin birbirlerine içsel kavranışı, toplumsal sınıfların mücadele
alanı olarak devleti ve daha genel düzeyde üretim ilişkilerinin bir parçası
olması
anlamında
“toplumsal
ilişki
biçimi
olarak
devlet”in
yeniden
biçimlendirilmesinin (Güney, 2004: 5-6) anlaşılmasını sağlayabilir. Çünkü
biçim analizi ile devlet, kendinde bir şey olarak değil, toplumsal ilişkilerin bir
biçimi olarak anlaşılır. Özgül toplumsal bir biçim olarak devlet biçimi ise
348
toplumun politik biçimini ifade eder. Bu yüzden, devleti anlamak için toplumun
anlaşılması bir zorunluluktur.
Dolayısıyla
devlet-toplum
ilişkilerinin
analizi,
toplumsal
üretim
ilişkilerinin çelişkili niteliğinden hareketle; ekonomi-siyaset, devlet-toplum,
vatandaş-işçi gibi kapitalist devlet biçimine özgü ikiliklerin/bölünmelerin
yerine, bu kategoriler arasındaki ilişkilerin ilişkiselliğinin/bütünlüğünün dikkate
alınmasını gerektirir. Ancak, bu biçimde devletin yeniden yapılandırılması
toplumsal mücadelelerin aldığı bir biçim olarak ya da sınıflararası
mücadelenin bir alanı olarak devlet kavranabilir. Bu sayede devletin
ekonomiye müdahalesi, kültürel referansları temel alan “güçlü devlet
geleneği” tezinde olduğu gibi “hikmeti kendinden menkul devlet” anlayışı ile
değil, toplumsal çelişkilerin
anlaşılabilir.
Devlet
yeniden üretiminin bir uğrağı
müdahalesinin
kapitalist
toplumsal
biçiminde
ilişkilerin
devamlılığındaki düzenleyici rolü Clarke’in de belirttiği gibi;
“..devletin hem maddi bir güç olarak varlığı, hem de onun toplumsal
müdahale biçimleri, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini güvenceye
kavuşturma gerekliliği ile ilişkilidir” (Clarke, 2001: 194).
Örneğin 1980 askeri müdahelesi sonrasında burjuvazi, bürokratik
otoriter-devletçiliğe karşı sivil toplumun bir mücadelesi olarak desteklenirken,
askeri rejim burjuvazinin ekonomik programına tam destek vermiştir.
Burjuvazi’de çeşitli dönemlerde siyasal ve ekonomik krizlerin aşılmasında
müdahaleleri desteklemiştir. Bu nedenle devlet bir mücadele alanı olarak
algılanırsa
dönüşümün
sınıflararası
mücadeleden
bağımsız
olmadığı
anlaşılabilir. Devlet, burjuvazinin ya da tek bir sınıfın aracı olarak da
görülemeyeceğinden, işçi sınıfının olası tepkilerine karşı geliştirdiği destekler
ve yardımlar, reel ücretlerin belli dönemlerde yükselmesi ve düşmesi de
siyasi populizmden ziyade, toplumsal çatışmaların azaltılması biçiminde
değerlendirilmelidir (Dinler, 2003: 46). Yani sermayenin yeniden üretimi
doğallıkla/kendiliğinden oluşmayıp, kendi doğasında olan birikim üzerindeki
krizlerini ve sınıf çelişkilerini dengelemek için devlet müdahalesine zorunlu
ihtiyaç duymaktadır (Kettell, 2004: 23).
Sınıf egemenliğinin bir biçimi olarak devletin, nasıl hem sermayenin
üretimdeki egemenliğini koordine eden teknik bir aygıt, hem de tarafsız bir
349
yönetimsel aygıt olarak görüntü düzeyinde kavramsallaştırıldığı devletin
sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Devletin bu görünümü onun sınıfsal niteliği ile ilgili
olup, sınıfsal ilişkilerin devletin dışında bir şeymiş gibi bir yanılsamaya yol
açar. Oysa devletin asli özelliği, onun özerkliği değil, onun sınıfsal karakteridir
(Clarke, 2001:187, ayrıca bkz: Bonefeld, 1992: 120). Bunu anlamak için,
devletin sermaye ilişkilerinin bir uğrağı olarak kapitalist üretim ilişkileri içinde
incelenmesi gerekir. Devletin sermaye ilişkisinin görüntü düzeyindeki belli bir
yansıması olarak anlaşılması bu sayede mümkündür. Yani devlet biçimi,
özerk bir yapı biçiminde değil, gelişen sermaye biçimleriyle olan tarihsel
ilişkisi düzeyinde ele alınmalıdır. Bu biçimin sahip olduğu kurumsal
yapılanmalar, devletin kurumsal gelişimi ve devlet birimlerinin eylemleri
aracılığıyla maddileştirilir. Aygıtın kurumsal gelişimi toplumsal ilişkilerin
tarihsel gelişiminin dışa vurumundan başka bir şey değildir (Holloway, 1995:
120; 2001: 254). Örneğin ithal ikameci politikalardan vazgeçilmesi ve
sonrasında serbest piyasaya yönelimin sürekliliği, “siyasal-elitlerin” ya da
toplumun devlete karşı bir zaferi olarak değil, toplumsal mücadelenin
büründüğü biçim olarak kavranmasına zemin sağlar. Çünkü bir toplumsal
ilişki biçimi olarak devlet, kendisinin de yeniden üretimini gerçekleştirecek
olan kapitalist ilişkilerin çelişkilerinin bizzat içindedir. Devletin bu çelişkilerin
içinde olması hem kapitalist devletin işlevleri gereği, hem de kendisinin
yeniden üretimi ile ilgilidir (Bonefeld, 1992: 105). Bu çelişkilerin sürekliliği ve
her
defasında
yeniden
kurulması
anlamında
devletin
yeniden
yapılandırılması denilen devlet biçimi değişikliği bir “modus vivendi”, yani
devletin çelişkili toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesinde bir uğrak olması ve
bizzat toplumsal mücadelelerle belirlenen bir süreç olarak algılanmasıdır
(Güngen, 2006: 331; ayrıca bkz: Güney, 2004: 3-4). Devletin sermeyenin
yeniden üretimine olan bağlılığı ise burada basitçe sermayenin mantığına
göre belirlenen bir şey olmayıp, sermayenin yeniden üretiminin bir uğrağı
olarak aynı zamanda sınıf mücadelesinin de bir uğrağı olması, yani devlet
biçimlerinin bu mücadelenin bir nesnesi olması anlamındadır (Clarke, 2001:
195). Böylece, devlet biçimleri toplumsal yeniden üretim sürecini ya da
350
sermayenin kendi kendine yapısal olarak yapamadığı düzenlemeleri garanti
eden biçimler olarak anlaşılır (Bonefeld, 1991: 40).
Dolayısıyla devletin yeniden yapılandırılmasında egemen eğilimlere
yönelik eleştirel bir değerlendirme, devlet tartışmasında sınıf mücadelesini de
içeren bir çözümlemeyle birlikte yapılmalıdır. Tarihsel ve toplumsal düzeyde
siyaset ve ekonomik alan arasındaki ilişkilerin yeniden biçimlendirilip
tanımlanması sürecini ifade eden yeniden yapılanmanın bu biçimde
kavramsallaştırılması, devlet-toplum ilişkilerinin ilişkisel ve bütünlüklü bir
analizini mümkün kılacaktır. Başka bir ifadeyle, sınıfsal ilişkilerin dahil
edilmediği
bir
çözümleme,
ister
devlet
merkezli
yaklaşımlarda
müdahaleciliğin yüceltilmesi, ister liberal yaklaşımlarda olduğu gibi devlet
müdahalesinin toplumun gelişememesinin önündeki en önemli engel olarak
tanımlanması olsun, nihai olarak devletin sınıfsal karakterinin görünmez
kılınmasına neden olur (Güney, 2004: 3-4; Güngen; 2006, 346). Sınıf
merkezli bir yaklaşım, devlet müdahalesinin değişen biçimlerini kapitalist
devletin sınıf karakteri temelinde ve ilişkisel bir şekilde açıklama gücüne
sahiptir. Kapitalizmin aldığı faşizm, fordizm, refah devleti, neoliberal devlet
gibi sürekli dönüşen biçimlerini devletin yeniden otoriterleşmesi ya da refah
işlevlerini genişletmesi olarak anlamak, siyasal düzeyde bir açıklama olup,
neden otoriterleştiği sorusunun cevabını eksik bırakmaktadır.
351
KAYNAKÇA
ADORNO, Theodor; Negative Dialectics, , Trans: by. E.B. Ashton,
London, Continuum, 2003.
AHMAD, Feroz; “The Transition to Democracy in Turkey”, Third World
Quarterly, Vol. 7. No. 2, April, 1985, p. 211-226.
AHMAD, Feroz; Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev: Yavuz Alogan,
İstanbul, Kaynak Yayınları, 2002.
AKBULUT, Örsan; Siyaset ve Yönetim İlişkisi: Kuramsal ve Eleştirel
Bir Yaklaşım, Ankara, TODAİE Yayını, 2005.
AKKAYA, Yüksel; “Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve
Sendikacılık”, haz. N.Balkan/S. Savran, Neoliberalizmin Tahribi İçinde,
İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s 139-164.
ALTHUSSER, Louis; İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp
Tümertekin, İstanbul, İthaki, 2006.
ALTIOK, Metin; “Yeni Liberal İstikrar ve Yapısal Uyum Programları:
Türkiye Ekonomisinde Sermaye Birikimi ve Kriz”, Praksis, Sayı 5, 2002, s.
77-130.
ARAT, Yeşim; “Politics and Big Business:Janus-Faced Link to the State”,
edt. Metin Heper, The Strong Sate and Economic Interest Groups: The
Post 1980 Turkish Experience, Berlin, N.Y Walter de Gruyter, 1991.
ASHFORD, N.; “The Ideas of the New Right ”, Public Policy and the
Impact of New Right, edt. G. Jordan & N. Ashford, London and New
York: Printer Publisher, 1993, p.19-45.
352
ARIN, Tülay; “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş
Kapitalizm, 11.Tez, Sayı 6, 1987, s. 104-138.
AYDIN, M.Kemal; “Türkiye Ekonomisinde Krizlerin Sorumlusu Kim?”,
Toplum ve Bilim, sayı 102, 2005, s. 92-102.
BACKHAUS, Hans Georg; “ Some Aspects of Marx’s Concept of Critique in
the Context of his Economic-Philosophical Theory” in Human Dignity:Social
Autonomy and the Critique of Capitalism, edt: Bonefeld-Psychopedis,
London, Ashgate, Aldershot, , 2005, p. 13-29.
BAÇ- MÜFTÜLER, Meltem; 'Turkey's Political Reforms and the Impact of the
European Union', South European Society and Politics, 10: 1, 2005, p. 17
— 31.
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı
Üzerine Değerlendirmeler”, Mülkiye, Cilt xxv, 2001, s. 11-70.
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, IMF Gözetiminde On Uzun Yıl, 19982008, İstanbul, Yordam, 2007.
BAĞIMSIZ SOSYAL BİLİMCİLER, 2008 Kavşağında Türkiye, İstanbul,
Yordam, 2008.
BARKEY, Henri; The State and The Industralization Crisis ın Turkey,
Oxford, Westview Press, 1990.
BARKEY, Henri; “The Struggles of a “Strong” State”, Journal of
International Affairs, 54:1, Fall, 2000, p.87-105.
BERMAN, Marshall; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev.Ümit Altuğ-Bülent
Peker, İstanbul, İletişim, 2005.
BERİŞ, Hamit Emrah; “Çağdaş Liberalizmde Farklı Yönelimler: John Rawls
ve Robert Nozick”, Liberal Düşünce, Yıl 7, Sayı 28, 2002, s. 197-215.
353
BİRTEK, Faruk, TOPRAK, Binnaz; “Türkiye’de Siyasal İslamın Yükselişi
ile Neo-Liberal Yeniden İnşanın Oluşturduğu Çatışmalı Gündemler”,
Mürekkep, Güz, 1994. s. 4-16.
BONEFELD, Werner, HOLLOWAY, John; “Introduction: Post-Fordism and
Social Form”, in Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on
the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London,
Macmillian, 1991, p.1-9.
BONEFELD, Werner; “The Reformulation of State Theory”, in PostFordism and Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist
State, edt: W.Bonefeld, J.Holloway, London, Macmillian, p.35-68, 1991.
BONEFELD, Werner; “Sosyal Constitution and the Form of the Capitalist
State”, In Open Marksizm, , vol.I. Dialectics and History, edt: Bonefeld,
Gunn, Psychopedis, London, Pluto Press, 1992, p. 93-132.
BONEFELD,
Werner,
GUNN,
Richard,
PSYCHOPEDIS,
Kosmas;
“Introduction”, Open Marksizm, vol.I. Dialectics and History, edt: Bonefeld,
Gunn, Psychopedis, London, Pluto Press, 1992.
BONEFELD, Werner; 'Europe, the Market and the Transformation of
Democracy', Journal of Contemporary European Studies, 13: 1, 2005. p.
93 — 106.
BONEFELD, Werner; “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of
the State”, Critique, Vol 34, No.3, December, 2006, p. 237-252.
BONEFELD, Werner; “Devlet ve Sermaye: Politiğin Eleştirisi Üzerine”,
Çev: Cumhur Atay, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi
içinde, edt: Bonefeld ve Holloway, İstanbul Otonom Yayıncılık, 2007. s,
255-284.
354
BONEFELD, Werner; “Free Economy and The Strong State: Some Notes
on The State” Capital and Class, 34-1, 2010,. p.15-24.
BORA, Tanıl; Türk Sağının Üç Hali, İstanbul, Birikim Yayınları, 1999.
BORA, Tanıl, CAN, Kemal; Devlet Ocak Dergah, İstanbul, İletişim, 2000.
BORATAV, Korkut; 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve
Bölüşüm, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1991.
BORATAV, Korkut; “2000’e Doğru Türkiye’de Popülizm”, Mürekkep, Sayı
10-11, 1998, s. 8-13.
BORATAV, Korkut; Türkiye İktisat Tarihi, Ankara, İmge Kitabevi, 2007.
BOURDIEU, Pierre; “ Against The Policy of Depoliticization”, Trans: Loic
Wacquant, Studies in Political Economy, 69, Autumn, 2002, p.31-42.
BOZKURT, Umut; “Making Sense of The Turkish State’s Transformations
Since: 1980 Bringing Class Back In”, University of York, Unpublished
Phd Thesis, 2008.
BUĞRA, Ayşe; “Class, Culture, And State: An Analysıs Of Interest
Representatıon By Two Turkısh Busıness Assocıatıons” Int. J. Middle
Eastern Studies, 30. Printed in The United States of America, 1998, p. 521539.
BUĞRA, Ayşe; “Labour, Capital, and Religion:
Harmony and Conflict
Among the Constituency of Political Islam in Turkey” Middle Eastern
Studies, vol.38, No.2, April, 2002, p.187–204.
BUĞRA, Ayşe; “The Place of The Economy in Turkish Society”, The
South Atlantic Quarterly, IO2:2/3, Sipring/Summer, 2003, p. 453-470.
355
BUĞRA, Ayşe; “Dini Kimlik ve Sınıf: Bir MÜSİAD-Hak-İş Karşılaştırması”,
haz, N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis
Yayıncılık, 2004, s. 126-147.
BUĞRA, Ayşe; “Sınıf ve Siyaset”, Toplum ve Bilim, Sayı 113, 2008, s. 920.
BUĞRA, Ayşe; Devlet ve İşadamları, çev: Fikret Adaman, İstanbul,
İletişim Yayınevi, 2010.
BUĞRA, Ayşe, KEYDER, Çağlar; “The Turkish Welfare Regime In
Transformation”, Journal of European Social Policy, Vol 16(3), 2006, p.
211-228.
BULLER, J., FLINDERS, M.; “The Domestic Origins of Depoliticisation in
the Area of British Economic Policy”,
British Journal of Politics &
International Relations, vol 7, 2005, p. 526–543.
BULLER, J., FLINDERS, M.; ‘Depoliticisation: Principles, Tactics and Tools’,
British Politics, 1:3, 2006, p. 293–318.
BURNHAM, Peter; “New Labour and the Politics of Depoliticisation”
British Journal of Politics and International Relations, Vol. 3, No. 2,
June, 2001, p. 127–149.
BURNHAM, P., “Küreselleşme, Apolitikleştirme ve Modern Ekonomi
Yönetimi”, Praksis, Yıl.3, Sayı 9, 2003, s.163-182.
BURNHAM, P., “Depoliticisation: A Comment on Buller and Flinders” British
Journal of Politics and International Relations, vol 8, 2006 p. 303–306.
BURNHAM,P., GİLLAND,K., GRANT W., HENRY, Z; Research Methods
in Politics, New York, Palgrave Macmillan, 2004.
356
CANGIZBAY,
Kadir;
Hiçkimsenin
Cumhuriyeti,
Ankara,
Ütopya
Yayınevi, 2000.
CALLANICOS, Alex; Postmodernizme Hayır, çev. Şebnem Pala, Ankara,
Ayraç Yayınevi, 2001.
CALLANICOS, Alex; Toplum Kuramı, çev: Yasemin Tezgiden, İstanbul,
İletişim, 2007.
CECENA, A.E.; “Postneoliberalism and its Bifurcations” Development and
Dialogue, January, 51-4, 2009, p. 1-12.
CEVİZCİ, Ahmet; On Yedinci Yüzyıl Felsefesi Tarihi, Bursa, Asa
Yayınevi, 2007.
CLARKE, Simon; Marx, Marginalism and Modern Sociology: From
Adam Smith To Max Weber, London, Macmillan Press, 1982.
CLARKE, Simon; “Overaccumulation, Class Struggle and the Regulation
Approach”, ”, In Post-Forism and Social Form: A Marxist Debate on the
Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian
Press, 1991, p. 103-135.
CLARKE,
Simon;
“The
Global
Accumulation
Of
Capital
And
The
Periodisation Of The Capitalist State Form” In Open Marksizm Volume I,
1992, p. 133-151.
CLARKE, Simon; “State, Class Struggle, and Reproduction of Capital”
S.Clarke (edt.) In State Debates, Palgrave, 2001, p.184-203.
CLARKE, Simon; “Class Struggle and the Working Class:The Problem of
Commodity Fetishism”, In The Labour Debate: An Investigation in to the
Theory and Reality of Capitalist Work, edt: Dinerstein and Neary, Ashgate,
London Hampshire, 2002, p, 40-60.
357
CLARKE, Simon; “Devlet Tartışmaları”, edt S.Clarke, Devlet Tartışmaları
İçinde, çev. İ. Yıldız, Ankara, Ütopya Sanat Kültür, 2004.
CLARKE, Simon; “Neoliberal Toplum Kuramı”, Neoliberalizm Muhalif Bir
Seçki İçinde, haz. Saad-Filho, A., Johnston D. çev: Şeyda Başlı-Tuncel
Öncel, İstanbul, Yordam, 2007, s. 91-105.
COPLESTON, Frederick, Felsefe Tarihi Hobbes, Locke, çev: Aziz Yardımlı,
Eskişehir, İdea, 1998.
ÇELİK, Sinan Kadir; “Tarihsel Materyalizmi Yeniden Düşünmek: Açık
Marksizm İlişkisel Yaklaşımı ve Praksis”, Praksis, Sayı 1, 2001, s.183-223.
ÇİĞDEM, Ahmet; Bir İmkan Olarak Modernite: Weber ve Habermas,
İstanbul, İletişim, 1997.
ÇULHAOĞLU, Metin; Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, İstanbul,
YGS Yayınları, 2002.
DAĞI, İhsan; “Transformation of Islamic political identity in Turkey:
Rethinking the West and westernization”, Turkish Studies, 6: 1, 2005, s. 21
— 37.
DURSUN, Çiller; “Türk-İslam Sentezi İdeolojisi ve Öznesi”, Doğu Batı, s. 25,
2003.
DİNLER, Demet; “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezi’nin Eleştirisi”,
Praksis, Sayı 9, 2003, s-17-54.
DIDIER, Jean; John Locke, çev: Atakan Altınörs, İstanbul, Paradigma
Yayıncılık, 2009.
DUNLEAVY, P., O’LEARY, B., Theories of the State, London, Macmillian
Press, 1992.
358
EAGLETON, Terry; İdeoloji, çev: Müttalip Özcan, İstanbul, Ayrıntı, 1996.
EAGLETON, Terry; Postmodernizmin Yanılsamaları, çev: Mehmet Küçük,
Ayrıntı, İstanbul, 1999.
ENGELS, Friedrich; Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev:
Kenan Somer, Ankara, Sol Yayınları, 2005.
ERDOĞAN, Mustafa; “Robert Nozick’in Ardından”, Liberal Düşünce, Yıl. 7,
sayı 27, 2002, s. 99-104.
ERCAN, Fuat; “Neoliberal Orman Yasalarından Kapitalizmin Küresel
Kurumsallaşma Süresine Geçiş: Yapısal Reformlar I, İktisat Dergisi, sayı
435, 2003, s. 3-9.
ERCAN, Fuat; “Sermayeyi Haritalandırmaya Yönelik Kavramsal Düzenekler”,
Praksis, sayı 19, 2009, s. 9-53.
ERCAN, Fuat, OĞUZ, Şebnem; “Rethinking Anti-Neoliberal Staretegies
Through the Perspective of Value Theory: Insights From The Turkish Case”,
Science and Society, Vol.71, No.2, April, 2007, p. 173-202.
GAMBLE, A.; “Neo-liberalism”, Capital and Class, 25, 2001, p.127-134.
GLINAVOS, I.; “Neoliberal Law: Unintended Consequences of MarketFriendly Law Reforms”, Third World Quarterly, Vol. 29, No.6, 2008, p.
1087-1099.
GIDDENS, Anthony; Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, çev:
Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, 1996.
GIDDENS, Anthony; Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori, çev: Umit
Tatlıcan, İstanbul, İletişim, 2009.
359
GOUGH, Ian; ”State Expenditure in Advanced Kapitalism”, New Left
Review, 92(July-August), 1975, p.63-92.
GÖLE, Nilüfer; “80 Sonrası Politik Kültür”, Türkiye’de Siyaset -Süreklilik ve
Değisim, Makaleler, Der., Ersin Kalaycıoğlu-Ali Yasar Sarıbay, İstanbul, Der
Yayınları, 1990.
GÖLE, Nilüfer; “Toward an Autonomization of Politics and Civil Society in
Turkey”, edt: Metin Heper and Ahmet Evin, Politics ın The Third Turkish
Republic, 1994.
GUNN, Richard; “Marxism,Metatheory and Critque”, In Post-Forism and
Social Form: A Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt:
Bonefeld, W., Holloway,J., London, Macmillian Press, 1991, p. 193-210.
GÜLALP, Haldun; Üçüncü Dünya’da Devlet ve Demokrasi, 11.Tez, 1985,
s. 70-82.
GÜLALP, Haldun; Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, çev: O.Akınhay,
A.Yılmaz, Belge, İstanbul, 1993.
GÜLALP, Haldun; “Globalization And Political İslam: The Social Bases Of
Turkey’s Welfare Party”, International Journal Middle East Studies, 33,
2001, p. 433–448 .
GÜLALP, Haldun; “Whatever Happened to Secularization? The Multiple
Islams
in
Turkey”,
The
South
Atlantic
Quarterly,
IO2:2/3,
Spring/Summer, 2003, p. 381-395.
GÜNGEN, Ali Rıza, ERTEN, Şafak; “Approaches Of Şerif Mardin And
Metin Heper On State And Civil Society In Turkey”, Journal Of Historical
Studies, 3, 2005, p. 1-14.
360
GÜNGEN,
Ali
Rıza;
“1980’ler
Türkiye’sinde
Devletin
Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Yaklaşımlar Üzerine Eleştirel Notlar”, Türkiye’de
Kapitalizmin Gelişimi İçinde, Ankara, Dipnot, 2006.
GÜNEY, Atilla; “Kapitalizmin Krizi ve Devlet Kuramı: Bob Jessop Üzerine
Bir Değerlendirme”, Praksis, Sayı: 9, 2003, s. 357-378.
GÜNEY, Atilla; “Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı Üzerine Bir Değerlendirme:
Devlet Biçimi ve Yeni Siyaset Tarzı”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, 2004, s. 1-12.
GÜNEY, Atilla; “Postmodern İdeoloji, Siyasetten Arındırma Süreci ve
Türkiye`de Siyaset, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, Cilt: 61 No:1 Ayrı Baskı, 2006, s.175-200.
GÜVELOĞLU,
Nazım;
“Demokrasinin
Neoliberal
Çağda
Geçirdiği
Dönüşümün Siyasal Partiler Üzerindeki Etkisi, Praksis, Sayı 12, 2004, s.
11-36.
HAYEK, Friedrich; “Liberal Bir Sosyal Düzenin İlkeleri”, çev. Atilla Yayla,
Sosyal ve Siyasal Teori İçinde Der. A.Yayla, Ankara, Siyasal Kitabevi,
1993a, s.121-136.
HAYEK, Friedrich; “Liberal Bir Devletin Anayasası”, çev: M.Erdoğan, Sosyal
ve Siyasal Teori İçinde Der. A.Yayla, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1993b,
s.136-142.
HAYEK, Friedrich; Hukuk Yasama ve Özgürlük, cilt 3, çev: Mehmet Öz,
Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997.
HAYEK, Friedrich; Kölelik Yolu, çev: Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan,
Ankara, Liberte, 2004.
HAYEK, Friedrich; “Özgürlük, Akıl ve Gelenek”, çev: Yusuf Ziya Çelikkaya,
Liberal Düşünce, Cilt 10, No.37, 2005, s.45-58.
361
HEPER, Metin; “The Strong State as a Problem for the Consolidation of
Democracy”, Comparative Political Studies, cilt 25, no.2. 1992.
HEPER, Metin; “Ottomon Legacy and Turkish Politics” Journal of
International Affairs, 54:1, Fall, 2002, p. 63-82.
HEPER, Metin; “The European Union, the Turkish Military and Democracy”
South European Society & Politics Vol. 10, No. 1, April 2005, 2005, p. 33–
44.
HEPER, Metin; Türkiye’de Devlet Geleneği, çev: Nalan Soyarık, Ankara,
Doğu Batı, 2006.
HEPER, Metin, GÜNEY, Aylin; “The Military and the Consolidation of
Democracy: The Recent Turkish Experience”, Armed Forces & Society, 6,
2000, p. 635-657.
HEYWOOD, Andrew; Siyaset, çev: Liberte, Ankara, Liberte, 2006.
HIRSCH,
Joachim;
“Globalization
of
Capital,
Nation-States
and
Democracy”, Studies In Political Economy, 54, Fall, 1997, p. 39-58.
HIRSCH, Joachim; “Fordist Güvenlik Devleti ve Yeni Toplumsal
Hareketler”, edt. S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ.Yıldız,:
Ütopya Sanat Kültür, Ankara, 2004, s 175-192.
HOLLOWAY, John; “The Great Bear: Post-Fordism and Class Struggle. A
Comment on Bonefeld and Jessop” In Post-Fordism and Social Form: A
Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: W.Bonefeld, J.Holloway,
London, Macmillian Press, , 1991, s. 93-101.
HOLLOWAY, John; “Global State and The National State”, In The Politics
Of Money, edt. W.Bonefeld, J.Holloway, London, Macmillan Press, 1995,
p. 116-140.
362
HOLLOWAY, John; “The State and Everyday Struggle”, edt. S.Clarke, In
State Debates, Palgrave, 2001, p. 224-259.
HOLLOWAY, John; “Class and Classification: Against, In and Beyond
Labour”, In The Labour Debate: An Investigation in to the Theory and
Reality of Capitalist Work, edt: Dinerstein and Neary, London, Ashgate,
Hampshire, 2002 , p. 26-39.
HOLLOWAY, John, PİCCİOTTO, Sol; “Sermaye, Kriz ve Devlet”, edt.
.S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ.Yıldız, Ankara, Ütopya Sanat
Kültür, 2004, s. 135-174.
HOOVER, Kenneth; “ Rise of Conservative Capitalism: İdeological Tensions
within the Reagan and Thatcher Governments”, Comparative Studies in
Society and History, Vol. 29. No. 2, 1987, p. 245-265.
İÇDUYGU, Ahmet, KEYMAN, Fuat; “Globalleşme, Anayasallık ve Türkiye’de
Vatandaşlık Tartışması”, Doğu-Batı, Sayı 5, 1998, s. 143-155.
İNSEL, Ahmet; “Olağanlaşan Demokrasi ve Modern Muhafakârlık”,
Birikim, Sayı, 163-164, 2002, s. 21-28.
İNSEL, Ahmet; “The AKP and Normalizing Democracy in Turkey”, The
South Atlantic Quarterly IO2:2/3, Spring/Summer, 2003, p. 293- 308.
İNSEL, Ahmet; “Sosyal Sınıflar Tarihe mi Karıştı?” Toplum ve Bilim, Sayı
113, 2008, s. 21-29.
İNSEL, Ahmet; Türkiye Toplumunun Bunalımı, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2009.
JESSOP, Bob; The Kapitalist State: Marksist Theories and Methods,
Oxford, Martin Robertson&Company Ltd., 1982.
363
JESSOP, Bob; “ Regulation Theory, Post-Fordism and the State: More
than a Reply to Werner Bonefeld”, In Post-Forism and Social Form: A
Marxist Debate on the Post-Fordist State, edt: Bonefeld, W.,
Holloway,J., London, Macmillian Press, 1991, p. 69-91.
JESSOP, Bob; “Accumulation Strategies, State Forms, and Hegemonic
Projects”, edt., S. Clarke In The State Debate, Palgrave, 2001, p. 156-182.
JESSOP, Bob; Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, çev:
Ahmet Özcan, Ankara, Epos, 2008.
JESSOP, BONNETT, BROMLEY ve LING, “Authoritarian Popülizm, Two
Nations and Thatchersim” New Left Rewiew, 174, Sept.Oct., 1984, p. 3260.
KALAYCIOĞLU, Ersin; “1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına Bir Bakış”
Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, der: E.Kalaycıoğlu,
A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s. 469-494.
KALAYCIOĞLU, Ersin; 'Politics of Conservatism in Turkey', Turkish
Studies, 8: 2, 2007, p 233 —252.
KALEAĞASI BLIND, Peride; “A New Actor in Turkish Democratization: Labor
Unions', Turkish Studies, 8: 2, 2007, p. 289 — 311.
KANSU, Aykut; 1908 Devrimi, İstanbul, İletişim, 2006.
KAZANCIGİL, Ali; “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”,
Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, der: E.Kalaycıoğlu,
A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s. 185-204.
KEAT, Russell, URRY, John; Bilim Olarak Sosyal Teori, çev. Nilgün
Çelebi, Ankara, İmge Kitabevi, 1994.
364
KETTELL, Steven; “Does Depoliticisation work? Evidence From Britain’s
Membership of the European Exchange Rate Mechanism, 1990–92’, British
Journal of Politics & International Relations, 10: 4, 2008, p. 630–648.
KEYDER, Çğlar; “The Political Economy of Turkish Democracy”,
New
Left Review, 115, 1979, p. 1-44.
KEYDER, Çağlar; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, çev: Sabri Tekay,
İstanbul, İletişim, 1987.
KEYDER, Çağlar; “The Turkish Bell Jar”, New Left Review, 28, July-Aug.,
2004a, p. 65-84.
KEYDER, Çağlar; İmparatorlukta Hukuk ve Meşruiyet, Toplum ve Bilim,
Sayı 100, 2004b, s. 65-83.
KEYDER, Çağlar; Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İstanbul,
İletişim, 2007.
KEYMAN, Fuat; ‘‘Demokratikleşme ve AKP’, www.radikal2.com.tr, 01.12.,
2002.
KEYMAN, Fuat; “Sosyal Demokrasi ve Türkiye”, Doğu-Batı, Yıl 7, Sayı. 29,
2004, s. 123-144.
KEYMAN, Fuat; Değişen Dünya, Dönüşen Türkiye, İstanbul, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2005.
KEYMAN, Fuat, KOYUNCU, Berrin; “Globalization, Alternative Modernities
and the Political Economy of Turkey”, Review of International Political
Economy 12:1 February , 2005, p.105–128.
KRUEGER, A. O. and TURAN, İ.; “The Politics and Economics of Turkish
Policy Reforms in the 1980s” edt. Bates and Krueger, Political and
Economic Interaction..Economic Policy Reform, Oxford, Blackwell, 1993.
365
KÖKER, Levent; “Liberal Demokrasi ve Eleştirileri”, 11.Tez, Sayı 6, 1987,
s. 67-88.
KÖKER, Levent; Demokrasi Üzerine Yazılar, Ankara, İmge Kitabevi,
1992.
KÖKER, Levent; İki Farklı Siyaset, Ankara, Vadi, 1998.
KÖKER, Levent; Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye, Ankara, Dipnot Yayınları,
2008.
KÖKER, Levent; “A Key to The “Democratic Opening”: Rethinking
Citizenship, Ethnicity and Turkish Nation-State” Insight Turkey, Vol.12/No.2,
2010, p 49-69.
KYMLICKA, Will; Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, çev: Ebru Kılıç, Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004.
LENİN, V I.; The State and Revolution, trans: Robert Service,. London,
Penguin Books, 1998a.
LENİN, V.I., Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal
Süreyya, Ankara, Sol Yayınları, 10. Baskı, 1998b.
LACLAU, Ernesto, MOUFFE, Chantal; Hegemonya ve Sosyalist Strateji,
çev: Ahmet Kardam, İstanbul, İletişim, 2008.
LAÇİNER, Ömer; “DP, ANAP ve Sonunda AKP”, Birikim, Sayı 163, 2002.
LAURENCE, J. O’TOOLE, Jr.; “Doctrines and Developments: Separation of
Powers, The Politics-Administration Dichotomy, and the Rise of the
Administrative State”, Public Administration Review, Vol. 47 No 1. p 1725., 1987.
366
MARDİN, Şerif; “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?”,
Daedalus, Vol. 102, No. 1, 1973, p. 169-190.
MARDİN, Şerif; “Türk-Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez Çevre
İlişkileri”, Türkiye’de Siyaset: Süreklilik ve Değişim İçinde, çev: Şeniz
Gönen, der: E.Kalaycıoğlu, A.Y.Sarıbay, İstanbul, Der Yayınları, 1990, s.
123-153.
MARDİN, Şerif; “Operasyonel Kodlarda Süreklilik, Kırılma ve Yeniden İnşa:
Sün ve Bugün Türk İslami İstisnacılığı”, Doğu Batı, Sayı, 31. s. 29-52, 2005.
MARX, Karl; Grundrisse (Introduction) Foundations of The Critique of
Political Economy, Translation, with Framework, Martin Nicole, London,
Penguin Books, England, 1973.
MARX, Karl, ENGELS, Friedrich; Komünist Parti Manifestosu, çev:
Erkin Özalp, İstanbul, NK Yayınları, 2005.
MESZAROS, Istvan; “Siyasetin Yapısal Krizi”, Monthly Review, Ekim, Sayı
10, 2006.
MILIBAND, Ralph; “Kapitalist Devlet: Nicos Poulanzas’a Cevap”, çev,
Yasemin Berkman, Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, Miliband, R.,
Poulanzas, N., Laclau, E., İstanbul, İletişim, 1990a, s. 41-51.
MILIBAND, Ralph; “Poulanzas ve Kapitalist Devlet”, çev, Yasemin Berkman,
Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, Miliband, R., Poulanzas, N., Laclau, E.,
İstanbul, İletişim, 1990b, s. 57-70.
MUNCK,
R.;
“Neoliberalizm
ve
Siyaset,
Neoliberalizmin
Siyaseti”,
Neoliberalizm Muhalif Bir Seçki İçinde, Haz. Saad-Filho, A., Johnston D.
çev: Şeyda Başlı-Tuncel Öncel, İstanbul, Yordam, 2007, s. 106-123.
MÜSİAD; Anayasa Reformu ve Yönetimin Demokratikleşmesi, Sayı. 37,
2000.
367
NAVARRO, Vicente; “Dünya Çapında Sınıf Mücadelesi: Bir Sınıf Pratiği
Olarak Neoliberalizm”, Monthly Review, Ekim, Sayı 10. 2006.
NOZİCK, Robert; Anarşi, Devlet ve Ütopya,
İstanbul, Bilgi Üniversitesi
Yayınevi, 2000.
OECD;
Türkiye”de
Düzenleyici
Reformlar:
Ekonomik
Dönüşüme
Yaşamsal Destek, Ankara: TÜSİAD, 2003.
OĞUZ, Fuat; “Hayek’in Pratik Bilgi Anlayışı Üzerine Kısa Bir Yorum,
Liberte, 1999, s. 92-103.
ONARAN, Özlem; “Emek Piyasasına Dayalı Yapısal Uyum: Katılık Miti”,
haz. N.Balkan/S. Savran, Neoliberalizmin Tahribi İçinde, İstanbul, Metis
Yayıncılık, 2004, s.211-233.
ÖNGEN, Tülin; “Türkiye`de Siyasal Kriz ve Krize Müdahale Stratejileri:
“Düşük Yoğunluklu Çatışma”dan “Düşük Yoğunluklu Uzlaşma” Rejimine”,
haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis
Yayıncılık, 2004, s. 76-104.
ÖNİŞ, Ziya; “Redemocratization and Economic Liberalization in Turkey:The
Limits of State Autonomy”,
Studies in Conporative International
Development, Summer, Vol.27, No. 2, 1992, p. 3-23.
ÖNİŞ, Ziya; “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of
The New Phase Of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of
International Political Economy, Vol.16, Issue:3, 2009, p. 409-432.
ÖNİŞ, Ziya, BAKIR, Caner; “'Turkey's Political Economy in the Age of
Financial Globalization: The Significance of the EU Anchor”, South
European Society and Politics, 12: 2, 2007, p. 147 — 164.
368
ÖNİŞ, Z, TÜREM, U.; “Business, Globalization and Democracy: A
Comparative Analysis of Turkish Business Associations', Turkish Studies, 2:
2, 2001, p. 94 — 120.
ÖZBUDUN, Ergun; “From Political Islam to Conservative Democracy : The
Case of the Justice and Development Party in Turkey”, South European
Society and Politics”, 11:3, 2006, p. 543-557.
ÖZBUDUN, Ergun; “Democratization Reforms in Turkey, 1993–2004”
Turkish Studies, Vol. 8, No. 2, 2007, p. 179–196.
PICCIOTTO, Sol; “Sermayenin Uluslararasılaşması ve Uluslararası Devlet
Sistemi”, edt. S.Clarke, Devlet Tartışmaları İçinde, çev. İ. Yıldız, Ankara,
Ütopya Sanat Kültür, 2004, s. 261-274.
POULANZAS, Nicos; “ Kapitalist Devlet Sorunu”, Çev: Yasemin Berkman,
Kapitalist Devlet Sorunu İçinde, R. Miliband, N.Poulantzas, E.Laclau,
İstanbul, İletişim, 1990, p. 11-34.
POULANTZAS, Nicos, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, çev.
L.Fevzi Topaçoğlu, Şen Süer Kaya, İstanbul, Belge Yayınları, 2000.
RADICE, Hugo; “The Developmental State Under Global Neoliberalism”,
Third World Quarterly, Vol.6, 2008, p. 1153-1174.
ROBERTS, J. M.;“From Reflection to Refraction: Opening Up Open
Marxism”, Capital&Class, Vol. 26, 2002, p. 87-116.
ROGERS,
C.;
“From
Social
Contract
to
‘Social
Contrick’:
The
Depoliticisation of Economic Policy-Making under Harold Wilson, 1974–
75”, The British Journal of Politics and International Relations, Vol 11,
2009, p. 634-651.
SABINE, George; Yakınçağ Siyasal Düşünceler Tarihi, çev: Özer
Ozankaya, İstanbul, Cem Yayınevi, 1997.
369
SAKALLIOĞLU, U.C; The Anatomy of the Turkish Military's Political
Autonomy Author(s): Comparative Politics, Vol. 29, No. 2, 1997, p. 151166.
SAVRAN, Sungur; “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de Burjuva Devrimi
Sorunu”, 11.Tez, Sayı 1, 1985, s. 172-215.
SAVRAN, Sungur; “Sol Liberalizm”, 11. Tez, Sayı 2, 1986, s. 10-40.
SAVRAN, Sungur; “1960, 1971, 1980: Toplumsal Mücadeleler, Askeri
Müdahaleler”, 11. Tez, Sayı 6, 1987, s.132-168.
SAVRAN, Sungur; “20. Yüzyılın Politik Mirası”, haz. N.Balkan/ S.Savran,
Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 13-43.
SAYARI, Sabri; “Political Parties, Party Systems and Economic Reforms: The
Turkish Case”, Studies in Comparative International Development, Vol.
31, No. 4, 1996-1997, p. 29-45.
SAYARI. Sabri; “Towards a New Turkish Party System?', Turkish Studies,
8: 2, 2007, p. 197 — 210.
SMITH, Adam; Ulusların Zenginliği, cilt 1, çev: Ayşe Yunus-Mehmet
Bakırcı, İstanbul, Alan Yayıncılık, 2004.
SOMEL, Cem; “Küreselleşen Dünyada Kalkınma Stratejisi Nasıl Olmalıdır?,
Mülkiye, 229, cilt xxv, 2001, s.185-200.
STILES, K. W.; “IMF Conditionality: Coercion or Compromise?” World
Development, Vol. 18, No. 7, 1990, p. 959-974.
SÜMER, Çağdaş, YAŞLI, Fatih; “Liberal-Muhafazakar ittifak Üzerine Notlar”,
Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazkar İttifak İçinde,
der: Sümer Ç, Yaşlı F., Ankara, Tan Kitabevi, 2010.
370
SWINGWOOD, Alan; Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. Osman
Akınhay, Ankara Bilim ve Sanat, 1998.
ŞEN,
Mustafa;
“Türk-İslamcılığı’nın
Neoliberalizmle
Kutsal
İttifakı”,
Küreselleşmeye Güneyden Tepkiler İçinde, Türkiye Sosyal Bilimler
Derneği, Ankara, 2006.
TÜRKAY, Mehmet; “AB-Türkiye Entegrasyonu: Nasıl? Nereye Kadar?”, haz.
N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde, İstanbul, Metis
Yayıncılık, 2004, s.194-208.
TÜRKAY, Mehmet; “Türkiye’de Kapitalist Sermaye Birikiminin “Ulusal”
Dönüşümü”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi İçinde, haz. D.Yılmaz, F.
Akyüz, F. Ercan, K. R. Yılmaz, Ü.Akçay, T. Tören, Ankara, Dipnot Kitabevi,
2006, s. 19-36.
TÜSİAD; 1995 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi, İstanbul, TÜSİAD
Yayını, 1995.
TUSİAD; Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri, İstanbul, TÜSİAD
Yayını, 1997.
TÜSİAD; Türkiye'de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar
ve Son Gelişmeler, İstanbul, TÜSİAD Yayını, 1999.
TOPRAK, Binnaz; “The State, Politics, and Religion in Turkey”, State,
Democracy and the Military Turkey in 1980’s, edt: Heper M, Evin A.,
Berlin-New York, Walter de Gruyter, 1988.
TOPRAK, Binnaz; “Civil Society in Turkey”, Civil Society in the Middle East
(Social, Economic and Political Studies of the Middle East and Asia), edt.
Augustus Richard Norton, E.J. Brill, Vol.2, 1996, p. 87-117.
371
WEBER, Max; Economy and Society, edt. Guenther Roth and Claus
Wittich, Translated from the German by Ephraim Fischoff. et al, ; LondonBerkeley, University of California Press, cilt: 1-2, 1978.
WEBER, Max; Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, çev. Özer
Ozankaya, Ankara, İmge, 1995.
WEBER, Max; Sosyoloji Yazıları, çev. Taha Parla, İstanbul. İletişim,
2002a.
WEBER, Max; Sosyolojinin Temel Kavramları, çev: Medeni Beyaztaş,
İstanbul, Bakış, 2002b.
WELSH, D.; “The New Right as İdeology”, Public Policy and the Impact
of New Right, edt. G. Jordan & N. Ashford, London and New York: Printer
Publisher, 1993, p. 46-58.
WHITE, J.B; “Sivil Toplum: Kimin Hizmetinde?”, çev: Burak Gürel-Erkal Ünal,
Praksis, Sayı 12, 2004, s. 129-161.
WOOD, Ellen Meiksins; Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan,
İstanbul, İletişim, 2003.
WOOD, Ellen Meiksins; “Küreselleşme ve Devlet: Sermayenin İktidarı
Nerede?”, çev: Emel Kahraman, Kapitalizme Reddiye İçinde haz. Filho,
A.S., İstanbul, Yordam Kitap, 2006.
WORLD BANK; World Development Report, 5, Oxford, Oxford University
Press, 1991.
WORLD BANK; The East Asian Miracle, 10, Oxford, Oxford University
Press, 1993.
WORLD BANK; The State ın a Changing World, Published For the Worl
Bank, 1997.
372
YALMAN,
Galip;
“Tarihsel
Bir
Perspektiften
Türkiye’de
Devlet
ve
Burjuvazi:Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi?” , Praksis,
Sayı.5, 2002, s. 7-23.
YALMAN, Galip; “Türkiye`de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif Bir Okuma
Denemesi”, haz. N.Balkan/ S.Savran, Sürekli Kriz Politikaları içinde,
İstanbul, Metis Yayıncılık, 2004, s. 44-75,
YAŞLI, Fatih; “Bir Uzlaşmanın Tarihçesi: Türk Sağı, Devlet ve AKP”,
Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazkar ittifak İçinde,
der: Sümer Ç, Yaşlı F., Ankara, Tan Kitabevi, 2010, s. 207-224.
YAYLA, Atilla; Liberalizm, Ankara, Liberte, 2002.
YAYLA, Atilla; Siyaset Teorisine Giriş, Ankara, Liberte, 2003.
YELDAN, Erinç; “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi
Üzerine Değerlendirmeler”, Praksis, Güz Sayı: 7, 2002, s. 19-56.
YELDAN, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İstanbul,
İletişim, 2003.
YEŞİLADA, Birol; “ Problems of Political Development in Third Turkish
Republic”, Politiy, Vol.21.No.2 Winter, 1998, p. 345-372.
YEŞİLADA, Birol; “Some Expected and Some not-So-Expected Benefits of
Turkey's EU Membership for Both Parties”, Paper prepared for presentation
at the European Union Studies Conference in Montreal, Canada, May 1720, 2007, p. 1-21.
YEŞİLADA, Birol, FİSUNOĞLU, Mahir; “Assesing the January 24, 1980
Economic Stabilization Program İn Turkey”, edt. Henri, Y. Barkey, The
Politics of Economic Reform in The Middle East, New York, St.Mashn’s
Press, 1992, p. 183-210.
373
YILMAZ, Ahmet; Kapitalist Devleti Anlamak, İstanbul, Aykırı Yayıncılık,
2002.
YILMAZ, Zafer; “Günümüz Türkiye’sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi
Üzerine Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı 9, 2003, s. 55-92.
YUMER, Ruhdan; “Hayek’çi Liberalizmin Temel İlkeleri”, der ve haz.
A.Yayla, Sosyal ve Siyasal Teori içinde, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1993,
s. 108-120.
ZARALI, Ragıp; ANAP, 11. Tez, Sayı. 2,1986, s. 77-86.
ZENGİNOBUZ, E. Ünal; “'On Regulatory Agencies in Turkey and Their
Independence”, Turkish Studies, 9: 3, 2008, p.475 — 505.
AKP; “AKP Parti Tüzüğü” Ankara, 2001, (çevrimiçi) www.belgenet.com,
2009.
AKP; “Sekulerizm Kalkınma ve Demokratikleşme Programı”, Ankara, 2001,
(çevrimiçi), www.belgenet.com, 2009.
DPT; Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi, Ankara, 2003, (çevrimiçi),
www.belgenet.com, 2009.
9 Aralık 1999 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr
3 Mayıs 2001 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr
4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr
1 Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr,
07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu, www.tcmb.gov.tr
Hürriyet Gazatesi, 22. 02. 2001, www.hurriyet.com.tr,
374
Hürriyet Gazatesi, 23.02. 2001, www.hurriyet.com.tr
Hürriyet Gazatesi, 28.02. 2001, www.hurriyet.com.tr
Zaman Gazatesi, 04.05. 2002, www.zaman.com.tr
375
ÖZET
KUTUN GÜRGEN, Melehat, “Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda
Türkiye’de Siyasal Değişim: 1980-Sonrasi”, Doktora Tezi, Ankara, 2011.
Çalışmanın amacı; 1980 sonrası devletin yeniden yapılanmasında
neo-liberal politikaların etkisinin değerlendirilmesidir. Yöntemsel olarak
bütüncül bir yaklaşımın alındığı çalışmada; dönüşümün ekonomi-politik,
toplumsal ve ideolojik düzeyleri birbiriyle ilişkilendirilerek değerlendirilmiştir.
Bu nedenle çalışmada, Türkiye özelinde 1980’lerden sonra devletin yeniden
yapılanmasının sözkonusu düzeylerinin dönüşümlerine ve yeni siyaset
tarzına odaklanılmıştır. Devleti toplumun üzerinde ve ona tarafsız kabul eden
yapısal-işlevselcilik esinli yaklaşımların yanı sıra birbirine alternatifmiş gibi
görünen liberal ve devletçi anlayışların da bir eleştirisini amaçlayan çalışma
konusu, kuramsal ve yöntemsel çerçevenin seçimi üzerinde etkili olmuştur.
Bu nedenle, devleti toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak tanımlayan ve
ekonomi/siyaset kategorilerinin birbirine özerk olmadığını tartışan Marksist
çerçeve içinden eleştirel-açık Marksist Okul’un yaklaşımı izlenmiştir. Böylece,
Türkiye’de 1980’lerde başlayan dönüşüm politikaları bağlamında devlettoplum ilişkilerinin açıklanması ve bu dönüşümün analizinde yaygınlıkla
kullanılan, “merkez-çevre” ve “güçlü devlet geleneği” gibi devlet-toplum
arasındaki
ikiliğe
dayalı
kavramsallaştırmaların
eleştirel
bir
analizi
yapılabilmiştir. Neo-liberal politikaların Türkiye’de devletin dönünüşümünü
hangi
biçimde
ve
nasıl
etkilediğinin
yanı
sıra,
sözkonusu
kavramsallaştırmanın bu politikaların meşruiyetindeki ideolojik rolü de
anlaşılabilmiştir.
Anahtar Sözcükler
1. Devlet Teorisi
2. Ekonomi-Siyaset İlişkisi
3. Eleştirel-Açık Marksist Okul
4. Güçlü Devlet Geleneği Tez’i
5. Türkiye’de Siyaset
376
ABSTRACT
KUTUN GÜRGEN, Melehat, “In Terms of Critical State Theories Political
Transformation in Turkey: Post-1980 ”, PhD, Ankara, 2011.
The aim of this study is to assess the effects of neo-liberal policies on
the restructuration of the state. Methodologically, we take a holistic approach
with respect to the relationship between the state and the society. As we
frame this study, we choose a critical approach as both etatist and neo-liberal
approaches are seemingly alternative approaches. In case of Turkey, we
focus on the “new mode of politics” and transformation of the state structure
through neo-liberal policies after 1980s. Thus, we follow the Critical-Open
Marxist School’s approach to argue that political and economic spheres are
not autonomous. For this reason, we try to frame our theoretical and
methodological analysis based on this approach, which defines the state as a
form of societal relations within the Marxist framework. In light of this
theoretical and methodological framework, we analyze state-society relations
in the context of transformation policies launched since 1980s in Turkey. In
this regard, we try to develop a critical account of conceptualizations such as
“strong state tradition” and “centre-periphery”, which are based on the duality
between the state and society and commonly used to explain this
transformation. By explaining state-society relations within this framework,
we try to achieve a better understanding of how and in what direction neoliberal policies change the state in Turkey and how these conceptualizations
play an ideological role for legitimation of these policies.
Key Words
1. State Theory
2. Political Economy
3. Critical-Open Marxist Scholl
4. Strong State Tradition Thesis
5. Politics in Turkey
377
Download