YAHYA KEMAL İn Şahane Tembelliği

advertisement
Yakup
Kadri
Karaosmanoğlu'nun
Gençlik
e
Edebiyat
Hâtıraları :
12
Ç IK A N K ISM IN ÖZETİ: Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Mehmet Rauf, Şeba­
bettin Süleyman ve Ahmet Haşim'den
sonra, geçen sayıdan itibaren anlat­
maya başladığı büyük şair Yahya Ke­
YAHYA KEMAL İn
Şahane Tembelliği
mal'in
«Evet, Yahya Kemal şahane
bir tembeldi ve bundan ötürü
kafasının içindeki hâzineden bize pek
az bir şey bırakıp gittiği kanaatindeyim.»
edebî
şahsiyetini
inceliyor.
Arkadaşı Kıbrtslı Şevket'in kendisine
bir gün sokakta tanıştırdığı Yahya Ke­
mal, iik görüşte Karaosmanoğlu'nun
üzerinde ismen edindiği fikri telif ede­
cek bir intiba bırakmamıştır. Ama kı­
sa zaman sonra muhtelif meclislerde
tekrar karşılaştığı Kemal'i yalandan
tanımaya başlayınca, fikri değişir.
Y A Z A N : YAKUP KADRİ K A R A O SM A N O Ğ LU
ERÇİ, biz, kendisinin dahi begöründüğü o pastişleri
ve bu denemeleri, hattâ bunlar
arasında bazan
«hezeliyat»
a ya da fanteziye kaçan bir takım nazım
parçalarını da büyük bir zevkle dinli­
yorduk.
Zira, bize öyle geliyordu ki,
gerek:
/ 4 » ^ ğenmez
O muğbeçeyle tanıştıktı Lale devrinde
Fiitadegânına son bir piyale devrinde
gerekse:
Halkı Saadabâd iki sahil boyunca fevc
fevc
Vade-i-teşrifine alkış tutarken durdan
mısraları hem Lâle devrinin, hem Saadâbâd âlemlerinin havasının bize Ne­
dim'in şarkılarından daha iyi verir gibi
geliyordu.
Zaten, Osmanlı tarihinde bir Saadâbâd veya bir Lâle devri üzerinde ilk du­
ran ve bu devre aslında olduğundan çok
fâzla bir mâna ve değer veren Yahya
Kemal değil miydi? Nedim'i öbür Divan
şairlerine tercih edişi de o şen ve şuh
şairin şiirlerinde o devir âlemlerinin
cümbüş seslerini buluşundan ileri gelmeyor muydu? Yahya Kemal bu devri
acaba neden bu kadar beğenmiş ve sev­
mişti? Şuuru altında gömülü bir takım
sefahat duyularını okşadığı, canlandırdı­
ğı ve dile getirdiği için mi? Hayır; Yah­
ya Kemal, bunda da bir sanatkâr görü­
şü ve bir edebiyat kültürü dışına çıkmayordu.
Nedim'in
şarkılarındaki
Saadâ
bâd havasıyla Verlaine'in «Fâtes galan­
tes» (arındaki Versailles havasından he­
men aynı kokuyu aldığı içindir ki, ken­
dince Damad İbrahim Paşa'nın lâle bah­
çelerinden özel bir şiir iklimi yaratmaya
kalkışmıştı. Hattâ bu çabasında kendisi­
ne İlmî bir yardımı olur zannile tarih­
çi Ahmet Refik'i Lâle devrine dair bir
kitap yazmaya da teşvik etmişti. Keş­
ke bunu yapmasaydı.
Zira, o kitabın
bence ne İlmî, ne edebî bir değeri var­
dır ve sözde »romancé» bir şekilde bah­
settiği tarihî devri gözümüz önüne getir­
mede Yahya Kemal'in biraz yukarıdaki
dört mısraile bile boy ölçüşemez.
Yahya Kemal yalnız kendine meşk
edindiği Nedim'in şarkılarını geçmekle
kalmamıştır, dil ve vezin ayrılıklarına
rağmen çağının bazı ünlü Fransız şair­
lerinin şiir sanatı üzerinde de son de­
rece başarılı pastişler yapmıştır.
Meselâ, hangi şiirinde olduğunu hatır­
la mayoru m :
Ve kahramanları tunç âlihatı mer*
merden
mısraile Hérédia'nin :
Les deeses de marbre et les héros
d ’airain
mısraı arasında gerek şekil, gerek ruh
bakımından bir fark bulabilir misiniz?
Burada aruz vezni âdeta «alexandrin»
vezniyle bağdaşmış ve «néo-hellenisime»
soluğu ilk defa Türk şiirine girmiş bu­
lunmaktadır.
Yahya Kemal'in fantezi şeklinde yaz­
dığı şiirlerde de diğer bir Fransız şai­
rinin, Maeterlinok’in izini kolaylıkla bul­
mak mümkündür.
Evet, Yahya Kemal'in :
Mehlika Sultana âşık yedi genç
Gece, şehrin kapısından çıktı
Mehlika Sultana âşık yedi genç
Kara sevdalı birer âşıktı.
Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya
Baktılar korkulu gözlerle suya.
mısralarıyla başlayan bir şiirinde, Maeterlinck kendi iklimi olan Ortaçağ ma­
sal âlemi içinden sanki bir Kesik Kerem
sesile «efsâne efsâne» söylenir gibidir.
Bunlar arasında hele:
Ayşe cadı, Ayşe cadı
A y daha bir yaş kocadı
nakaratlı bir ezgisi bizim gençlik diva­
neliklerimizin
marşı haline girmişti.
Dostlarımız Kibrıslıların yalısında içip
coştuğumuz bazı mehtaplı geceler Kan­
dilli sırtlarındaki korularda veya hemen
yalının ardındaki
mezarlıkta, hep bir
ağızdan ve yüksek sesle bu ezgiyi çağıra­
rak dolaştığımız olurdu.
Ama, gel gör ki, Yahya Kemal bizde
böylesine bîr lirik ve romantik taşkın­
lık uyandırmış olmaktan her hangi bir
sanatkâr. kıvancı duymaz gibiydi. Hattâ
bizim o halimize alaycı bir tebessümle
gülümseyerek bakardı ve içinden «Asıl
yazmak istediğim şiirleri okudukları za­
man, kim bilir, bunlar nasıl bir cezbeye
kapılacak» deyen bir tavır takınırdı.
Hassaten, ben, kendisile baş başa ko­
nuşmalarımızdan anlamış bulunuyordum
ki, onun bu husustaki ihtirası çok bü­
yüktü.
Yahya Kemal, Türk edebiyatında,
Türk, şiirinde yepyeni bir çığır açmak
amacında idi ve bu amaca ancak geniş,
zengin bir edebî kültürle varılabileceği­
ni düşünüyordu. Buna göre, her sanat
dalında olduğu gibi, şiirde de yalnız
«talent» nın, yani kabiliyet ve istidadın
kâfi gelmeyeceğini
bilmek
gerekirdi.
Nasıl ki, resmin, heykeltraşlığın ve mü­
ziğin kendilerine mahsus bir tekniği
varsa şiirin de öyle bir tekniği vardır.
Bu bakımdan, Yahya Kemal, şairin ya­
ratma gücünde «sünühat» veya «ilham»
adı verilen İçe doğuşların başlıca rolü
oynadığına Inanmayordu. «Her büyük
sanat eseri mutlaka çetin bir zekâ ça­
basının mahsulüdür» diyordu.
Yahya
Kemal'in bu şiir ve sanat anlayışında
Paul Valéry'nin tesirini sezmemek müm­
kün değildir.
Fakat, bilmeyorum, o tarihlerde Va­
léry bu yoldaki görüşlerini bîr edebî
nazariye halinde yayınlamış bulunuyor
muydu? Bulunmuş olsun veya olmasın,
Mallarmé'nin bu önlü müridi ile Yahya
Kemal arasında müşterek bir sanat ve
edebiyat anlayışı sezmekten kendimi ala­
mıyorum. Şiir sanatının bir zekâ ve tek­
nik işi olduğu hakkmdaki fikir birlikle­
rini bir yana bırakalım; tıpkı Paul Vaiéry'nin Mallarmé okulunu
Malherbe
gelenekleri üzerine
oturtmaya çalışışt
gibi, Yahya Kemal de açmak istediği ye­
ni çığıra Divan edebiyatında kaynaklar
arayordu. Nedim tarzında şiirler yazdığı
için kendisine «Harabat şairi» diye sa­
taşan Ziya Gökalp'a verdiği şu cevap bu
görüşümüzde hiç yanılmadığımı
ispat
eder :
Ben ne Harabi, ne Harabatiyim
Kökü mazide olan âtiyim.
Hangi mâzi? O vakite kadar, bizim için
«mâzi» Namık Kemal'ler, Hâmit'ler ve
Recaizade Ekrem'lerle başlayıp Fikret'
lerde, Cenap'larda son bulan bir devir­
di.
Bundan ötesini mekteplerde ders ola­
rak okuduğumuz derme çatma edebiyat
tarihi kitaplarından üstünkörü öğrenmiş
bulunuyorduk ve üzerinde durmağa de­
ğimli saymıyorduk. Oysa Yahya Kemal
asıl bu devre, yani Divan edebiyatı dev­
rine önem vermekteydi.
Çünkl, onca,
Divan edebiyatı — sevsek de sevmesek
de — bizim klasik edebiyatımızda ve her
klasik edebiyat gibi özünü muayyen bir
kültürden almıştı. Ondan sonraki ede­
bî cereyanların ise hangi kültüre dayan­
dığı belli değildi ve bundan dolayı öz­
leri de Yahya Kemal'e bulanık görünü­
yordu.
Abdülhak Hâmit, sözde Garp anlamna göre bir takım dramlar, trajedialar yazmıştı. Sözde Tevflk Fikret bazı
ondokuzuncu asır Fransız
şairlerinin
izleri üstünde yürümeye çalışmıştı. Şim­
di de bir sembolizm lâkırdısı alıp yürü­
mektedir. Fakat, bütün bunlar Yahya
Kemal nazarında birer yeltenmeden iba­
rettir.
Şu halde ne yapmalıydı? Hayatta oldu­
ğu gibi edebiyatta da Garplılaşma yolun­
da atılan adımları geri basıp Divan ede­
biyatına mı dönmeliydi? Hayır; ömrü­
nün on yılını Paris'te ve Paris'in Quar­
tier Lâtin adını taşıyan bir kültür mer­
kezinde geçirmiş olan o genç Türk şai­
rinden böyle bir şey beklenemezdi. Kal­
dı ki, o kendisini ve Türk milletini ne
Asyalı, ne de Şarklı telâkki ediyordu.
«Biz, Akdenizliyiz, diyordu. Bugünkü me­
deniyet, ilk ışıklarını bu denizin kıyıla­
rında saçmağa başlamış; insan ve in­
sanlık tam ölçüsünü, tam değerini İlk
defa burada bulmuştur. Garplılar bu hâ­
diseye «Yunan Mucizesi» adını veriyor­
lar. Halbuki, buna bir «Akdeniz Muci­
zesi» demek daha doğru olur. Zira, Yu­
nanlılara mal edilen fikir, sanat ve me­
deniyet unsurlarında, Mısırlılar başta ol­
mak üzere, Akdeniz kıyılarında yerleş­
miş bütün milletlerin payı vardır. Nite­
kim, Yunan mitolojisinde yer almış ba­
zı Tanrıların Asur'dan, Gildan'dan, Hin­
distan'dan göçüp gelme olduklarını biz­
zat eski Yunanlı tarihçiler itiraf eder­
ler. Ancak şu var ki, birer «monstre»
şeklindeki o Tanrılar Akdeniz ikliminde
İnsani biçimlere girmiştir. Bunun gibi,
Küçük Asya denilen Anadoludan ve Mı­
sırdan sızan medeniyet unsurları da yi­
ne burada aydınlığa kavuşmuş, yine bu­
rada tam ifadesini bulmuştur. Buna gö­
re, Akdenizi bütün insani değerlerin eri­
tilip süzüldüğü bir pota telâkki edersek
hiç de mübalâğaya düşmüş olmayız. İn­
sani değerler dedik; zaten Yunaniyatın
bir adı da hümanizm, yani insaniyat de­
ğil midir?»
Belli idi ki, Yahya Kemal bunları söy­
lerken Mallermé'leri, Hérédia'lari Bâki'
1er, Nedim'lerle bir arada bu potanın
içinde kaynatıp eriterek ortaya arık bir
şiir medeni çıkarmayı düşünüyordu. Bun­
da muvaffak olabilecek miydi, olamaya­
cak mıydı, bllmeyordum. Bildiğim bir
şey varsa o da Yahya Kemal'le bu ko­
nuyu her ele alışımızda, prensip itibarile daima mutabık kalışımızdır ve
aramızdaki dostluk da bu fîklr ve görüş
uyuşmasından sonra başlamıştır.
Prensip itibarile dedim. Zira, Divan
edebiyatı bahsinde aramızda geniş bir
ayrılık vardı. Ben «klasik» vasfını, dar
bir zümre, kapalı bir çevre içinde sıkı-
şıp kalmış Divan şairlerimizden ziyada
tesirleri bütün memlekete yaygın mistik,
lirik ve destanî halk şairlerimize veri­
yordum ve bunlarda Akdeniz havasına
çok daha yakın bir soluk bulmakta idim.
Gerçi, biraz zorlayınca bizim tasavvuf
edebiyatımızda Eflâtun’un izlerini keş­
fetmemek mümkün değildir. Karacaoğlan'
ların, Gevheri’lerin lirik ve Köroğlu’nun
ezgilerinde, koşmalarında eski Yunan
şairlerinin uzaktan uzağa esen rüzgârını
duyabiliriz.
Nitekim, ben, Homiros'un ilyada’
sini Türkçeye çevirme denemelerim­
de halk destanlarımızın dilinden ve üs­
lûbundan çok faydalandığımı hatırlıyo­
rum. Oysa, Divan edebiyatının Asya ka­
ranlığı veya Tevrat! allegori sınırları dı­
şına çıkmadığı ve «mey», «cânân» mo­
tiflerinde ise bir Sardanapal sefahatinin
kabalığını taşıdığı bence inkâr kabul et­
mez bir gerçekti.
Ama, Yahya Kemal bu delilleri kabul
etmekle beraber, yine Divan edebiyatı
geleneklerinden vazgeçmek istemiyordu.
Bunun da başlıca sebebi Aruz veznine
bağlılığı idi.
«Biz ki, diyordu,
konuşurken bile
«med» ler ve «imâle» ler yaparız.
Türkçe bu sayede son derece ahenkli
bir dil haline girmiştir. Şimdi, nasıl
olur da şiir söylerken hece vezninin
dar kalıplarını kullanabiliriz?»
Yahya Kemal'in bu iddiası, bir za­
man gelecekti ki, kendisile Ziya Gökalp
arasında uzun tartışmalara yol açacaktı.
Ben ise nazımcı olmadığım için bu tar­
tışmada hangi tarafı tutacağımı bileme­
yecektim. Nitekim Ziya Gökalp'ın:
Benim gönlüm kış günü aç
Kalan bülbül gibi mühtaç
Ruhum hasta sensin ilâç
Beni dertten kurtar Tanrım.
olan nesirde pek titizdim ve güç beğe­
nirdim. Bunun sebebi de o zamanki dil
malzemesinin artık ne hislerimizi, ne
fikirlerimizi ifade edebilecek bir yeter­
likte bulunmayışıydı. Bütün gayretlerimize
rağmen biz hâlâ Edebiyatı
Cedide'nin
yapma lehçesini kullanmaktan kurtulamıyorduk. Başlarında Ziya Gökalp olmak
üzere Yeni Lisancılartn Arapça, Farsça
kaidelere göre yapılan terkipleri Türkçeden atmış olmalarına bu yolda kâfi bir
reform mânası verilemezdi.
Kaldı ki,
«Türkçeye yabancı dillerden kelimeler
alabiliriz, fakat kaide alamayız» diyen
Ziya Gökalp bile o yabancı kelime kök­
lerinden yabancı kaidelerle «mefkûre»
gibi, «mâşeri» gibi, «pestzinde» veya
«tahteşşuur» gibi bir takım terkipler
YAHY A
Halbuki, bir dilin özelliğini sözlüğünde
değil, ruhunda, dehasında aramak ge­
rekir. Ben, bu ruhu, bu dehayı da Os­
manlılıktan önceki Türkçe
metinlerle
halk edebiyatımızda bulacağıma inanı­
yordum.
Yahya Kemal, kendisine bu inancım­
dan bahsettiğim zaman, bana hak ver­
mekte tereddüt göstermemişti.
Hattâ,
bu yolda yaptığım bazt üslûp denemele­
rinden de hoşlanmıştı. «Edebiyat üsta­
dı» ıtm bu hoşlanmasından aldığım ce­
saretledir ki, İsviçre'de tedavide bulun­
duğum sıralarda (Erenlerin Bağından)
adı altındaki nesirleri yazmıştım. Nitekim,
bu nesirlerde «Aziz Dost» diye hitap etti­
ğim de Yahya Kemal'di. Aramızda önce­
den kararlaştırdığımız üzere, yarı Şark
çiçek bile yetişmesine imkân vermedi.
Şahane tenbellik... Evet, Yahya Kemal
şahane bîr tenbeldi ve bundan ötürü ka­
fasının içindeki hâzineden bize pek az
şey bırakıp gittiği kanaatindeyim. O hâ­
zinenin ne kadar zengin olduğunu ancak
birkaç yakın arkadaşıyla bazı müritleri
bilirler ve bunlar, onun ölümünden son­
ra yayınlanan eserlerini bir kere daha
gözden geçirirken asıl şahsiyetinin yal­
nız bu belgelerle ölçülemeyeceğini düşün­
müş olsalar gerektir. Nitekim, aziz şai­
rin ölümü münasebetile
yazdığım bir
yazıda böyle bir düşünce üzerinde dur­
muş ve Yahya Kemal'in yokluğunu en
çok özel sohbetlerinden mahrum kal­
makla hissedeceğimizi belirtmiştim. Zi­
ra, bence asıl Yahya Kemal, herbiri
KE MAL
GEZMEYİ SEVERDİ
Büyük şair, nispetsiz görü­
nüşüne, kaba yapısına muka­
bil, fevkalâde hassas ve in­
ce ruhlu bir İnsandı. Yurdun
her köşesinde ayrı bir güzel­
lik görürdü. Hele İstanbul'a
kara sevdaya tutulmuşçasına
âşıktı. Yurt içinde ve dışında
dolaştığı hemen her yerde ye­
ni bir ilham membaı bulurdu.
mısralarıyla başlayan hece vezinli şiirl!e Yahya Kemal'in:
Bin atlı akmlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu
yendik
A k tulgalı Beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tanadan
kafilelerle
diye başlayan Aruz vezinli şiirini uzun
bir müddet aynı hazla okumakta devam
edecektim. Bu, belki, benim edebî zevk­
lerimde eklektik oluşumdan ileri geli­
yordu. Evet, şiirde ve hattâ güzel sanat­
ların her branşında şu tarza veya bu
tarza bağlılığım yoktu ama, kendi saham
icat etmekten kurtulamtyordu. Neden?
Bu nedeni ben kendimce ancak şu su­
retle açıklayabiliyordum: Çünkü Ziya
Gökalp de bizcileyin hâlâ Osmanlı kül­
türünün tesiri altındadır ve Osmantıca
düşünmektedir, diyordum.
Şu halde ne yapmamız gerekiyordu?
Türkçe
yazmak için her şeyden önce
Türkçe düşünmemiz. Aksi takdirde dili­
mizi sadeleştirelim, ya da özleştirelim
derken onu başka bir dilin, yani Osmanlıcanın tercümesi şekline sokmuş oluruz.
tasavvufuna, yarı Garp mistisizmine ka­
çan ve bazan sıtmalı bir ruhun krizle­
rini ifade eden «Erenlerin Bağından» a
karşılık o da «Sevenlerin Bahçesinden»
başlıklı yazılar yazacaktı. Bu başlıktan
anlaşılıyordu ki, Yahya Kemal'in niyeti
benim mistisizmimle kendi Epükürizmi
arasında bir diyaloğ açmak suretile bi­
zi yeni bir Hümanizmaya ulaştıracak yo­
lu bulmaktı. Fakat, bu, onda hep bir ni­
yet halinde kaldı. Bahçavamn şahane tenbelliği Sevenlerin Bahçesinden tek bir
edebiyat ve tarih görüşümüze yeni yeni
ufuklar açan bu sohbetlerin adamı İdi.
Kaç kere, kendisine «Bütün bu söyle­
diklerini niçin bir masa başına oturup
yazmıyorsun?
Bir gün, hepsi zihinler­
de dağılıp gidecek ve korkarım, senden,
senin en zengin tarafından ortada bir
şey kalmayacak» demiş ve onun bu sö­
zümden rahatı bozulup, keyfi kaçarak
bana cıgarasıntn dumanlarını savurmakla
yetindiğini görmüşümdür.
(Devamı gelecek sayıda)
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği
Taha Toros Arşivi
* o o
Download